عبد الله بن مغفل – Ebu Said Abdullah ibni Muğaffel ibni Abdi Nuhm ibni Afif ibni Eshem ibni Rabia ibni Adiy ibni Salebe ibni Züeyb ibni Sad ibni Adiy ibni Osman ibni Müzeyne
İslam yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede toprağıyla, insanıyla, şeriatıyla bir devlet hâline gelip koca Arap Yarımadasına hâkim olmuştur. Tarihte başka bir benzeri olmayan bu mukaddes inkılabın gerçekleşmesinin birçok sebebi vardır. Bunların başında Allah’ın (cc) yardımı ve müminlerin desteği gelir:
“Seni, yardımıyla ve müminlerle destekleyen O’dur.”[1]
Allah’ın (cc) desteği bazen görünmez ordularla yani meleklerle, bazen de görünür ordularla, yani müminlerle olmuştur. O gün tevhid daveti o müminlerin yani sahabenin muazzam fedakârlıklarıyla yeryüzünde temkin bulmuştur. Onlar öyle bir mücadele sergilemişlerdir ki yapabildikleri karşısında çoğu zaman akıllar hayrete düşmüştür.
Düşünün; bir sahabi davet için kâfir bir kavme gidiyor, Bi’ri Maune’ye varıyor ve orada hain bir saldırıya uğruyor, arkasından gelip sırtına bir mızrak saplıyorlar ve mızrağın ucu göğsünden çıkıyor, göğsünden akan kanları elleriyle yüzüne sürerek, “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ben kazandım.” diyor ve şehit düşüyor.[2]
Düşünün; bir sahabi Allah düşmanı Müseylimetü’l Kezzâb’a esir düşüyor, o da kendisini bağlattırıyor ve Allah Resûlü’nün (sav) nübüvvetine şahitlik ettiği gibi kendisinin de peygamberliğine (yalancılığına) şahitlik etmesini istiyor. Sahabi onun sözlerini kâle almadığı gibi Allah Resûlü (sav) her anıldığında şehadet getiriyor, her şehadet getirdiğinde bir uzvunu kesiyorlar, tâ ki on iki yara aldığında dudaklarından şehadet cümlesi dökülerek şehit oluyor.[3]
Düşünün; bir sahabi omuzları ile kalbi arasına büyük bir ok yarası alıyor ve sol tarafı tutmuyor, acılar içinde kıvranırken “Ey Ensâr! Bu tarafa toplanın.” çağrısını işitiyor, yaralı koluna basıp koparıyor ve kılıcını sağ eline alıp savaşa koşuyor, öyle çarpışıyor ki on dört ölümcül darbe alıyor, ölmek üzereyken arkadaşlarına “Söyle! Savaşı kim kazandı?” diye soruyor, Allah düşmanının öldürüldüğü söylenince Allah’a (cc) hamdederek şehadet parmağını semaya kaldırıp ruhunu teslim ediyor.[4]
Bu şekilde daha birçok örnek verebiliriz. İşte sahabe fisebilillah öyle mücadele etmiştir ki bu uğurda tüm varlıklarından vazgeçtikleri gibi başlarına gelen musibetlere de aldırış etmemişlerdir. Öyle samimi, öyle içten, öyle gönülden çaba sarfetmişler ki tevhidin sesi onların vesilesiyle tüm coğrafyalarda yankılanmıştır. Dava onların omuzlarında adım adım yükselmiştir.
Yine onlardan biridir Abdullah ibni Muğaffel (ra). Allah Resûlü’ne (sav) iman etmiş ve sonra Medine’ye yerleşmiştir. Sağlığı müddetince Nebi’den (sav) hiç ayrılmamıştır. Hicretten sonra İslam’ı kabul etmek için gelen ilk kabile olan Müzeyne Kabilesi’ndendir. Onlarla birlikte Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin Fethi, Tebük gibi birçok gazvede ve görevde yer almıştır. Yeri gelmiş bir mücahid olarak, yeri gelmiş bir muallim olarak özverisini dava yoluna sarf etmiştir. Bu amelleri ifa ederken samimiyeti Kur’ân-ı Kerim’e gündem olmuştur. O hâlde bizim de bu ay gündemimiz Abdullah (ra) olsun ki hayatından yaşamımıza bir şeyler katalım.
Rıza-i İlahiye Doğru
Hicretin 6. yılında Allah Resûlü (sav) Medine’deyken bir gece rüyasında Mekke’ye girdiğini ve Beytullah’ı tavaf ettiğini görmüştü. Rüyasını ashabına anlatmış ve umre yapmak için Mekke’ye gitmeye karar vermişti.[5]
Yanına kurbanlık olduğuna dair işaretlenen 700 deve almıştı. Takribi 1500 kişiden oluşan ashabıyla birlikte Hudeybiye mevkisine kadar vardı. Fakat Kureyş, Allah Resûlü’nün (sav) ve ashabının Mekke’ye girmesine engel oldular. Onları Kâbe’ye varıp umre yapmaktan alıkoydular. Karşılıklı elçiler gönderilerek görüşmeler yapılıyordu. Allah Resûlü (sav) görüşmeye gelenlere ısrarla savaş için gelmediğini sadece umre için geldiğini söylüyordu. Kureyş her ne kadar savaş için gelinmese de müminlerin Mekke’ye girip ibadetlerini rahatça yapmalarının Araplar tarafından bir zayıflık ve kınanma sebebi olacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden izin vermediler.
Allah Resûlü (sav) Mekke’nin liderlerinden Ebû Sufyan’la konuşması için Osmân ibni Affân’ı (ra) yolladı. Osmân (ra) Mekke’ye gidip Allah Resûlü’nün (sav) mesajını iletip görüşmelerini bitirdiğinde oradakiler kendisine Beytullah’ı tavaf edebileceğini söylediler. Osmân (ra), “Resûlullah, Beyt’i tavaf etmeden önce ben tavaf edecek değilim!” dedi. Kureyşliler onu yanlarında uzun bir süre alıkoydular. Nasıl olduysa Allah Resûlü’ne Osmân’ın (ra) ölüm haberi geldi. Elçinin öldürülmesi savaş sebebiydi. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav), “Kureyşlilerle savaşıp işimizi tamamlamadıkça buradan ayrılmayacağız!” dedi. Ve ashabını biat etmeye davet etti. Sahabe o ağacın altında Allah Resûlü’nün (sav) eline el verip biat ettiler. Allah’ın (cc) eli onların ellerinin üzerindeydi:
“Gerçek şu ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.”[6]
Ensâr, Allah Resûlü’nü (sav) Medine dışında koruyacaklarına dair söz vermemişlerdi. Muhacirler, oraya savaş için gelmemişlerdi. Hiç kimsenin hiçbir savaş beklentisi ve hazırlığı yoktu. Bu kadar az kişiyle ve bu kadar az teçhizatla girişilen bu savaşın sonu onlar için ölümden başka bir şey değildi. Bunu çok iyi biliyorlardı. Ama onlar zaten ölüm üzere biat etmişlerdi…[7]
Osmân (ra) geldi. Bazı gelişmeler yaşandı. Barış anlaşması imzalandı. Dolayısıyla savaş olmadı. Savaş olmadı ancak sahabenin bu fedakârlığından dolayı Allah (cc) onlardan razı oldu…
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, Allah müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerinde olan (samimiyeti) bilmiş, üzerlerine sekinet indirmiş ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.”[8]
“Allah’ın izniyle ağacın altında biat edenlerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir.”[9]
İşte bu saadet ehlinin arasında Abdullah ibni Muğaffel de (ra) vardı. Tüm olaylar yaşanırken Allah Resûlü’nün (sav) yanı başında bekliyor ve kendisine hizmet ediyordu.
Abdullah ibni Muğaffel el-Müzeni’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Şüphesiz ki ben ağacın altında bulunanlardanım…”[10]
“Şüphesiz ki ben Allah Resûlü’nü (sav) (Hudeybiye’de) hutbe verirken ağacın dallarını yüzüne doğru kaldırarak kendisini gölgelendirenlerdenim.”[11]
“Biz Allah Resûlü (sav) ile birlikte Hudeybiye’de Allah’ın (cc) Kur’ân’da bahsettiği ağacın altında bulunuyorduk. O sırada ben de Allah Resûlü’nü (sav) o ağacın dallarıyla arkasından gölgelendiriyordum.”[12]
“Şüphesiz ki ben insanlar ağacın altında biat ederlerken o ağacın bazı dallarıyla Allah Resûlü’nü (sav) gölgelendiriyordum. Ve ben de O’na kaçmamak üzere biat etmiştim.”[13]
Allah’ın (cc) bizden ne zaman, nerede, nasıl razı olacağını bilemeyiz. Bu yüzden önümüzdeki her amel kapısını cennet kapısı olarak değerlendirmeliyiz. O kapıdan cennete girebilme ihtimali hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Bilhassa gönüllü yapacağımız ve yükümlülüğümüzün olmadığı amellere gerçek bir samimiyetle yönelmeliyiz. Kim bilir, Abdullah (ra) gibi belki biz de oracıkta rıza-i İlahi’ye erişebiliriz…
Ashabu’l Bekkâîn
Allah Resûlü (sav) Mekke’yi fethettikten sonra insanlar üzerinde büyük bir otorite oluşturmuştu. Arap kabileleri İslam’ın ve Allah Resûlü’nün (sav) hak olduğu hususunda ikna olmuşlar ve akın akın İslam’a girmeye başlamışlardı. Artık Tevhid daveti büyük bir ivme kazanmış ve hızla yayılmaya devam ediyordu.
Tabii bu durum zamanın en büyük gücü olan Rumları rahatsız ediyordu. İslam ordusunun er ya da geç kapılarına dayanacaklarının farkındalardı. Çevrelerinde bulunan ve hizmet eden küçük kabilelerin kendilerine bağlılıkta tereddüt ettiklerini de duymaya başladılar. Sonlarının yaklaştığını iyice anlamış olacaklar ki artık bir ordu hazırlayıp Müslimlere karşı koymaya karar vermişlerdi. Hızla hazırlıklara başladılar. Gassanileri ve diğer müttefik kabileleri de kendi saflarına çekerek büyük bir ordu kurdular. Kanlı ve sert bir savaş için tüm imkânlarını seferber ettiler.
Bu haber Medine’ye ulaşınca müminler korkmaya başladılar. Ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarının farkında olan Allah Resûlü (sav) savaş için hazırlıklara başlamaya karar vermişti. Daha önce düşmanı yanıltmak için nereye sefere gittiğini söylemeyen Allah Resûlü (sav) bu sefer aksine nereye gideceğini açıkça söyledi. Müminlerin savaşa hakkıyla hazırlanması için Tebük’e doğru Rumların üzerine gideceğini haber vermişti.
Mesafe oldukça uzaktı, yaz mevsimi olduğu için hava çok sıcaktı, şiddetli bir kıtlık hâkimdi ve halk erzak bulamıyordu. Tüm bunların yanı sıra bir de hurmaların hasat vakti gelmişti ve bu yüzden insanlar savaşa çıkmaya istekli değildi. Bu olumsuzluklara bir de münafıkların desiseleri eklenince Medine’de soğuk bir rüzgâr esiyordu.
Allah Resûlü (sav) bugüne kadar hiç karşılaşmadığı büyük bir orduyla karşılaşacak, dönemin süper gücüne karşı koyacaktı. Bu yüzden güçlü bir orduya ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaçtan dolayı seferberlik ilan ederek herkesin savaşa katılmasını emretmişti. Ayrıca infakta bulunmaları hususunda teşvikte bulunmuştu. Bu ordu öyle zorluklarla hazırlanacak ve öyle zorluklara göğüs gerecekti ki “Ceyşu’l Usra/Zorluk Ordusu” diye anılacaktı.
Tabii Allah Resûlü’nün (sav) nidasını işiten müminler bu çağrıyı cevapsız bırakacak değildi. Ebû Bekir (ra) tüm malını getirdi. Ömer (ra) malının yarısını getirdi. Osmân (ra) iki yüz deve ve yükleriyle birlikte yüz deve daha, sonra iki yüz ukıyye ve bin dinar getirdi. Abdurrahman ibni Avf iki yüz ukıyye ve daha birçok mal getirdi. Kadınlar takılarını infak ettiler. Mal bulamayanlar çalıştılar birkaç avuç hurma kazandılar ve getirip onu infak ettiler. Bunu da yapamayanlar haklarını müminlere helal ettiler. Yani herkes yanlarında bulunanların son zerresine kadar neyi var neyi yok infak ediyorlardı.
Ancak bazı kimseler vardı ki fakirliklerinden dolayı infak edecek hiçbir şey bulamıyorlardı. Üstüne üstlük savaşa katılmak için bir binekleri de yoktu. Bu yolu yürüyerek katetmeleri mümkün de değildi. Nebi’nin bu son gazvesinde ondan ayrı kalmak istemiyorlardı. Allah Resûlü’ne (sav) geldiler ve savaşa katılmak için ısrar ettiler. Ancak Allah Resûlü (sav) onları bindirecek bir binek bulamadı. Ve onları götüremeyeceğini söyledi. Yaklaşık yedi kişi olan bu sahabiler Allah yolunda Allah Resûlü (sav) ile beraber cihada katılamadıkları için gözyaşlarını dökerek geri döndüler. İşte bu kimseler tarihte “Bekkâîn/Ağlayanlar” diye anıldılar. Öyle samimilerdi ki bu arzularında Allah (cc) yüce Kitab’ında onları kıyamete kadar okunan ayet kıldı:
“Allah’a ve Resûl’üne karşı samimi olup da zayıf olan, hasta olan ve harcayacak mal bulamadığı için (savaşa katılmayanlara) bir günah yoktur. Muhsinlerin/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanların aleyhine bir yol yoktur. Allah, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir. Yine, onlara binek temin etmen için sana gelip de: ‘Sizi, üzerine bindirebileceğim (bir binek) bulamıyorum.’ dediğin ve harcayacak bir şey bulamadıklarından, gözleri yaş dolu olarak üzüntüyle dönüp gidenlere de bir günah yoktur.”[14]
İşte bu kıymetli topluluğun arasında Abdullah ibni Muğaffel de (ra) vardı.[15]
Bu ayet hakkında İbni Abbâs’tan şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Resûlü (sav) insanlara kendisiyle birlikte savaşa çıkmalarını emretmişti. Ashabından bir grup ona geldi. Aralarında Abdullah ibni Muğaffel el-Müzeni de vardı. ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bize binek ver.’ dediler. Allah Resûlü (sav) onlara, ‘Allah’a yemin olsun ki sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.’ dedi. Ağlayarak döndüler. Cihaddan geri kalarak oturmak, harcayacak ve binecek bir şey bulamamak onlara çok ağır gelmişti. Allah onların Allah’a ve Resûl’üne karşı aşırı sevgilerini gördüğünde Kitab’ında onların mazur olduklarına dair şu ayetleri indirdi:
‘Allah’a ve Resûl’üne karşı samimi olup da zayıf olan, hasta olan ve harcayacak mal bulamadığı için (savaşa katılmayanlara) bir günah yoktur…’[16] ”[17]
İşte Abdullah (ra) ve diğer sahabiler üzerinden gördüğümüz bu durum, mücadele arzusunun en samimi hâlidir. Orduya katılamadıkları için yaş dolu gözlerle geri dönmüşler ve can tehlikesi olan bir mücadeleden geri kalmanın üzüntüsü onların yüzüne böyle yansımıştır.
Şimdi düşünelim… Onlar nerede biz neredeyiz? Onların mücadele arzusu nerede bizim mücadele arzumuz nerede? Onların geri kalma korkusu nerede bizim geri kalma korkumuz nerede? Herhangi bir alanda hizmet çağrısına icabet edemediğimiz için böyle bir üzüntü duyduk mu? Hatta onlar gibi gözyaşı dökebildik mi?..
İşte İslam ancak böyle samimi kimselerin eliyle zafere ulaşmıştır. Bugün de Tevhid ve Sünnet daveti ancak böyle gönlü mücadele aşkıyla dolup taşan, dünya ve ahiret tercihinde seçimini ahiretten yana yapan kimselerin eliyle yükselecektir. Dün böyle olmuşsa bugün de böyle olacaktır. Dava hiç olmadığı kadar muhlisleri ve muhsinleri arıyor.[18]
Devam edecek inşallah…
[1]. bk. 8/Enfâl, 62
[2]. Bahsedilen sahabi Haram ibni Milhan’dır. bk. Buhari, 4090, 4091, 4092
[3]. Bahsedilen sahabi Habib ibni Zeyd’dir. bk. İbni Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Mektebetu ve Matbuatu Mustafa, 1/466
[4]. Bahsedilen sahabi Ebû Akîl’dir. bk. Sıfatu’s Safve, İbnu’l Cevzî’, Dâru’l Hadîs, 1/175-176
[5]. bk. 48/Fetih, 27
[6]. bk. 48/Fetih, 10
[7]. bk. El-Bidâye ve’n-Nihâye, İbni Kesîr, Daru İhyau’t Turas, 4/188-201 özetle
[8]. 48/Fetih, 18
[9]. Müslim, 2496; Ahmed, 27362
[10]. Buhari, 4841
[11]. Tirmizi, 1489
[12]. Ahmed, 16800
[13]. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Mektebetü’l Hanci, 5/144
[14]. 9/Tevbe, 91-92
[15]. Abdullah ibni Muğaffel’den rivayetle dedi ki: “Allah’ın ‘Yine, onlara binek temin etmen için sana gelip de…’ ayetinde buyurduğu topluluk arasında bende varım.” (bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 10/583, 33279 No.lu rivayet)
“Bekir ibni Abdullah el-Müzeni ve Hasan’ı Basri ‘Yine, onlara binek temin etmen için sana gelip de…’ ayeti hakkında ‘Bu ayet Muzeyne kabilesinden Abdullah ibni Muğaffel hakkında inmiştir.’ dediler.” (bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 10/584, 33289 No.lu rivayet)
[16]. 9/Tevbe, 91
[17]. Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, İbni Kesîr, Dârul Kutubi’l İlmiyye, 4/174
[18]. bk. Fî Zılâl-il Kur’ân, 3/1686, Tevbe Suresi, 91. ayetin tefsiri
İlk Yorumu Sen Yap