Tarih Okumaları İçin Tavsiyeler

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Aldığım mektuplardan ve bana gelen sorulardan anlıyorum ki gençlerimiz başta olmak üzere tarihe karşı bir merak var. İnsanların tarihe merak duyması genelde iki türlüdür. Bir grup, günün gerçeklerinden kaçmak için tarihe sığınır. Bunlar için tarih pansuman malzemesidir; bugünün yaralarını dünün parlak sahneleriyle sarar, dünü ilaç diye bugünün yaralarına basarlar. Hâliyle birinci grup tarihe seçici yaklaşır, tarihin bir bölümünü öne çıkarır. İstediği malzemeyi bulamazsa tarihi yeniden kurgular. Diğer grup ise günün gerçekleriyle yüzleşmek ve o gerçekleri ıslah etmek için tarihe yönelir. Bunlar için tarih bir tecrübe, ibret ve ayetler kitabıdır. Tarihe Yüce Allah’ın değişmez yasalarını tespit etmek, bugün yaşananları doğru anlamak ve deneme yanılma hatasına düşmeden ıslah sorumluluğunu yerine getirmek için başvururlar.

Şahit olduğum tarihe ilginin ikinci gruba ait olduğunu düşünüyor, hamdediyorum. Zira tarihe ilgi duyan, duydukları ilgiyle okumalar yapan ve çıkarımlarını benimle paylaşan gençler; aynı zamanda bugünün sorunlarıyla yüzleşen, itikadi ve ahlaki münkerleri değiştirmek için mücadele eden insanlardır. İşte bu sınıfa giren kardeşlerime bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum.

Sabite Olmadan Tarih Okunmaz

Tarih okuyan Müslim’in sabiteleri olmak zorundadır. Sabite; değişmez ilkeler, zaman ve mekân üstü asıllar veya din binasının üstüne yükseldiği temellerdir. Çünkü tarih okuyucusu ilginç vakıalarla karşılaşacak, bazı hadiseleri anlamlandırmakta zorlanacaktır. İşte böyle sarsıntılarda bizi itikadi, ahlaki ve siyasi savrulmalardan koruyacak olan, sabitelerimizdir. Bir örnekle açıklayalım: Sahabe Dönemi’ni okuyan bir Müslim, ilk etapta küçük bir şok yaşayacak, bazı olayları sahabeye yakıştıramayacaktır. Şayet sabiteleri varsa bu ilk şoku hasarsız atlatacak, dahası birçok ibret alacaktır. İnsanın sahabe dahi olsa insani zaaflarından kurtulamadığını, bu zaaflarına rağmen Allah’ın (cc) onlardan razı olduğunu ve onları sevmemizi istediğini anlayacaktır:

“Muhacir ve Ensar’dan öncüler, ilkler ve onlara ihsan üzere tabi olanlar (var ya)! Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş budur işte.”[1]

“(Muhacir ve Ensar’dan) sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, (şefkatli olan) Raûf ve (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’sin.’ ”[2]

Okuduğumuz iki ayet, sahabenin Allah indindeki değerine ve sonradan gelen bizlerin onlara karşı sorumluluğuna işaret eden sabitelerdir. Buna mukabil bazı tarihçiler sahabe arasında yaşanan fitneleri, Mekke Fethi’nden sonra iman edenlerin samimiyetsizliğine(!) bağlar. Şöyle ki; Mekke Fethi’nden sonra inananların imanlarında samimi olmadığını, İslam maskesi altında cahiliye kan davalarını sürdürdüğünü ve yaşanan çekişmelerin bu sahte imanlarından kaynaklandığını iddia eder. İlk etapta bu, mantıklı bir izah gibi gelebilir. Oysa sabitelerimiz, Fetihten önce iman edenler ile Fetihten sonra iman edenler hakkında şöyle der:

“İçinizden, fetihten önce infakta bulunup savaşan (kimse, böyle olmayanla) bir olmaz. Bunlar Allah katında, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha büyük bir dereceye sahiptir. (Bununla beraber) Allah, hepsine güzellik vadetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[3]

Evet, Fetihten önce inananlar Allah katında daha büyük dereceye sahiptir. Ancak Allah her iki topluluğa da güzellik vadetmiştir. Bir bütün olarak onları sevmemizi, onlar için duacı olmamızı ve kalplerimizi kinden arındırmamızı emretmiştir. Sabitesi olmadan tarih okuyan insan, sarsıldığı her vakıada yazarın insafına kalacak, yazarın yönlendirmesiyle bir duruş belirleyecektir.

Yukarıda okuduğumuz örneğe zıt bir örnek, tarihte karşılaştığımız “saltanatın bekası için bebeklerin katledilmesi” kaidesidir. Masum bir cana kıymak şeriat tarafından yasaklanmış, ancak siyaset tarafından elzem görülmüştür. Bu ikilemi yaşayan tarih okuyucusu, sabitelere dönmek ve tarihte yaşanan bebek katlini sabiteler ışığında anlamak durumundadır:

“Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı canı, (şeriatın meşru kabul ettiği bir) hak olmadıkça öldürmeyin. Kim de mazlum olarak öldürülürse, muhakkak ki onun velisine (kısas) yetkisi vermişizdir. Öyleyse o da öldürmede/kısasta ölçüsüz davranmasın/aşırı gitmesin. Çünkü ona yardım edilmiştir.”[4]

Sabitesi olmayan her okuma, savrulmayla neticelenir. Çoğu zaman okuyucu, yazarın düşüncelerine mahkûm olur; okumaları onu imana, salih amele ve tecrübeye değil, kafa karışıklığına sevk eder. Hiç şüphesiz İslam’ın sabiteleri Allah’ın Kitabı’ndadır. Nebi’nin (sav) hayatı bir bütün olarak vahyin sabitlediği ilkeleri beyan etmiştir. Hâliyle Müslim bir okuyucu kanına, nöronlarına, nefesine… nüfuz edene dek Kur’ân ve Sünneti okumalı, okuduğu her meselede Allah’ın ayetlerini ve Nebi’nin (sav) hikmetini hatırlayacak kadar vahye vâkıf olmalıdır. Sabite sahibi olmanın başka bir yolu yoktur.

Tarih, Değişmez İlahi Yasaların (Sünnetullah) Tefsiridir

“Tarih nedir?” sorusuna İslami açıdan verilebilecek en kesin ve açık cevaplardan biri, “Tarih, değişmez İlahi yasaların tefsiridir.” olur. Binaenaleyh tarih okuyucusu önce sünnetullahı öğrenmeli, sonra tarihî vakıalarda sünnetullahın izini takip etmelidir. Örneğin;

“Neredeyse seni (Mekke’den) çıkarmak için ürküteceklerdi. (Şayet seni çıkarmış olsalardı) senden sonra orada çok az kalabilirlerdi. (Bu) senden önce yolladığımız resûllerimiz için (belirlediğimiz bir) sünnettir/yasadır. Sen sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.”[5]

Okuduğumuz ayet, Yüce Allah’ın değişmez yasalarından birine işaret eder. Bir zümre “Rabbim Allah’tır.” dediği için bir başka zümre tarafından yurdundan çıkarılırsa Allah (cc) tarihe müdahale eder, inananları baskıyla yurdundan çıkaranların o beldede yaşamasına müsaade etmez. Doğal afetlerle, dış düşman musallat ederek veya iç karışıklıklarla baskıcı toplumu o topraklardan çıkarır. Yüce Allah’ın bu yasasına şu ayetlerde de işaret edilmiştir:

“Kâfirler, resûllerine, ‘Şüphesiz ki ya dinimize dönersiniz ya da sizi yurdumuzdan çıkarır atarız.’ demişlerdi. Rableri onlara şöyle vahyetti: ‘Kesinlikle o zalimleri helak edeceğiz. Onlardan sonra (onların yerine) yeryüzüne sizleri yerleştireceğiz.’ Bu (müjde), benim (konum, azamet, heybet) makamımdan ve benim tehditlerimden korkanlar içindir.”[6]

“Kavminden ileri gelen müstekbirler demişlerdi ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri kesinlikle yurdumuzdan çıkarıp süreceğiz. Ya da kesinlikle dinimize geri dönersiniz.’ Demişti ki: ‘İstemesek de mi?’ (Bunun üzerine) onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Öz yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar (var ya); sanki orada zenginlik içinde hiç yaşamamışlar gibi… Şuayb’ı yalanlayanlar (var ya); asıl hüsrana uğrayanlar onlar oldular.”[7]

Yakın veya uzak tarihe dair yaptığımız okumalarda mekânların sabit olduğunu, mekânlarda yaşayanların ise sürekli değiştiğini görürüz. Toplulukların değişimini İsrâ Suresi’nden öğrendiğimiz yasa ışığında anlamaya çalışırsak tarih okumalarımız verimli olur. Aksi hâlde tarih, hoşça vakit geçirdiğimiz “esâtîru’l evvelîn”e[8] dönüşür. Sünnetullah ışığında yapılan tarih okumaları, bizi tarih okumalarının birçok afetinden korur. Tarih okumalarının bir afeti detayda boğulmak, dolayısıyla özü kaçırmaktır. Vahyin tarih anlayışını anlamak için en önemli kaynak, Kur’ân kıssalarıdır. Kur’ân kıssalarında detaya yer yoktur. Gündelik hayatın değişken, genel geçer yönlerine temas edilmez. Kıssalarda tarihin tekrar eden, değişmez yasaları vardır. Bu da Kur’ân kıssalarını faydasız detaylardan arındırmış, ibret ve ders çıkarmaya odaklı bir tarih anlayışı oluşturmuştur. Bir diğer afet, tarihi övgü veya sövgüye indirgemektir. Tarih övgü veya sövgü kitabı değildir. Tarih okuyucusu bir toplumun aşırı övüldüğünü veya yerildiğini görüyorsa sorunlu bir okuma yaptığını anlamalıdır. Kur’ân; olanı olduğu gibi aktarmış, yer yer nebilerin ve müminlerin zellelerine işaret etmiş; onları övdüğü gibi ağır ifadelerle kınadığı da olmuştur. Zira Kur’ân’ın gayesi tarihi bir ibret vesikası kılmak, okuyucunun tarihten ibret almasını sağlamaktır. Bunun için de tarihin tekrar eden (sünnetullah), ibret alınacak yönleri öne çıkarılmıştır.

Bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir ki bahse konu olan tarih, insanlık tarihidir ve bu tarihi oluşturan insandır. Tarihin öznesi zulüm, cehalet, nankörlük, haddi aşma… ile malul olduğu gibi, meydana getirdiği tarih de bir zulüm, cehalet, nankörlük, haddi aşma… tarihidir. Şayet tekrar eden sünnetullaha odaklanılmazsa tarih okumalarımız düşük bütçeli Yeşilçam melodramına dönüşür; zengin kız, fakir oğlan ve zalim baba kısır döngüsüne benzer zalim sultan, mazlum halk ve yalnız kahraman hikâyeleri okur dururuz.

Tarih, El-Hakîm İsminin Tecellisidir

Tarih de insan gibi Allah’ın (cc) iradesine boyun eğmiştir. Tarihte yaşananları yaratan Allah, El-Hakîm’dir. O (cc) her işinde hikmetlidir; yaşanan hiçbir hadise öylesine, amaçsız, hikmetten yoksun değildir. Tarihi Yüce Allah’ın El-Hakîm isminin şerhi gibi okursak bu, hem dünü doğru anlamamızı hem de bugüne doğru yerden bakmamızı sağlayacaktır. Örnek olması açısından Âişe Annemizin (r.anha) bir tarih okumasına bakalım:

“Buâs Günü Allah’ın, Resûl’ü için önceden cereyan etmesini takdir ettiği bir gündür. Allah Resûlü (sav) geldiğinde onların ileri gelenleri tefrikaya düşmüş, onların liderleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Bu sebeple Yüce Allah, bugünü Resûl’ü için, onların İslam’a girmelerini sağlayan bir sebep olarak önceden takdir etmiş oldu.”[9]

Buâs Savaşı, Hicretten 5 yıl önce yaşanmış bir iç savaştır. Bugün Ensâr diye andığımız Medineli Evs ve Hazrec Kabileleri savaşmış, Kabilelerin liderleri ve yaşlıları bu savaşta ölmüştür. Âişe Annemiz (r.anha) bu tarihî hadiseyi Yüce Allah’ın takdiri, planı ve hikmeti olarak okumuştur. Zira bu savaşta atalar yoluna körü körüne bağlı yaşlılar, liderlik tutkusu olan elitler ve şirk düzeninden ekonomik çıkarı olan servet sahipleri öldürülmüştür. Onlardan sonra Evs ve Hazrec’in liderliğini gençler üstlenmiştir. İşte bu gençler Allah Resûlü’nün (sav) davetiyle karşılaşınca hemen iman etmiş, dahası onun (sav) en yılmaz yardımcıları olmuşlardır. Şayet o yaşlılar öldürülmeseydi muhtemelen Mekke elitleri gibi İslam davetini reddedeceklerdi. İşte böyle… Cahiliyede yaşanan bir kan davası dahi Yüce Allah’ın El-Hakîm ismiyle tarihe müdahalesi olabilir. Âişe Annemiz de tarihi bu bakış açısıyla okumuş, birçoğumuz için cahiliyede yaşanmış bitmiş bir meseleyi yaşadığı günle ilişkilendirmiş, Yüce Allah’ın ilim ve hikmetine olan imanını pekiştirmiştir.

Bir başka örnek, nübüvvetten altı asır önce yaşanmış Yahudi sürgünüdür. Roma zulmünden kaçan Yahudiler, Arap Yarımadası’na, Medine’ye yerleşmişlerdir. Tam altı asır boyunca bir peygamberin zuhur edeceğini, onun sıfatlarını anlatmış ve onunla birlikte olanların yeryüzünün hâkimi olacağının propagandasını yapmışlardır. Bundan olsa gerek Allah Resûlü (sav) ile karşılaşan Ensâr, şu sözleri söylemekten kendilerini alamamıştır: “Bu, Yahudilerin bizi kendisiyle korkuttuğu peygamber olsa gerektir. Ona tabi olma hususunda Yahudiler bizi geçmesin. Onun davetine ilk icabet eden bizler olalım.”[10] Altı asır önce Yahudileri sürgün eden Roma, Nebi’nin (sav) kendilerini tarih sahnesinden silecek davetine hizmet ettiğini bilmiyordu elbet. Oysa Allah (cc), El-Kahhâr ismiyle Roma’ya ve Yahudilere boyun eğdirdi; İslam’ın en azılı iki düşmanı, İslam Medeniyeti’nin kuruluşuna yardım etti, Medine’yi Allah Resûlü’ne (sav) hazırladı.

Tarihteki olaylara yaşanmış bitmiş gözüyle bakarsak roman okur gibi tarih okuruz. Ancak tarihin Yüce Allah’ın El-Hakîm isminin tecellisi olduğunu bilirsek tarih ile Yüce Allah’a olan imanımız arasında bağ kurar, yeni bağlantılar keşfettikçe imanımızı pekiştiririz.

Tarihi Doğru Anlamada Tarihçinin Rolü

Sahih bilgi aktaran tarih kitapları ne kadar önemliyse sahih bilgiyi yorumlayan tarihçi de o kadar önemlidir. Zira sahih bilginin gayesi, faydalı ilim oluşturmaktır. Bunun gerçekleşmesi de sahih bilginin doğru yorumlanması ve doğru bir bağlama yerleştirilmesiyle mümkündür. Bilginin nasıl yorumlandığı veya bize hangi çerçevede sunulduğu ise tarihçinin duruşuyla ilgilidir. Örnek olsun; Huseyin’i (ra), Kerbela’da hunharca katleden Emevîler, daha sonra bu faciadan sağ kalan Ehl-i Beyt’e bazı maddi olanaklar sağlamış, onlara ikramda bulunmuştur. Bu tarihî bilgi; tarihçinin yaptığı yorum ve bilgiyi yerleştirdiği bağlam neticesinde, taban tabana zıt iki sonuç doğurabilir.

Bir tarihçi Yezîd’in bu olayda masum olduğunu, Kerbela faciasına çok üzüldüğünü söyleyebilir; bunun delilini de Kerbela faciasından sağ kurtulanlara izzet-i ikramda bulunması olarak gösterebilir. Bir başka tarihçi ise Yezîd’in tam bir şeytan ve diktatör olduğunu iddia edebilir, buna delil olarak da Kerbela’da katlettiklerinin yakınlarını parayla satın almaya kalkmasını öne sürebilir. Dikkat edilirse tarihî bilgi; bakış açısı ve yorum farklılığıyla birbirine tamamen zıt iki farklı sonuç doğurmuştur. Burada mesele, bilginin sıhhati ve subutu değil; o bilginin nasıl yorumlandığıyla ilgilidir.

Tarihçi bazen tarihte rol alan bir figürü fazlaca büyütür, öyle ki ağaca fazla yakınlaştığı için ormanı göremeyen insan gibi resmin bütününü görmemize engel olur. Sunduğu bilgi sahihtir; fakat fazla vurgu nedeniyle o bilgi, diğer sahih bilgileri görmemize engel olur. Örnek olsun; Moğollar hilafet(!) merkezi Bağdat’a yürüdüğünde Şii Vezir İbnu’l Alkamî Moğollarla anlaşmış, vezirliğini yaptığı halifeyi(!) yanlış yönlendirmiş; önce orduyu dağıtmasına sonra da Moğollara teslim olmasına sebep olmuştur. İbnu’l Alkamî’nin, (bugün Rafızî İran’ın Afganistan ve Irak işgalinde rolü olduğu gibi) Bağdat’ın düşmesinde rolü vardır, ancak Bağdat’ın düşmesinde ve yaşanan üzücü hadiselerde tek etken İbnu’l Alkamî değildir; dahası sebepler sıralamasında ilk üçe girmesi dahi mümkün değildir. Ancak mezhebî ve siyasi kaygılarla İbnu’l Alkamî’ye yapılan aşırı vurgu, şu soruların sorulmasına engel olmuştur:

Hilafeti saltanata dönüştüren zalimlerin ve verdikleri fetvalarla bu durumu meşrulaştıran ulemanın Moğol istilasında hiç mi payı yoktur? Birazdan zikredeceğimiz üzere, Moğol istilası sırasında ümmetin -sözde- halifesi olan basit insan, saltanat illeti nedeniyle o makama oturmuştur.

İbnu’l Alkamî gibi bir haini yanında vezir diye tutan basiretsiz yöneticinin hiç mi suçu yoktur?

Moğollar Bağdat’a ulaşıncaya dek kılını kıpırdatmayan, onların Bağdat’a girmek üzere olduğunu dahi başka bir emirliğin mektubuyla öğrenen, şahsi hazinesini büyütmeyi ümmetin işlerinden daha çok önemseyen bir fasığın hiç mi suçu yoktur?[11]

Düşman kapıya dayanmışken ordunun bir kısmını “masraf olduğu” gerekçesiyle dağıtan akıl(!), bir yönetici aklı mıdır ve böyle bir aklın(!) hiç mi suçu yoktur?

O güne kadar verdiği hiçbir sözü tutmayan Moğollara güvenen, onların verdiği emanla canını, yetkilerini ve namusunu Moğollara teslim eden, şereflice çarpışıp ölmek varken korku nedeniyle koyun gibi boğazlanan karakterin hiç mi suçu yoktur?

Şii Vezir İbnu’l Alkamî Moğollarla anlaşmıştır da Sunni emirlikler ne yapmıştır? Her biri bir diğer emirliği devirebilmek için Moğollarla ve dahi Haçlılarla ittifaklar kurmuş, birbirlerinin mülklerine saldırılar düzenlemiştir. Örnek olsun, Moğollar Bağdat’ı yerle bir ettikten kısa süre sonra Dımeşk Emîri Moğollarla iş birliği yaparak Memlüklere savaş açmak istemiştir. Sunnilerin içinde bulunduğu tefrikanın Moğol işgalinde hiç mi payı yoktur?

Tüm bunlardan önemlisi, Moğolların İslam âleminde ne işi vardır? Bu sorunun cevabı o günkü ahlak anlayışını da yansıtmaktadır. Şöyle ki; Cengizhan’ın tüccarları İslam âlemine gelir. Yanlarındaki değerli eşyalar nedeniyle katledilir, mallarına el konulur. Bu olay üzerine Cengizhan’ın yolladığı elçiler de yönetim tarafından katledilir. Putperest ve barbar Moğollar bunun üzerine İslam âlemine saldırır ve insanlık tarihinin şahitlik ettiği en büyük yıkımlardan biri yaşanır.[12]

Tüm bunlardan sonra sorabiliriz: Acaba Moğolları İslam âlemine çeken, İbnu’l Alkamî’nin ihaneti midir, yoksa Sunnilerin içinde bulunduğu itikadi, ahlaki ve siyasi bozulma mıdır? İbnu’l Alkamî olmasa, sonuç değişecek midir? Ümmetin yöneticisi sıfatıyla hilafet makamında oturan zat ile İbnu’l Alkamî arasında nasıl bir ahlaki fark vardır? İbnu’l Alkamî’nin yaptığı ihanetse -ki öyledir- ümmetin başındaki zatın yaptığı tam olarak nedir? Tarihin herhangi bir döneminde bir figürü fazla büyütmek, gerçeği görmemize ve sağduyulu bir değerlendirmede bulunmamıza engel olur.[13]

Tarihçilerin veya eserlerinde tarihî verileri sıklıkla kullanan yazarların bu tuzağına düşmemek için şunlara dikkat edebiliriz:

İlgilendiğimiz tarih dilimini farklı kaynaklardan okumak, mümkünse farklı bakış açılarına sahip tarihçilerin kaynaklarını taramak.

Her tarihî hadisenin bir zaman ve mekânda cereyan ettiğini bilmek; o dönemin dinî, siyasi, kültürel durumuna dair bilgi edinmek.

Kendi sorularımızı oluşturmak ve yazarın verdiği sebep sonuç ilişkisiyle yetinmeyip farklı sebep sonuç bağlantıları kurmaya çalışmak. Özetle yazarın kitabını okumak, ancak aklımızı yazara teslim etmemek.

Tarihin öznesi insan olduğu gibi tarihî veriyi yorumlayan tarihçi de insandır. Yani tarih de o tarihin yorumu da insani zaaflarla maluldür. İnsanın temel zaaflarından biri de bir günah keçisi seçmek ve tüm sorumluluğu ona yüklemektir. Taraflı tarih yazımında genelde bir figür günah keçisi seçilir, tarihin tüm olumsuzluğu onun omuzlarına yüklenir.[14] Yahudi ahlakını temsil eden bu çocukça düşünme biçimi, aslında tarihçinin kendi tarihini aşağılamasıdır. Örneğin sahabe arasındaki fitneyi yalnızca Abdullah ibni Sebe’ye bağlayan tarihçi, dolaylı olarak şunu söylemektedir: Biz o kadar zayıf bir ümmetiz ki tek bir adam bizi birbirimize düşürebilir, birliğimizi parçalayabilir. Evet, elbette Yahudi dönmesi İbni Sebe’nin yaşanan fitnelerde rolü vardır. Ancak İbni Sebe yalnızca sebeplerden biri, belki de en zayıfıdır. Asıl sebepler daha derin ve girifttir, titiz bir etüdü gerektirmektedir. Tarihî hadiseleri değerlendirirken bir şahsı öne çıkarma zaafı, usuli bir zaaftır ve kolaycılığa teşne insan nefsine hoş gelmektedir. Ne ki bu zaaf, çağımızın sorunlarını değerlendirirken de ayak bağı olmakta, olayların gerçek sebeplerinden ziyade tüm sorumluluk ötekine (bazen ABD, bazen Batı, bazen Siyonistler…) yıkılmaktadır. Böylesi bir çözümleme; sorunları doğru kavramamıza, dolayısıyla gerçekçi çözümler üretmemize engel olmaktadır.

Yüce Allah’tan niyazım bizleri dünü ve bugünü doğru değerlendirecek ilim, istikamet ve basiretle rızıklandırması; tarih ayetinden ibret alanlardan kılmasıdır. Hiç şüphesiz tarih; olmuş ve bitmiş olaylar manzumesi değildir. Aksine tarih yaşanmıştır, yaşanmakta olanı ve yaşanacak olanı da etkileyen döngüsel bir süreçtir. Yine hiç şüphesiz fizik yasaları olduğu gibi tarihin de değişmez yasaları vardır. Kur’ân ayetlerini tedebbür bir sorumluluk olduğu gibi Yüce Allah’ın ayetlerinden olan toplumsal yasaları ve o yasaların uygulamalı alanı olan tarihi tedebbür de bir sorumluk ve kulluk vazifesidir. Bu vazifemizi hakkıyla yerine getirebilmek için ihtiyacımız olan ilim, istikamet ve basiret ise O’nun (cc) elindedir…


[1]. 9/Tevbe, 100

[2]. 59/Haşr, 10

[3]. bk. 57/Hadîd, 10

[4]. 17/İsrâ, 33

[5]. 17/İsrâ, 76-77

[6]. 14/İbrâhîm, 13-14

[7]. 7/A’râf, 88, 91-92

[8]. Öncekilerin masalları

[9]. Buhari, 3777

[10]. Zâdu’l Meâd, 3/40; Sîretu ibni Hişâm, 1/429

[11]. O denli mal sevgisi ile mubteladırki, kendisine emanet edilen malları, şahitler olmasına rağmen inkar edebilmekte, şahsi hazinesine aktarabilmektedir. Tarihçilerin aktardığına göre Nasır Davud ibni Muvazzamın 100.000 dinar değerindeki malını zimmetine geçirmiştir. (El-Bidâye ve’n Nihâye, İbn Kesîr, Çağrı Yayınları, s. 380)

[12]. Bazı tarihçiler, Moğol heyetinin casus zannedildiği için öldürüldüğünü iddia eder. Ancak bu savı destekleyen açık bir kanıt yoktur. Ayrıca sonradan gelen elçinin öldürülmesi de emirliklerin siyasi ahlakına ışık tutmaktadır.

[13]. İlmî emanet babından belirtmeliyim ki kaynak kitaplarımız -bazı yorum hataları içerse de- olayları bütünlük içinde arz etmiş, dikkatli bir okuyucunun tüm sebepleri bir arada görebileceği bir anlayışla tarih yazmışlardır. Günümüzde bazı tarihçiler aynı hassasiyete sahip olsa da operasyonel ve seçici bir tarih yazıcılığı olduğu da muhakkaktır. Bu tür kitaplarda tarihçi veya tarihî malzemeye atıf yapan yazar, okuyucuyu yönlendirmek için olayların ardındaki belli sebepleri öne çıkarır, seçilmiş sebepleri büyüterek olayın bütününü gizlemiş olur.

[14]. Yahudilerde günah keçisi anlayışı için bk. Levililer, 16/1-11

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver