Seçilmiş ve Şahit Ümmet

SEÇİLMİŞ VE ŞAHİT ÜMMET

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûlü’ne salat ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Yüce Allah İslam ümmetine birtakım faziletler ihsan etmiş, buna mukabil onlara birtakım sorumluluklar da yüklemiştir. Bu ay Hac Suresi’nin 77 ve 78. ayetlerini merkeze alarak İslam ümmetine bahşedilen ihsanlar ve onlara yüklenen sorumlulukları ele alacağız:

“Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet/kulluk edin ve hayırlı işler yapın ki kurtuluşa eresiniz. Allah yolunda hakkıyla/Allah’ın şanına yakışır şekilde cihad edin. O sizi seçti. Dinde size bir darlık/güçlük yüklemedi. Atanız İbrahim’in milletine (uyunuz)! O (Allah) sizleri bundan önce de bunda da Müslimler/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullar diye isimlendirdi ki, Resûl size, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a tutunun. O, sizin Mevlanızdır. Ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcı!”[1]

“Ey İman Edenler!”

Her söz ehemmiyetini sahibinden alır. Nidanın sahibi Allah (cc) olunca mümin dikkat kesilir; akleden bir kalp, kavrayan bir kulak ve tüm benliğiyle yönelmiş olarak o sözü anlamaya çalışır.[2] Bilir ki İlahi nidanın ardından ya bir emir ya da bir nehiy gelir ve her İlahi hitap onu bir hayra irşad ederek bir kötülükten uzaklaştırır.

Abdullah ibni Mes’ûd (ra) şöyle demiştir:

“ ‘Ey iman edenler!’ nidasını duyduğunda kulak kesil! Ya bir hayırla emrolunacak ya da bir şerden nehyolunacaksın.”[3]

“Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet/kulluk edin ve hayırlı işler yapın ki kurtuluşa eresiniz.”

Yüce Allah İslam ümmetine bazı sorumluluklar yüklemeden önce onlara rükûyu, secdeyi, kulluğu ve hayırlı işler yapmayı emretmiştir. Demek ki bir ayet sonra gelecek olan Allah yolunda hakkıyla cihad, seçilmişlik ve Allah’ın yeryüzündeki şahitleri olma vazifesi ancak çokça rükû ederek, secde ederek, hayırlı işlerde yarışarak; yani kulluk bilinciyle deruhte edilebilir. İslam davasını diğer tüm batıl dinlerden, beşerî ideolojilerden ve faydasız davalardan ayıran tam da budur. Bu dava heyecan veren sloganlarla, etkileyici cümlelerle ve edebî metinlerle/bildirilerle sürdürülecek bir dava değildir. Yolun sahibi Allah’tır (cc) ve yolun hakkını vererek yürüyecek olanlar, yolun her merhalesinde kul olduklarını hatırlayanlardır. Ayetlerin başı bu hakikate işaret ettiği gibi sonu da bu hakikate işaret etmiş, Yüce Allah İslam ümmetine sorumluluklarını hatırlattıktan sonra mübarek sözlerini şu ifadelerle bitirmiştir:

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a tutunun. O, sizin Mevlanızdır. Ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcı!”[4]

Allah yolunda hakkıyla cihad etmeye, seçilmişlerden olmaya, İbrâhîm’in milletine ve yeryüzünde şahitlerden olmaya aday olan her mümin bu hakikati anlamalı, anlamaktan da öte tâ yüreğinde hissetmelidir: Bu dava kulluk davasıdır. Allah’a (cc) kul olmayı başarabilenler, insanları kula kulluktan kurtarıp yalnızca Allah’a (cc) kul olmaya davet edebilecektir. Ayetin sonunda vurgulandığı gibi kurtuluşun yolu da budur.

“Allah yolunda hakkıyla/Allah’ın şanına yakışır şekilde cihad edin.”

Allah (cc) bizlerden herhangi bir cihadı değil de hakkıyla, yani O’nun (cc) şanına yaraşır şekilde cihad etmemizi ister. Bir işin hakkını vermek, insanın o iş için elinden geleni ortaya koyması yani yapılabilecek en güzel şekilde yapmaktır. Bunun şeriattaki karşılığı ise ihsan üzere Allah’a (cc) kulluktur.

Hac Suresi Mekkî surelerden olduğundan buradaki cihaddan kastın ne olduğunda ihtilaf edilmiştir.[5] Ayetin bağlamına baktığımızda ayet müminlere genel sorumluluklarını hatırlatmakta, onları bireyler olarak değil ümmet olarak muhatap almaktadır. Bu da ayette kastedilen muradın bir müminin kendisiyle mükellef olduğu tüm cihad türlerini kapsadığını gösterir. Şer’i naslar incelendiğinde cihadın çeşitlerinin şunlar olduğu görülür:

“Cihâd dört basamaktır:

1. Nefisle,

2. Şeytanla,

3. Kâfirlerle

4. Münâfıklarla.

1. Nefisle cihâd dört şekilde yapılır:

a. Gerek dünyada gerekse âhirette nefsin mutluluğunun ancak kendisiyle olacağı doğru yolu ve hak dini öğrenme konusunda nefisle cihâd etmektir.

b. Bu doğru yolu ve hak dini öğrendikten sonra onun gereğince davranma konusunda nefisle cihâd etmektir.

c. İnsanları bu dine davet etme ve bilmeyenlere onu öğretme konusunda nefisle cihâd etmektir. Aksi hâlde insan, Allah’ın indirdiği açıklamaları ve hidayeti gizleyen kimseler durumuna düşer. Bu durumda ilmi ona fayda vermediği gibi, onu Allah’ın azabından da kurtaramaz.

d. Allah’a davetin zorluklarına ve insanların eziyetlerine karşı sabretme konusunda nefisle cihâd etmektir.

Bu dört türü tamamlayan kişi rabbanîlerden, yani gönlünü Allah’a vermiş kişilerden olur.

2. Şeytanla cihâd iki şekilde yapılır:

a. Şeytanın insanın içine atıp imanı felakete götürecek şüphe ve kuşkuları bertaraf etme konusunda şeytanla cihâd etmektir.

b. İnsanın içine attığı bozuk iradeleri ve tutkuları defetme konusunda şeytanla cihâd etmektir. Birinci şekil cihâddan sonra yakîn (kesin bilgi, inanç), ikincisinin sonunda ise sabır meydana gelir. İkincisi sabırdan sonra oluşur. Nitekim Allah Teâlâ, ‘Sabredip âyetlerimize kesin olarak inandıkları zaman içlerinden emrimizle doğru yola ileten önderler çıkardık.’ buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini haber vermektedir. Çünkü sabır, tutkuları ve bozuk iradeleri, kesin inanç ise kuşku ve şüpheleri bertaraf eder.

3. Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâdın dört çeşidi vardır: a. Kalple, b. Dille, c. Malla, d. Canla cihâd. Gazâya çıkmadan ve içinden gazâya çıkmayı düşünmeden ölen kimse münafıklığın bir şubesi/sınıfı üzerine ölmüş olur.”[6]

İslam ümmeti mücahid bir ümmettir; hayatın iman ve cihaddan ibaret olduğunu bilir. Bütün sorumluluklarını cihad/mücadele şuuruyla yerine getirir. Bir savaşçının dikkat ve titizliğiyle nefsine, şeytana ve İslam düşmanlarına karşı teyakkuzda olur.

“O sizi seçti.”

İslam ümmeti Allah tarafından seçilmiş mübarek bir ümmettir. Ümmetin her bir ferdi şeçilmişlik duygusunu hissetmeli, seçildiğinin bilincine varmalıdır. Özellikle “Bizden adam olmaz!” nankörlüğünün en yaygın hastalıklardan olduğu bu çağda… Bu ümmette hayır olduğu için Allah (cc) onu seçmiş, son çağın şahidi kılmıştır. Evet, toprağın kış aylarındaki cansızlığı gibi bir hâlin bu ümmeti bürüdüğü bir vakıa, bir gerçekliktir. Ne ki kış, yalnızca toprağı örter; onun toprak olma vasfını ortadan kaldırmaz. Toprağın ondan isteneni ortaya koyması için baharın gelmesi yeterlidir. İslam ümmetinin kendisinden bekleneni gerçekleştirebilmesi, yani insanlık ailesine önderlik etmesi için bir bahara ihtiyaç vardır. İşte o bahar ümmetin onu ümmet yapan şeye, Kitap ve Sünnete dönmesi ve Rabbani bir öncülüğe kavuşmasıdır. Bugün ümmet bu iki aslı yitirdiğinden inancından, iddialarından ve kimliğinden soyutlanmış, oraya buraya sürüklenen edilgen bir kalabalığa dönüşmüştür.[7] Vahyin rehberliğinde ve bu kutlu davayı temsil edecek bir imama kavuştuğunda ondan bekleneni ortaya koyacak, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olma sorumluluğunu yerine getirecektir. O gün gelene kadar bize düşen, bir kenara çekilip kocakarıların diz ağrılarından şikâyet ettiği gibi şikâyet etmek değil; o günlerin gelmesi için mücadele etmek, en önemlisi de o günlerin geleceğine inanmaktır.

Kur’ân ve Sünnet bize iki tür seçilmişlik olduğunu haber verir. İlk seçilmişlik türü Yahudi ve Hristiyanlarda görülen, Kur’ân’ın yerdiği seçilmişlik anlayışıdır. Şöyle ki; Ehl-i Kitap, seçilmişliği sorumsuzluk ve lakayıtlık olarak anlamıştır. Seçilmiş oldukları savıyla Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnemiş, kul hakkı yemiş ve seçildikleri için bu şımarık hâllerine müsamaha gösterileceğini iddia etmişlerdir:

“Dediler ki: ‘Sayılı günler dışında ateş bize dokunmayacaktır.’ De ki: ‘Allah katından (bu konuya dair) bir söz mü aldınız? (Şayet öyleyse) Allah sözünden dönmez. Yoksa siz Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’ ”[8]

“Dediler ki: ‘Cennete, Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası girmeyecek.’ Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru sözlü iseniz (içinde hiçbir şüphe olmayan kesin) kanıtınızı getirin (bakalım)!’ (Hayır, iddia ettikleri gibi değil!) Bilakis, kim muhsin olarak/kulluğunu en güzel şekilde yerine getirerek Allah’a teslim olursa, onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[9]

“Ehl-i Kitap’tan öylesi vardır ki ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana geri verir. Öylesi de vardır ki ona bir dinar versen üstüne durmadığın müddetçe sana geri vermez. (Bunun nedeni) onların şöyle demeleridir: ‘Ummilere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur. (Malları bize helaldir.)’ Bilerek Allah’a karşı yalan söylüyorlar. (Hayır, öyle değil!) Kim sözünü tutar ve (Allah’tan) sakınıp korkarsa Allah, muttaki olanları sever.”[10]

Yüce Allah onların bu seçilmişlik anlayışının bir kuruntu olduğunu, kimsenin sırf bir nebinin ümmetine müntesip diye kayırılmayacağını, her insanın imanı ve salih ameliyle muamele göreceğini belirtmiştir. Kur’ân bu tür bir seçilmişlik anlayışının insanı dininde fitneye düşüreceğini açıkça haber vermiştir.

“Kendilerine Kitap’tan pay verilenlerin (hâlini) görmedin mi? Aralarında hükmetsin diye Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da sonra onlardan bir grup yüz çevirir hâlde (bu çağrıya) sırt dönüyor. (Sapkınlıklarının nedeni:) ‘Sayılı günler dışında ateş bize dokunmayacak.’ demelerindendir. (Allah adına bilmeden) uydurdukları bu iftira, dinleri konusunda kendilerini aldattı.”[11]

İkinci seçilmişlik anlayışı ise Kur’ân’ın ve Sünnetin övdüğü anlayıştır. Buna göre seçilmiş insanın/toplumun tüm insanlığa karşı sorumluluğu vardır. O, Yüce Allah’ın yeryüzündeki şahididir. İnsanlığa örnek olmak ve onların kurtuluşu/ıslahı için çalışmak zorundadır. Seçilmiş insanların yüce ahlak ve adanmışlığına sahip olmak durumundadır:

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a iman edersiniz. Şayet Ehl-i Kitap iman etmiş olsaydı, onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan müminler olmakla birlikte, çoğunluğu fasıklardır.”[12]

Sahabenin Seçilmişliği

Yüce Allah, “O sizi seçti.” buyruğuyla ilk olarak sahabeye seslenmiştir. Sahabe seçkin ve de seçilmiş bir topluluktur. Onların seçilmişliği asli, bizimki ise dolaylıdır. Sonradan gelen bizler ise onlara uyduğumuz ve onları örnek aldığımız oranda seçilmişlerden olacağız.[13]

“Muhacir ve Ensar’dan öncüler, ilkler ve onlara ihsan üzere tabi olanlar (var ya)! Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş budur işte.”[14]

“Dinde size bir darlık/güçlük yüklemedi.”

İslam ümmetinin mükellef olduğu şeriat kolay ve kolaylaştırıcıdır. Önceki şeriatlardan farklı olarak Yüce Allah bu ümmetin yükünü hafifletmiş, onlara yük olan ağır hükümleri daha kolay olanlarıyla değiştirmiştir.

“Onlar ki; yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı olarak (sıfatlarını) buldukları ummi olan Resûl Nebi’ye uyarlar. Onlara iyiliği emreder, kötülükten sakındırır; temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar; sırtlarındaki ağır yükü ve zincirlerini kaldırır.”[15]

“Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.”[16]

Ebû Umâme’den (ra) rivayet edildiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ben hoşgörülü/kolay haniflikle gönderildim.”[17]

İslam şeriatı diğer şeriatlardan farklı olarak kıyamete kadar geçerli olacak tek şeriattır. Allah (cc) ona evrensel bir nitelik kazandırmış, her çağın insanına şifa ve tüm insanlık için uygulanabilir bir şeriat indirmiştir. O kolay ve kolaylaştırılmış bir şeriattır. Mümine düşen; Allah’ın (cc) sınırlarını çiğneme söz konusu olmadıkça, tabi olduğu şeriat gibi kolaylaştırıcı olmasıdır.

Âişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman, günah olmadığı takdirde mutlaka onların en kolayını seçerdi.”[18]

Enes ibni Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz.”[19]

Din Neden Bazılarına Zor Geliyor?[20]

Allah (cc) dinin kolay ve kolaylaştırılmış olduğunu söylediği hâlde din insana zor geliyorsa iki sorundan söz edilebilir:

İnsanın tabi olduğu din, sahih din değildir. Şirk, bidat ve hurafelerle zorlaştırılmış, şişirilmiş, hormonlu… batıl veya muharref dindir.

Din sahihtir, ancak kişinin dini yaşamasına engel bir durum vardır. Kişinin kalbinde yalan, kibir, bencillik, gösteriş, tembellik, acziyet gibi amelden alıkoyucu, ağırlaştırıcı bir afet olması bu engellerden birkaçıdır.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Din kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. O hâlde orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun. Günün başlangıcından, sonundan ve bir miktar da geceden faydalanınız.”[21]

“Bidat olarak ortaya koydukları ruhbanlığı (hayattan el etek çekip yalnızca ibadetle meşgul olmayı), biz onlara farz kılmadık. Allah’ın rızasını elde etmek için (dinde bir yenilik olarak) yaptılar, onun da hakkını vermediler.”[22]

Hristiyanlardan bildiğimiz üzere ihdas ettikleri ruhbanlıkla dini zorlaştırmış, sonra kendi zorlaştırdıkları dinin altında ezilmişlerdir. Allah Resûlü’nün (sav) ifadesiyle, uydurdukları din onlara galebe çalmış ve yenilmişlerdir. Dini zorlaştırmak insanın kendine kurduğu bir tuzaktır. Zira dini zorlaştıran insan, fıtrata uygun olmayan yapay bir din edinir. Gün gelir elleriyle zorlaştırdığı din yaşanmaz olur. Enes (ra) gördüğü bir “dini zorlaştırma” karşısında Allah Resûlü’nden (sav) duyduğu sözü aktarmıştır. Ki bu, sahabenin dinde tefakkuhuna güzel bir örnektir.

Enes’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah o yüzleri çirkinleştirsin! Vallahi ne sünnete isabet ettiler ne de ruhsatı kabul ettiler. Şahitlik ederim ki ben Allah Resûlü’nü (sav), ‘Muhakkak ki bazı kavimler dinde çok derinlere dalacak, okun hedefi delip çıkması gibi (dinden) çıkacaklar.’ derken işittim.”[23] [24]

“Atanız İbrahim’in milletine (uyunuz)!”

Her inanç ve düşüncenin kendini nispet ettiği bir asıl, varlığını dayandırdığı bir ata vardır. İslam ümmeti kendisini köklerin en asil olanına, İbrâhîm’in (as) milletine dayandırır. Onların atası İbrâhîm’dir (as). Davaları türedi, köksüz bir dava değildir; asırlık bir çınarın toprağa kök salması gibi Allah’ın arzına kök salmış, dalları gökyüzüne ulaşmış ve her nebiyle insanlığın farklı hastalıklarına şifa olan yemişler vermiştir.

Her toplum kendini bir ataya nispet eder, atalarıyla övünür. Atalarında övünülecek bir şey bulamayan toplumlar ya hayalî atalarla ya da kurgulanmış hatıralarla bu ihtiyacı karşılar. İnsanların bu denli atacı olduğu, varlıklarını atalarının varlığına armağan ettiği ve atalarının izinde olduklarını dağa taşa yazdığı bir dünyada müminler göğüslerini gere gere ve en gür sesleriyle ataları İbrâhîm’in yolunda olduklarını haykırmalı, İbrâhîm’e (as) nispetleriyle şeref duymalılardır. Şu da bilinmelidir ki İbrâhîm’in milleti tevhid akidesi, yani insanın yalnızca Allah’a kulluk etmesi ve yalnızca Allah için yaşamasıdır.[25]

“De ki: ‘Şüphesiz ki Rabbim, beni dosdoğru yola iletti. Dimdik/güçlü ve Hanif olan İbrâhîm’in dinine. O, müşriklerden değildi.’ De ki: ‘Şüphesiz ki benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslimlerin/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kulların ilkiyim.’ ”[26]

Hâliyle onun milletine uymaya en layık olanlar Allah Resûlü’nün ümmeti; yalnızca Allah’a kulluk eden, şirkten ve Allah’a ortak koşulan tağutlardan beri olan muvahhidlerdir.

“Şüphesiz ki insanlar arasından İbrahim’e en yakın olanlar, (tevhid konusunda) onun (yoluna) uyanlar; bu Nebi ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir/dostudur.”[27]

“O (Allah) sizleri bundan önce de bunda da Müslimler/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullar diye isimlendirdi…”[28]

Bu ümmeti Müslim ismiyle isimlendirilen Allah’tır (cc). Hâliyle bizler için en değerli ve şerefli isim, Rabbimizin bizlere verdiği İslam/Müslim ismidir. Bir Müslim’in İslam dışında bir isme davet etmesi, başkaca bir davanın bayraktarlığını yapması; ırk, coğrafya, ideoloji davası gütmesi Yüce Allah’ın bu nimetine nankörlük olacak, İslam’dan sonra cahiliyeye dönmek anlamına gelecektir.

“Nesâî bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: El-Hâris El-Eş’ari, Allah Resûlü’nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ‘Cahiliye davasını güden bir kimse şüphesiz ki cehennemde diz üstü çökeceklerdendir.’ Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü oruç tutsa, namaz kılsa da mı?’ dedi. Allah Resûlü (sav), ‘Evet, oruç da tutsa, namaz da kılsa.’ buyurdu. Bu sebeple sizler, Allah’ın size isim olarak vermiş olduğu Müslimler, müminler ve Allah’ın kulları diye çağırın ve davette bulunun.”[29]

İslam ümmeti için önceki şeriatlarda ve son şeriatta İslam isminin seçilmesi önemli bir nükteye işaret etmektedir. Bu dinin aslı ve esası kayıtsız şartsız teslimiyettir. Yüce Allah’ın indirdiği şeriata ve yarattığı kadere teslim olmak; O’nun emir, nehiy ve öğretilerini tasdik etmek ve onların gereğiyle amel etmek, İslam dininden olmak için bir zorunluluktur. Kayıtsız ve şartsız O’nun (cc) kader ve şeriatına teslim olmayan Müslimlerden olamaz. Yüce Allah O’nun çağrı ve öğretilerinden yüz çevirenlere, yani tam anlamıyla teslim olamayanlara karşı biz Müslimlerin, “Şahit olun ki biz Müslimleriz!” dememizi istemiştir.

“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Gelin sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım: Yalnızca Allah’a ibadet edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, (Allah’ı bırakıp da) birbirimizi Allah’ın dışında rabler edinmeyelim.’ Şayet yüz çevirirlerse deyin ki: ‘Şahit olun ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.’ ”[30]

“ki Resûl size, siz de insanlara şahitlik edesiniz.”

Allah’ın (cc) bu ümmete İslam adını vermesi, bu ümmeti seçmesi ve onları İbrâhîm’in milletine hidayet etmesinin gayesi, onları şahit bir ümmet kılmaktır. Bu ümmet yeryüzünde Allah’ın şahitleridir. Allah (cc) bu ümmete güvenmiş ve onları insanlık için şahit bir ümmet kılmıştır. Şahitlik müminin en şerefli vazifesi, en değerli makamıdır. O, dünyada da ahirette de Yüce Allah’ın şahididir. Onun dünya şahitliği hakkın yanında, batılın karşısında yer almasıdır. Doğruya doğru yanlışa yanlış demesi, bir diğer ifadeyle iyiliği emredip kötülükten sakındırmasıdır. Mümin tanıktır; hiçbir şeye karşı tarafsız, lakayt ve bananeci olamaz. Her olay karşısında tavrı belli olmalı, Rabbinin indirdiği ölçülerle olayları değerlendirip şahitliğini ortaya koymalıdır.

Enes ibni Mâlik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir cenazeyle karşılaştık, onu hayırla yâd ettik. Bunun üzerine Nebi (sav), ‘Vacip (gerekli) oldu.’ buyurdu. Daha sonra bir başka cenazeye rast geldik, onun kötülüklerinden bahsedildi. Bunun üzerine Nebi (sav) yine, ‘Vacip oldu.’ buyurdu. Ömer ibni Hattâb, ‘Ne vâcip oldu?’ diye sordu. Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘Şunu hayırla yâd ettiniz, cennet onun için vacip oldu. Şunu da şerle yâd ettiniz, onun için de ateş (cehennem) vacip oldu. Çünkü siz (müminler), yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.’ ”[31]

Müminin şahitliği Allah adına ve Allah içindir. Tanıklık yaparken onun tek ölçüsü adalet, adaleti belirleyen de şer’i ölçülerdir. Mümin olaylara duygularıyla, bir kavme olan yakınlığı veya öfkesiyle yaklaşmaz. Zira şahit olduğunu ve bu rütbeyi ona verenin Allah (cc) olduğunu unutmaz. Basit süfli duygular, dünyevi menfaatler veya gündelik çekişmeler, şahitliğine gölge düşürmez, düşürmemelidir:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletli şahitler olun. Bir kavme olan öfkeniz/kininiz, sizi adaletsizlik yapmaya sevk etmesin. Adaletli olun! O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[32]

Mümin ahirette de tanıktır; bu, ona bahşedilmiş en büyük şeref nişanesidir. Zira kavimler ile peygamberleri karşı karşıya geldiğinde Yüce Allah müminlerin tanıklığını kabul edecek, onların tanıklığıyla hükmedecektir.

Ebû Saîd El-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet Günü Nûh (as) çağırılacak. O hemen, ‘Ya Rabbi! Emrine icabet edip divanına geldim, fermanına amadeyim!’ diyecek. Bunun üzerine Yüce Allah ona, ‘Tebliğde bulundun mu?’ diye soracak. Nûh (as), ‘Evet.’ diye cevap verecek. Bu defa kavmine, ‘Size tebliğ etti mi?’ diye soracak. Fakat onlar, ‘Bize hiç uyarıcı gelmedi.’ şeklinde cevap verecekler. Bunun üzerine Yüce Allah, Nûh Nebi’ye, ‘Sana kim şahitlik edecek?’ diye soracak. O da, ‘Muhammed ve ümmeti!’ şeklinde cevap verecek. Bunun üzerine Muhammed ve ümmeti onun tebliğde bulunduğuna dair şahitlik edecek. Aynı şekilde Muhammed size de şahitlik edecektir. Bu durum şu ayet-i kerimede bildirilmektedir: ‘Siz insanlara şahit olasınız, Resûl de size şahit olsun diye sizi vasat/seçkin/hayırlı bir ümmet kıldık.’[33][34]

Hiç şüphesiz müminin dünyada ve ahirette Allah’ın (cc) şahidi olması, onun tevhide olan şahitliği nedeniyledir. Zira o, “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka (ibadeti hak eden, kulluk edilecek) hiçbir ilah yoktur!” dediğinde bu şahitliğiyle Allah katında değer kazanır, şahitliğinin mükâfatı olarak Allah’ın (cc) yeryüzündeki şahidi kılınır.

“ ‘Yoksa siz, Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?’ De ki: ‘Ben şahitlik etmem.’ De ki: ‘Ancak O, tek bir ilahtır ve şüphesiz ki ben, O’na ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım.’ ”[35]

İşte bu, Resûl’ün (sav) dilinde vücut bulmuş en şerefli şahitliktir. Bize bu şahitlikten daha değerli bir miras kalmamıştır. Bugün bizi tevhidin dışındaki inançlara, şirke ve dalalete davet edenlere aynı soruyu sormalıyız. Tüm vakarımız ve yakinimizle haykırmalıyız: “Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” Evet, bizi demokrasiye, laikliğe, geleneğe, âlimleri rabb edinmeye, liderlere sorgusuz sualsiz uymaya çağıranlara tüm açıklığıyla bu soruyu sormalıyız: “Yoksa siz, Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” Bizi kabirlere ibadet etmeye, türbelere tapmaya, fantastik menkıbeleri doğrulamaya, vahiy dışı kitapların Allah tarafından verildiğine/yazdırıldığına inanmaya davet edenlere aynı soruyu sormalıyız: “Yoksa siz, Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” Gaybı bilen ululara, ölüleri dirilten pirlere, kâinatın işlerini düzenleyen kutuplara, dualara icabet eden abdallara aynı soruyu sormalıyız: “Yoksa siz, Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” Bizi gericilikle suçlayan, tabi olduğumuz İslam nizamını küçümseyen; faize, modaya, modernleşmeye davet edenlere aynı soruyu sormalıyız: “Yoksa siz, Allah’la beraber başka ilahların olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” Sonra onların cevabını beklemeden şahitliğimizi, yani Lailaheillallah’ın içeriğini ortaya koymalıyız: “Ben şahitlik etmem…” Nasıl edelim ki? Nasıl bunun dışında bir şey söyleyelim ki? O ki, Allah’tır. Yerlerin ve göklerin yaratıcısıdır. Tüm canlıların perçemini elinde tutandır. Âlemlerin Rabbidir. Kulların mabûdudur. Yer, gök ve içindekilerin Malik-i Mutlak’ıdır. Egemenlik/Otorite/Hâkimiyet O’nundur. O’dur dualara icabet eden. O’dur kalpleri genişleten. O’dur sevginin ve merhametin kaynağı… Ve bizim şahitliğimiz yalnızca O’nun birliğine olur. Sonra şahitliğimizi tamama erdirmeliyiz: “Ancak O tek bir ilahtır ve şüphesiz ki ben, O’na ortak koştuklarınızdan berîyim.” Uluhiyeti Allah’a ispat etmeli, başka her şeyden nefyetmeli ve “لا/La”nın gereği olarak, O’nun dışında ilah edinilen mabudlardan/tağutlardan teberrî etmeliyiz. İşte bu, tevhide olan şahitliğimizdir.[36]

İslam ümmeti insanlığa şahit olduğu gibi Resûl de ümmetine, yani bizlere şahitlik edecektir:

“O gün, her ümmet içinde kendilerinden olan bir şahit diriltiriz. Seni de bunlara (kendi ümmetine) şahit (olasın diye) getiririz. Sana her şeyin açıklayıcısı, hidayet, rahmet ve teslim olanlar için müjde olacak bir Kitap indirdik.”[37]

Nûh (as) örnekliğinde olduğu gibi nebilerin yapacağı ilk şahitlik, ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair şahitlik olacak; “Bilmiyordum, duymadım, bana ulaşmadı…” gibi mazeretleri keseceklerdir. Bu nedenle Allah Resûlü (sav) Veda Haccı’nda, ‘Tebliğ ettim mi?’ diye üç defa sormuş, tüm ashâbı bu şahitliğe tanık kılmıştır.

İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Dikkat ediniz, sizlere tebliğ ettim mi?’

Sahabiler, ‘Evet tebliğ ettin.’ dediler.

Bunun üzerine Nebi (sav), ‘Allah’ım, şahit ol!’ diye üç defa tekrarladı.’ ”[38]

İkinci şahitliği, bize emanet olarak bıraktığı Kitab’a sahip çıkıp çıkmadığımıza yönelik olacaktır:

“Resûl der ki: ‘Rabbim! Şüphesiz ki benim kavmim, bu Kur’ân’ı terk edilmiş olarak bıraktılar.’ ”[39]

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a tutunun. O, sizin Mevlanızdır. Ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcı!”

Yazımızın başında zikrettiğimiz hakikati bir daha görüyoruz. Bu ümmetin sorumluluğunu yerine getirmesi için slogana, laf kalabalığına veya sarsıcı cümleler kuran düşünürlere değil; kul olduğunun bilincinde, Rabbiyle bağı güçlü, her iş ve yönelişinde O’na tutunan kullara ihtiyacı vardır. Zira bu dava Allah’ın davasıdır. Yolu istikamet üzere yürüyecek olanlar, yolun sahibiyle bağı güçlü olanlardır. Ondan olsa gerek, Allah (cc) İslam ümmetine sorumluluklarını hatırlatmadan önce rükûyu, secdeyi, kul olmayı ve hayır işler yapmayı; sorumluluklarını hatırlattıktan sonra da namaz kılmayı, zekât vermeyi, Allah’a (cc) tutunmayı ve O’nu (cc) dost edinmeyi emretmiştir.

Allaha Tutunmak!

“Allah’a iman edip O’na tutunanlara gelince, onları kendinden olan bir rahmete, lütuf ve ihsana dâhil edecek ve (sonunda Allah’a ulaşacakları) dosdoğru yola hidayet edecektir.”[41]

Allah’a tutunmak/İ’tisam billah, Kur’âni bir kavramdır. İsmet kökünden türeyen kelime, bir şeye tutunmak, tutunarak korunmak anlamına gelir. Buna göre dünyada sapkınlıktan, ahirette de ebedî azaptan korunmak için Allah’a tutunmak, i’tisamdır.[40]

Allah’a tutunmak, hâl diliyle yapılan bir itiraftır. Kulun, acziyetini ve Allah (cc) olmadan bir hiç olduğunu ilan etmesidir. Aklına, pazularına, imkânlarına güvenmeyip sadece Allah’a güvendiğini ortaya koymaktır. Allah’ın rahmetini celbeden amel, tam da budur.[42]

Ayetler Allah’a tutunmak ile O’nun (cc) dostluğu arasında dolaylı bağ kurar. İnsan, Rabbine tutunmak istiyorsa mutlaka O’nun dostluğunu anlamak, O’ndan daha güzel bir dostun ve O’ndan daha güzel bir yardımcının olamayacağını kavramak durumundadır. Şu da bir gerçektir ki insan, zayıf bir varlıktır. Mutlaka bir şeye tutunmak zorundadır. Allah’a (cc) tutunmayanlar, zayıflıklarını cebretmek için mutlaka başka bir güç odağına tutunacaklardır. Fıtri ihtiyaçlarının kendi aleyhine dönmesini istemeyen kimse, Allah’ı dost edinmenin ve O’na tutunmanın yollarını aramalıdır.

Rabbimizin bizleri seçilmiş, teslim olmuş, atası İbrâhîm’in (as) izinde ve şahit olan kullardan kılması duasıyla…


[1]. 22/Hac, 77-78

[2]. “Hiç kuşkusuz bunda, (akleden) bir kalbi (olan) ve şahit (bilinçli) olarak dinleyen için öğüt vardır.” (50/Kâf, 37)

[3]. Sunenu Saîd ibni Mansûr, 848

[4]. bk. 22/Hac, 78

[5]. İbnu’l Kayyim (rh) şöyle der: “Ümmetin ilk âlimlerinin cihad hakkındaki açıklamaları farklılık arz etmektedir:

           Bu konuda İbni Abbâs şöyle demiştir: “Cihad, Allah uğrunda tüm gayretin ortaya konulması ve hiçbir kınayıcının kınamasından çekinilmemesidir.”

           Mukâtil ise bu ayeti şöyle açıklamıştır: “Allah için gerektiği gibi çalışınız ve O’na layıkıyla ibadet ediniz!”

           Abdullah ibni’l Mübârek de, “Burada kastedilen nefis ile, arzu ve hevesler ile yapılan mücadeledir.” demiştir. (bk. Bedâiu’t Tefsîr, 3/107)

[6]. Zâdu’l Meâd Muhtasar, s. 184-185

[7]. Sevbân’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “ ‘Yemek yiyenlerin yemek kabının başına üşüştükleri gibi insanların size karşı birleşip başınıza üşüşmeleri yakındır.’

           Biri, ‘O gün biz sayıca az olduğumuz için mi (bu duruma düşeriz)?’ diye sorunca ‘Hayır, bilakis o gün sayıca oldukça fazlasınız. Fakat selin kenara attığı çer çöp gibi (değersiz)siniz. (Öyle ki) Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korkuyu çekip çıkarır ve sizin kalbinize de vehn atar.’ diye buyurdu.

           ‘Vehn nedir, ey Allah’ın Resûlü?’ diye sorduklarında şöyle buyurdu: ‘Dünyayı çokça sevmek ve ölümü kerih görmek.’ ” (Ebu Davud, 4297)

[8]. 2/Bakara, 80

[9]. 2/Bakara, 111-112

[10]. 3/Âl-i İmran, 75-76

[11]. 3/Âl-i İmran, 23-24

[12]. 3/Âl-i İmran, 110

[13]. bk. Et-Tahrîr ve’t Tenvîr, 17/349, Hac Suresi 78. Ayetin tefsiri

[14]. 9/Tevbe, 100

[15]. 7/A’râf, 157

[16]. bk. 2/Bakara, 185

[17]. Ahmed, 22291

[18]. Buhari, 6126; Müslim, 2327

[19]. Buhari, 6125

[20]. bk. Tevhid İnancını İnşa Eden Kavramlar, s. 822-824

[21]. Buhari, 39

[22]. 57/Hadîd, 27

[23]. Ahmed, 12615

[24]. Kur’ân’a dair okuduğumuz bazı naslar, yanlış anlaşılabilir. Örneğin;

           “Şayet bu Kur’ân’ı, bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, (dağın) Allah korkusundan büzülmüş ve paramparça olduğunu görürdün. İnsanlar düşünsünler diye onlara bu örnekleri veririz.” (59/Haşr, 21)

           “Şüphesiz ki sana (yükümlülüğü) ağır olan bir söz vahyedeceğiz.” (73/Müzzemmil, 5)

           Kur’ân/Din bir yönüyle kolay bir yönüyle zordur. Kolay olan anlaşılması, öğüt alınması ve hayata geçirilmesidir.

           “O (Kur’ân’la) muttakileri müjdeleyesin ve inatçı topluluğu uyarasın diye onu senin dilinle kolaylaştırdık.” (19/Meryem, 97)

           “Andolsun ki biz, Kur’ân’ı öğüt alınması için kolaylaştırdık. Peki var mı öğüt alan?” (54/Kamer, 17)

           Zor ve ağır olan ise Kur’ân’la cihad, ona karşı çıkanlara verilen mücadeledir.

           “Kâfirlere itaat etme! Ve o (Kur’ân’la) onlara karşı büyük bir cihad ver.” (25/Furkân, 52)

           Zira Kur’ân’la cihad eden bazen yalanlanır, alaya alınır, küçümsenir. Sözlü ve fiilî müdahaleyle karşılaşır. Bu nedenle onunla cihad zordur. Allah en doğrusunu bilir.

[25]. İbrâhîm’in milleti kavramı için bk. Tevhid İnancını İnşa Eden Kavramlar, s. 969 vd.

[26]. 6/En’âm, 161-163

[27]. 3/Âl-i İmran, 68

[28]. Bazı müfessirler bu ismi verenin İbrâhîm (as) olduğunu söylese de (bk. Tefsîru’t Taberî, 19/692), racih olan bu ismi verenin Allah (cc) olduğudur. Zira ayet başından sonuna Yüce Allah’ın bu ümmete lütfettiği ihsanları hatırlatıp onlara bazı sorumluluklar yüklemektedir.

[29]. İbn-i Kesîr Tefsiri, 7/407, Hac Suresi, 78. ayetin tefsiri

[30]. 3/Âl-i İmran, 64

[31]. Buhari, 1367; Müslim, 949

[32]. 5/Mâide, 8

[33]. 2/Bakara, 143

[34]. Buhari, 4487

[35]. 6/En’âm, 19

[36]. bk. Vahyin Rehberliğinde En’âm Suresi Tefsiri, s. 73-74

[37]. 16/Nahl, 89

[38]. Buhari, 4402

[39]. 25/Furkân, 30

[40]. bk. Medâricu’s Sâlikîn, 2/99

[41]. 4/Nisâ, 175

[42]. bk. El-Esmau’l Husna, 1/104

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver