Mekke cahiliyesinde, düzenli kurumlar ile yapılan bir eğitim faaliyeti söz konusu değildi. Doğal olarak da insanların büyük bir bölümü, okuma-yazma bilmiyordu. Bilenler ise ya toplumsal konumları itibarı ile, ya da kendi uğraşları sonucunda bu meziyete erişmişlerdi.
Zaten toplumun o günkü hali de okuma-yazmaya sadece diplomatik bazı işlerde ihtiyaç duyacak şekilde idi. Bu açığı kapatacak Mekke’nin eşrafından olan insanlar da mevcuttu.
Halk ise, dini ve dünyevi meselelerle alakalı bilgi eksikliğini farklı şekillerde gidermeye çalışıyordu. Örneğin, genellikle sıkıntılarına çözüm bulmak için gittikleri kahinlere, bilmedikleri herhangi bir mesele hakkında malumat sahibi olmak için de başvurabiliyorlardı. Şirk toplumu için bu, kesin bir bilgi kaynağı idi.
Aynı şekilde ehli kitaba mensup kişilere de ‘kitap sahibi’ olmaları nedeniyle farklı bir gözle bakıyorlar ve zaman zaman onlara da danışıyorlardı. Bu işi, direkt Yahudi ve Hristiyanlara giderek yaptıkları gibi, bazen de ehli kitabın kaynaklarını okuyan Varaka Bin Nevfel gibi kendi içlerinden olan insanlara giderek gerçekleştiriyorlardı.
Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem, vahyin geldiği ilk anlarda, yaşadığı durumun ne olduğunu anlayabilmek için Hatice annemizle Varaka’ya gitmeleri buna verilebilecek bir örnektir.
Hiç şüphesiz şirk toplumunda bilgi akışını sağlayan en önemli mekanizma, Mekke’de kurulan panayırlar ve orada söylenen şiirlerdir.
Onlar okuma-yazma bilmiyorlardı belki ama, Allah subhanehu ve teâlâ tarafından bahşedilen müthiş bir ezber yeteneğine sahiptiler. Bir dinleyişte yüzlerce beyitlik şiirleri ezberleyebiliyorlardı. Özellikle hac mevsimlerinde kurulan panayırlarda şairler dini, dünyevi ve ahlaki meselelerle alakalı şiirler söylüyorlar, vermek istedikleri mesajları bu vesile ile iletip, bir nevi kamuoyu oluşturuyorlardı. İnsanlar da bu şiirleri ezberleyip bilgi eksikliklerini kapatmaya çalışıyorlardı.
Kısaca çizmeye çalıştığımız bu tablo bize şunu anlatıyor:
Mekke toplumu hakiki manada bir cahiliye içerisinde idi. Dünyalarını imar edecek, yaşam standartlarını yükseltecek, hayatlarını kolaylaştıracak, kültürel seviyelerini etraflarındaki uygarlıkların seviyesine çıkartacak bilgi birikiminden yoksundular.
Ama bundan da önemlisi, hem onlara hem de medeniyet düzeyi yüksek o günün imparatorluklarındaki halklara ‘cahiliye toplumları’ denmesinin sebebi Allah subhanehu ve teâlâ hakkındaki bilgisizlikleriydi. Onlar Allah’ı tanımıyorlardı. O’na şirk koşarak ibadet ediyorlardı.
Vahiyle aydınlanıp Rabblerini doğru bir şekilde tanıyıncaya, bu vesile ile yeryüzünün efendileri oluncaya kadar cahiliye bataklığında debelenmeye devam ettiler.
Kavramlar meseleleri anlamak için kilit roldedir. O yüzden Müslüman fert, istikamet üzere olmak ve sebat edebilmek için kavramları Kur’an ve sünnet ışığında tanımlamalıdır.
Bugün incelemeye çalışacağımız kavram ‘cehalet’tir. Yaşadığımız toplumda insanlar İslam’ı, hayatlarının çok dar bir alanına sıkıştırdıkları için cehaleti de dünyevi gözlüklerle incelemektedirler. Bu da onları şu sonuca götürmektedir: ‘Cahillik okuma-yazma bilmemektir. Aynı Mekke cahiliyesinde ve bugün bazı geri kalmış ülkelerde olduğu gibi. Bunun giderildiği kurumlar da, ülkemiz için bugünkü okullardır.’ Bu düşünce artık toplumun genelinde kabul gören bir kanaat haline gelmiştir.
Biz bu görüşün sağlamasını kitap ve sünnete bakarak yapabiliriz. Böylece cehalet kavramının İslam’da nasıl tanımlandığını da öğrenmiş olacağız inşallah.
İslam’a Göre Cehalet\Cahil Allah’ı Tanımayan Cahildir
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Peygamber olmadan önce uzun bir tefekkür devresi geçirdi. Düşünüyor ve insanların taptıkları putların ilah olamayacağına kanaat getiriyordu. Ailesini de onlara tapmaktan sakındırıyordu. Ama gerçek ilah kim veya ne? İşte bunu bilmiyordu. Çünkü henüz Allah’ı hakkıyla tanımıyordu.
“Sen kitabın da imanın da ne olduğunu bilmezdin.” (3/Ali İmran, 154)
Ne zaman ki vahiy geldi;
“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” (47/Muhammed, 19) Gibi onlarca ayet zihnini ve kalbini aydınlattı, işte o zaman şu söz duyuldu ağzından:
“Allah’a yemin olsun ki ben onların Allah’ı en iyi bileni ve O’ndan en çok korkanıyım.” (Buhari, Müslim)
Şimdi de gözlerimizi daha biraz önce Kızıldeniz’in ortasından geçip, Firavunun orada helak oluşunu izleyen İsrailoğullarına çevirelim. Musa aleyhisselam ile beraber yol alırlarken, henüz Allah’ın yardımının izleri zihinlerinde canlı bir halde şu teklifte bulunuyorlar:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Kendilerine ait putlara tapagelen bir topluluğa rastgeldiler. ‘Ey Musa! Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yap.’ dediler. (Musa) ‘Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz.’ dedi.” (7/Araf, 138)
Evet, onlar Allah’ı tanımayan cahillerdi. O ki, Yahudileri Firavunun zulmünden kurtaran, tapmayı istedikleri putlar ile şirk koşulmaktan münezzeh, tek olan Allah’tı.
Uhud günü yenilgiyi tadınca Allah’ın yardımı hakkında şüpheye düşen münafıklar da, aynı gerekçelerle cahil damgasını yemişti:
“Bir kısmı da canlarının sevdasına düşmüşlerdi. Allah’a karşı cahiliyet zannı gibi hakkın dışında bir zan besliyorlardı. ‘Bu işten bize bir pay var mı?’ diyorlardı. De ki: ‘Her şey Allah’ın elindedir.’ onlar sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar ‘Bizim bu işten bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik.’ diyorlar…” (3/Ali İmran, 154)
Az önce kafirleri savaş meydanından silip ganimetleri toplamaya başlarken, bir anda durum aleyhlerine dönünce, ölümün nefesini enselerinde hissetmeye başlayınca, Allah’ın gücü hakkında tereddüte düştüler. Halbuki Allah Aziz ve Hakimdir. Gücü her şeye yeter. Fakat gücünü hikmet ile kullanır. İşte münafıklar bundan habersiz cahil bir topluluktu.
Şimdi biraz düşünelim! Acaba bugün cehaletten kurtulsun diye çocukların emanet edildiği okullar Allah’ı ne kadar anlatıyor? Bir çoğumuz maalesef bu okullarda yetiştik ve de Allah’tan bahsedilen tek ders olan ‘Din Kültürü’ derslerinin de ne olduğunu iyi biliriz. Acaba orada Allah’ın yeri, göğü ve insanları yaratması, yağmuru yağdırması, nimetleri vermesi, yani kısaca yaratıcı olması dışında bir sıfatının anlatıldığını duyan var mı? Bu vasıfların hatta bundan daha da fazlasının Allah’a has olduğunu Mekkeli müşrikler de biliyordu. Ama bu bilgileri onları müşrik olarak isimlendirilmekten ve cehalet içinde olmaktan kurtarmadı:
“De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor?’ hemen: ‘Allah’ diyeceklerdir. De ki: ‘O halde O’na isyan etmekten korkmaz mısınız?’ (10/Yunus, 31)
“Eğer sen onlara: ‘Göklerle, yeri kim yarattı ve güneşle ayı kim emrinize verdi?’ diye sorsan, onlar elbette: ‘Allah’ diyeceklerdir. O halde nasıl yüz çevirip döndürülüyorlar?” (29/Ankebut, 61)
Müşrikler gerçekten de Allah’ın bu vasıflara sahip olduğunu kabul ediyor, istisnalar olmakla beraber itikatlarında da sebat ediyorlardı. Ama günümüz okullarında öğretilen eksik Allah inancı dahi hayat bilgisi dersinde inkar ediliyor. Orada: ‘Kainattaki her şey tabiatın kendi içindeki dönüşümü ile gerçekleşiyor.’ denilerek Allah’ın kudreti bir anda silinip atılıyor. Mekkeli müşrikler kadar bile itikatlarında sebat edemiyorlar!
Tüm bu izahlardan sonra şu soruyu sormak hakkımız: Acaba bugünkü eğitim kurumlarında yetişip bilgi yığını altında ezilen, ama Allah’ı tanımayan çocuklar Kur’an’a göre cahil mi, alim mi?
Ciğer parelerimizi bu cehalet bataklığından kurtarmak için daha neyi bekliyoruz?
Unutmayalım! İslam’ın nazarında müşrikleri kızdıracak ‘Ahad’ kelimesinden başka bir şey bilmeyen Bilal ‘Alim’di! Daha 28-29 yaşında, Mekke cahiliyesinin Bakanlar Kuruluna üyeliğe, bilgi\birikimi nedeniyle kabul edilen Amr İbni Hişam ise Müslümanların isimlendirmesiyle ‘Ebu Cehil’di! Yani cehaletin babası!
Ahiret Bilinci Olmayan, Sadece Dünyaya Endeksli Yaşayan Cahildir
“Onlar ki kuşatıcı bir cehalet içinde gafil kimselerdir. ‘Din günü ne zamandır?’ diye sorarlar.” (51/Zariyat, 11-12)
Mekkeli müşriklerin çoğu ahirete inanmıyorlardı. Çünkü bu inanç onlara ağır geliyordu. Onlar için dünya en güzel şekilde yaşanılacak, sonra da yok olunup gidilecek bir hayattı. Hesap vermekten korkmak sorumluluk duygusundan uzaklaştırıyordu müşrikleri.
Ahireti yok saymak, elinin tersi ile itmek, insanı dünyaya dört elle sarılmaya sevk eder. Sürekli, dünyada daha kalıcı olmanın yollarını arar. Buradaki hayatını güzelleştirmek için her şeyi mubah görür. İşte bu hali onun cehalet içinde olduğunun göstergesidir.
Peki bu cahillerin dünyada daha iyi yaşayabilmek için elde ettikleri bilgiler onlara fayda sağlıyor mu? Cevabı ayette dinleyelim:
“Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Dünya hayatından yalnız görünen kısmı bilirler. Fakat ahiretten yana gafil olanların ta kendileridir onlar!” (30/Rum, 6-7)
Evet! Onlar zaten ahireti unutarak hüsrana uğrayanlardan oldular. Ama can havliyle sarıldıkları bu dünyada elde ettikleri bilgiler de onlara fayda sağlamadı. Hatta kimi zaman sonlarını getirdi. Çünkü onlar Allah’ın öğrenilmesini emrettiklerini değil de, nefislerini daha iyi tatmin edecekleri bilginin peşinde koştular. İşte bu durumda ayetin ifadesi ile cahillik ve hüsranla sonuçlanacak bir akıbete işaretti. Bunu net bir şekilde gösteren şu ayetler çok dikkat çekicidir:
“Hud kavmine dedi ki: ‘Azabın ne zaman geleceğine dair ilim, ancak Allah’ın yanındadır. Ben, size benimle gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fakat ben sizin cahil bir topluluk olduğunuzu görüyorum. Onlar onu(azabı) vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde: ‘Bu bize yağmur indirecek bir buluttur.’ dediler. Hud dedi ki: ‘Hayır. O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bir rüzgardır ki onda acıklı bir azap vardır.’ ” (46/Ahkaf, 23-24)
Subhanallah! Bir de ahiret bilinci en sağlam kul olan Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem bakalım. Müslim’de geçen bir rivayette Aişe radıyallahu anha annemiz şöyle buyuruyor:
“Şiddetli rüzgar estiğinde Peygamber: ‘Allah’ım! Bu şiddetli rüzgarın hayrını, bunun kapsadığı hayırları ve özellikle de gönderildiği şeyin hayrını dilerim. Onun kötülüğünden, içinde taşıdığı kötülüklerden ve gönderilmiş olduğu şeyin kötülüğünden sana sığınırım.’ derdi. Hava bulutlandığı zaman yüzünün rengi değişir, yerinde duramayıp içeri girer, çıkardı. İleri-geri gidip, gelirdi. Yağmur yağdığı zaman ise yüzünün rengi açılırdı. Ben, bunu onun yüzünden anlardım. Ona bunun sebebini sordum. O da: ‘Ey Aişe! Belki, bu bulut ‘Onlar azabı vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde: ‘Bu bize yağmur indirecek bir buluttur.’ dediler.’ (46/Ahkaf, 24) ayetinde helak olan Ad Kavminin söylediği gibi bir şey olabilir.’ buyurdu.” (Buhari, Müslim)
Allahu Ekber! Böyle endişelenen kim? Allah’ın: “Sen onların içindeyken onlara azap edecek değilim.” (8/Ahkaf, 33) dediği Rasûl!
Peygamberlerin dahi: “Ah nefsim, Ah nefsim!” diyerek kendi dertlerine düştükleri kıyamet gününde, insanların sıkıntılarını gidermesi için Allah’a niyazda bulunarak secdeye kapanan ve sonunda şu hitaba muhatap olan Nebi: “Ey Muhammed! Başını kaldır. Ne istersen sana verilir. Şefaat eyle şefaatin kabul edilir.” (Buhari, Müslim)
Allah’ın habibi, halili: “Allah İbrahim’i candan dost edindiği gibi beni de candan dost edindi.” (Müslim)
Şimdi cahil kim? Yeryüzündeki her türlü işi evirip, çevirecek bilgiye sahip olan ama Allah’ın subhanehu ve teâlâ huzurunda hesap vereceğinin bilincinde olmadan dünyaya endeksli yaşayan mı? Yoksa ümmi (okuma-yazma bilmeyen) olan ama gelmiş, geçmiş günahları affolunmasına rağmen, ayakları şişinceye kadar namaz kılan Nebi mi?
Vicdanlarımıza dönelim ve soralım: ‘Yıllarca okuduğumuz bu okullarda ahiretle ilgili ne öğrendik?’, ‘Hesap vereceğimize dair bilincimiz ne kadar gelişti?’, ‘Bunlarla alakalı hiçbir olumlu gelişme olmadığı gibi bizleri daha çok dünyaya bağlayacak şeyler öğrenmedik mi?’ Allah’ın rahmet ettikleri tefekkür ettiklerinde dünya sevgisinin sinelerine, hangi boyutlarda yerleşmiş olduklarını göreceklerdir.
Öyleyse Kur’an’ın yol göstericiliğinde şu sonuca ulaşabiliriz: İnsanları dünyaperest yapan, ahireti ve hesap verme bilincini unutturan bugünkü okullar ve onlara benzeyen tüm eğitim kurumları ilim değil cehalet yuvalarıdır.
Günahlara Meyletme, Masiyetten Uzaklaşma İmkanı Varken Hala Onda Israr Etme Cehalettir
Okullardaki durumu gözümüzün önüne getirdiğimizde bu başlığın altını doldurmanın maalesef çok kolay olduğu görülecektir. Günümüz eğitim kurumlarında hangi ahlaksızlıkların, rezaletlerin olduğu, o kurumların sahibi olan devletin istatistiklerinde bile mevcuttur. Sigara, uyuşturucu ve içki kullanma yaşının oldukça düşmesi, zinanın her türlüsünün normalleşmesi, bütün toplum tarafından tepki gören noktalar işlenmiştir bu istatistiklerde.
Bununla beraber toplum genelince normal karşılanan fakat İslam’da ‘Allah’a isyan’ olarak zikredilen ahlaksızlıklar da mevcut:
Karma eğitim…
Okulun kontrolü ve teşviki ile bu birlikteliğin okul dışında gerçekleştirilen organizasyonlarla sürekli hale getirilmesi…
Bunun doğal sonucu olarak fertlerin üniversite çağına kadar iki-üç sevgili değiştirmesi ya da en azından hayalini kurması…
İslamî olmayan giyim türlerinin dayatılması…
Kızların, İslamî örtünmeyle alakası olmayan başörtüsünü takmalarının bile yasak olması…
Liste uzayıp gider! Eğitimin ulaşmak istediği nokta gelişmiş(!) (Batılı) ülkelerin şu an bulunduğu hal olduğunu düşünürsek, ahlaksızlıkların azalacağını söylemek hiç de mümkün değil.
Acı olan nokta şu ki, tüm bu günahların kaynağı olan yerler çocukların cehaletten kurtulsun diye gönderildiği okullar. Halbuki Allah Yusuf’un aleyhisselam dilinden günahlara batmanın bizzat cehalet olduğunu bize öğretiyor:
“Yusuf dedi ki: ‘Rabbim! Ben zindanı, bu kadınları beni kendisine davet edegeldikleri şeye tercih ederim. Eğer sen bunların tuzaklarını benden savmazsan onlara meyleder, cahillerden olurum.’ ” (12/Yusuf, 33)
Sonuç
Öyleyse acilen cehaletten ne anladığımızı Kur’an ve sünnet ışığında gözden geçirmeliyiz. O zaman netlikle göreceğiz ki, bugünün ilim yuvaları olarak pazarlanan okullar, aslında topluma cehaletin pompalandığı merkez üsleridir.
Rabbim bizi, ehlimizi ve tüm Müslümanları cehaletten korusun!
Notlar
Eğitim kurumlarını içinde barındırdıkları itikadî ve ahlakî bataklık nedeniyle terketmek Müslüman için gerekli ama yeterli değildir. Tabiat boşluk kabul etmez. Okula gönderilmeyen çocuklar evde süs eşyası muamelesi görmeyeceğine göre, muhakkak bir şeylerle ilgilenecektir. Bu süreçte aileye çok büyük görevler düşmektedir. Çocuğu okuldan koruyoruz derken, televizyona, internete, sokağa ve/veya kötü arkadaşa teslim etmek en basit ifadesi ile ‘denizi geçip derede boğulmak’tır.
Aile öncelikle çocuğunun Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasına uygun bir şekilde eğitim göreceği yerler aramalıdır. Bulamazlarsa da, evde kendileri ilgilenmelilerdir. Bu kolay bir mesele olmadığı için Allah’tan sürekli yardım istemeli ve konuyu uzmanlarına danışıp aldığı cevaplara göre hareket etmelidir.
Bizim asıl değinmek istediğimiz nokta ise evlatlarına İslamî bir eğitim imkanı bulan ailelerle alakalı. Böyle bir toplumda çocuğunu cehalet yuvalarından kurtarmak ve Allah’ın rızasına uygun bir şekilde eğitim göreceği yerlere gönderebilmek başlı başına büyük bir nimettir. Nimetlerde ise değişmez bir kaide geçerlidir. ‘Eğer şükür varsa nimet artar. Şükür bittiğinde ise nimetin tam zıddı ile karşılaşılır.’
Her ne kadar bu kaideyi hepimiz bilsek de, neyin nimet olduğunu, nasıl şükretmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Böyle bir imkanın nimet olduğunda karar kıldıysak, şükrünü nasıl eda edebileceğimize bakalım.
a. Dil ile Yapılan Şükür: Bu nimet için sürekli Allah’a subhanehu ve teâlâ hamdetmek, nimetin süreklilik arzetmesi için niyazda bulunmak, cehalet yuvalarının kötülüğünü ve oralardan kurtuluşun faziletini anlatmak, dünyevi hiçbir çıkar gözetmeden çocukların salih\saliha olması için çaba gösteren hocalara dua etmek.
b. Hal Dili ile Yapılan Şükür: İnsan bir şeyin nimet olduğuna kanaat getirmişse onun elinden uçup gitmemesi için var gücü ile uğraşır. İşte bu, hal dili ile yapılan şükrün temelini oluşturur. ‘Hal dili ile nasıl şükredebilirim?’ sorusuna verilen cevapların hepsini sıralamak mümkün değil. Ama genel bir örnek vererek zihinlerde bir tasavvur oluşturmaya çalışalım inşaallah.
Çocukla İlgilenmek: Maalesef Allah’ın rahmet ettikleri müstesna, bu konuda bir çoğumuz çok gerilerdeyiz. Hatta acı bir gerçek olarak şunu bile müşahede etmekteyiz: Çocuklarını Rabbani gerekçelerle tağutun okullarından kurtaran aileler, orada çocuklarına gösterdikleri ilgiyi şimdi göstermiyorlar. Bu durum zihinlerde bir çok soru işaretine yol açıyor.
Eğer siz evlatları ile ilgilenmeyen taifedenseniz, hemen ‘Yanlışın neredesinden dönülürse kardır’ düşüncesiyle harekete geçmelisiniz. Geçmişin telafisi, nimetin zeval bulmaması için bu çaba gerekli.
‘Ben çocuğumla ilgileniyorum.’ diyenlere de bir tavsiyede bulunabiliriz. Nasıl ilgilendiğinizi çocuğunuza eğitim veren kişilere anlatın. Bunu neden söyledik? Çünkü herkesin ilgilenmekten anladığı şey başka. Kimi aileler ‘Oğlum\kızım nasılsın?’ diye sormayı ilgi için yeterli görürken, kimilerine göre de ölçü ödevlerini yaptırmak, başka bir aile ise ‘Çocuğun okul ihtiyaçlarını karşılasam yeter’ diye düşünüyor ve bunu ‘ilgilenmek’ olarak isimlendiriyor.
Bu ihtilafın en kesin çözümü ise başta da söylediğimiz gibi çocuğunuzu tanıyan eğitimciye danışmaktan geçer. Buradan alacağımız ödevler ışığında atacağınız adımlar, şükür fiili olarak -inşaallah- Allah katında değer bulacaktır.
“Eğer şükrederseniz nimetimi arttırırım. Nankörlük edenlere gelince, muhakkak ki benim azabım çok şiddetlidir.” (14/İbrahim, 7)
Duamızın sonu: Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap