Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Yüce Allah’ın mümin erkeklere ve kadınlara yüklediği pek çok sorumluluk vardır, bunlardan biri de sadık (ve dahi sadıklarla birlikte) olmalarıdır. Türkçede genelde doğru sözlülük olarak anlaşılan sıdk, bir vahiy kavramı olarak çok daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Biz de bu ve önümüzdeki ay boyunca, anlam daralması yaşamış bu Kur’ân kavramının izini sürecek; nüzul sürecinde kavramın kazandığı asli ve yan anlamları tespit etmeye çalışacağız. Umulur ki sadık erkekler ve sadık kadınlardan olma çabamıza katkısı olur. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).
Sıdk/Sadakat Kavramının Anlamı
“S-d-k” kökünden türeyen sıdk/sadakat, bir şeyde var olan kuvvet ve dayanıklılığa delalet eder. Doğru konuşmaya sıdk denmesi; doğru sözün güçlü ve kalıcı olması, yalanın ise zayıf ve geçici olmasındandır.[1] Zamanla doğru sözlülük, dürüstlük, yiğitlik, özü sözü bir olma veya bunlara delalet eden eylemler için “s-d-k” kökünden türeyen kelimeler kullanılmıştır. Örneğin insanın en samimi arkadaşı, can yoldaşına “sadîk”; inanç ve ahlak yönünden kâmil insanlara “sıddık”; kişinin meşru bir evlilik niyetini gösterdiği için mehre “sadak”; kişinin Allah sevgisinin mal sevgisinden üstün olduğunu, dolayısıyla Allah sevgisinde samimi olduğunu gösteren infaka “sadaka” denmiştir.
Kur’ân’ın Nüzul Sürecinde Sıdk/Sadakat
Kur’ân, sıdk ahlakını kuşananlar için “sadık” ve “sıddık” anlamında iki kelime kullanmıştır. Kur’ân’daki kullanımlar incelendiğinde vahyin neye sıdk, kimlere sadık/sıddık ismi verdiği hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşur.
- “Kitap’ta İbrahim’i de an! O, özü sözü bir/sıddık olan bir nebiydi.”[2]
“Kitap’ta İdris’i de an! Şüphesiz ki o, özü sözü bir/sıddık olan bir nebiydi.”[3]
Kur’ân-ı Kerim nüzul surecinde ilk olarak sıddık kavramını müminlerin gündemine aldı; İbrâhîm ve İdrîs Nebilerin birer sıddık olduğunu haber verdi. Kur’ân ve sahih sünnette İdrîs Nebi’ye dair detaylı bilgi bulamıyoruz. Ancak İbrâhîm’e (as) neden sıddık dendiği, ayetin geçtiği bağlamdan anlaşılıyor. 41. ayette İbrâhîm’in “sıddık” olduğunu söyleyen Kur’ân, 42 ila 49. ayetlerde onu (as) sıddıklaştıran özelliklere dikkat çekiyor:
“Kitap’ta İbrahim’i de an! O, özü sözü bir/sıddık olan bir nebiydi. Hani babasına demişti: ‘Babacığım! Niçin duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayacak şeylere ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz ki bana, sana gelmemiş olan bir ilim geldi. Bana uy ki seni dosdoğru yola ileteyim. Babacığım! Şeytana ibadet/kulluk etme! Çünkü şeytan, Er-Rahmân’a başkaldırmıştır/asi olmuştur. Babacığım! Er-Rahmân’ın azabı sana dokunur ve şeytana dost olursun diye endişeleniyorum.’ (Babası) demişti ki: ‘İlahlarımdan yüz mü çeviriyorsun ey İbrahim? Şayet (bu hâline) son vermezsen seni taşlarım. Uzun süre benden uzaklaş.’ Demişti ki: ‘Selam olsun sana! Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O, bana karşı (merhametli, lütufkâr ve benimle yakından ilgilenen) Hafiy’dir. Sizi ve Allah’ın dışında dua ettiklerinizi terk edip ayrılıyorum. Yalnızca Rabbime dua ediyorum. Umulur ki Rabbime yaptığım dua nedeniyle bedbaht olmam. (Rabbim duama icabet eder.)’ (İbrahim) onları ve Allah’ı bırakıp da ibadet ettiklerini terk edip ayrılınca ona, İshak’ı ve Yakub’u verdik. Hepsini nebi kıldık.”[4]
- Dikkatimizi çeken ilk nokta, İbrâhîm’in (as) Allah’a (cc) daveti ve tevhidî hakikatlerin anlaşılması için gösterdiği çabadır. O (as), inanmakla yetinmemiş, inandığı hakikatleri ısrarla, biteviye çevresine tebliğ etmiştir.
- Davet esnasında kullandığı özenli dil de önemlidir. Bir taraftan “Babacığım,” hitabıyla babaya, ataya, aileye gösterilmesi gereken şefkat ve saygıyı göstermiş; diğer yandan şirkin çirkinliğini ve putların hakikatini en açık şekilde ortaya koymuştur. Davet esnasında muhatabın hakkını koruduğu gibi Yüce Allah’ın hakkını da korumuş, sözü müstakim kılmıştır. Davet esnasında bu dengeyi gözetmek ne de zordur! Zordur; zira üslubu beyan ayniyle insandır. Dinginliğe ermemiş bir kalp, davet dilinde dengeyi gözetemez.
- İbrâhîm’in (as) yüzü Allah’a (cc) dönük, önceliği âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. İçinde yaşadığı toplum onu tehdit ettiğinde hiç tereddüt etmeden tercihini Rabbinden yana yapmış, ailesine sırtını dönmüştür. “Müminin vatanı, Allah’a (cc) özgürce kulluk ettiği yerdir.” dercesine hicret etmiştir. İki seçenek arasında doğru tercih, sıddık kalplerin işidir.
- İbrâhîm (as) yaşadığı tüm bu zorlukları Yüce Allah’ın El-Hafiy ismiyle göğüslemiştir. El-Hafiy, O’nun (cc) kuluyla özel ilgilenmesi, lütfu ve rahmetiyle kulunu kuşatmasıdır. O (as) El-Hafiy isminin farkında olduğu için her adımını duayla atmış, duayla sıddık bir kalp inşa etmiştir.
Öyleyse sıddık; insanları inandığı değerlere davet eden, özenli bir dil kullanan, yeri geldiğinde tavır almasını bilen ve Rabbinin özel ilgisinin farkında olan, dolayısıyla her adımını duayla atan kimsedir.
“Yusuf! Ey sıddık kişi! Bize yedi zayıf ineğin yedi besili ineği yediği, yedi yeşil başak ve diğerleri kuru olan başakların olduğu rüyayı yorumla. Umulur ki insanlara dönerim de (rüyanın anlamını) bilmiş olurlar.”[5]
Nüzul sürecinde ikinci kullanım yine sıddıktır ve Yûsuf Nebi için kullanılmıştır. Bu defa Yûsuf’a (as) sıddık diye hitap eden, zindan arkadaşlarından biridir. Peki, zindan arkadaşı Yûsuf’tan ne görmüştür de onu (as) sıddık diye isimlendirmiştir? Ayeti bağlamıyla beraber okuduğumuzda iki şey görürüz: Yûsuf’un güzel ahlakı ve tevhid daveti!
“Onunla beraber zindana iki genç daha girdi. Bunlardan biri: ‘Rüyamda şarap sıktığımı gördüm.’ dedi. Diğeriyse: ‘Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve kuşların ondan yediğini gördüm. Bize bu rüyanın yorumunu haber ver. Çünkü biz, seni iyilik yapanlardan biri olarak görüyoruz.’ dedi. Dedi ki: ‘Size rızık olarak yiyeceğiniz bir yemek gelmeden önce mutlaka yorumunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği bilgidendir. Şüphesiz ki ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir topluluğun dinini terk ettim. Babalarım olan İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmamız söz konusu dahi olamaz. Bu hem bize hem de insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! (Hiç düşündünüz mü?) Birbirinden ayrı, darmadağınık rabler mi daha hayırlıdır, yoksa (zatında, fiillerinde ve sıfatlarında tek olan) El-Vâhid ve (her şeye boyun eğdirip hükmüne ram eyleyen) El-Kahhâr olan Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da ibadet ettikleriniz, ancak sizin ve babalarınızın koyduğu, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerdir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk/ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ey zindan arkadaşlarım! (Rüyanıza gelince) ikinizden biri, efendisine şarap içirecek (özgür kalacak); diğeriniz ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecektir. Hakkında bilgi edinmek istediğiniz konu bitmiştir.’ ”[6]
- Dikkatimizi çeken ilk nokta, zindan arkadaşlarının onu muhsin/iyilik ehli bir insan olarak isimlendirmesi ve onun insan ilişkilerindeki güzel ahlakına vurgu yapmalarıdır.
İlk dönem müfessirleri Yûsuf’un (as) ihsanına dair şunları söylemişlerdir:
Dehhâk ibni Muzâhim’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:
“Ona, ‘Çünkü biz, seni iyilik yapanlardan biri olarak görüyoruz.’[7] ayeti hakkında ‘Yûsuf hangi konularda iyi davranmıştı?’ diye sorulunca, ‘Hapishanede bir kimse hastalandığında hemen onun yardımına koşar, yeri dar olan birine, geniş yer bulmak için çalışır, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermeye çalışırdı.’ cevabını verdi.”[8]
Mukâtil ibni Suleymân (rh) şöyle der:
“Onun zindandaki ihsanı/iyiliği, hastaları ziyaret edip onları tedavi etmesi, sıkıntısı olanları teselli etmesiydi. Ayrıca Rabbine ibadet eden biri olduğunu da görmüşlerdi. İşte onun ihsanından kasıt budur.”[9] [10]
- Dikkatimizi çeken ikinci nokta, Yûsuf’un (as) tevhid daveti konusundaki hassasiyetidir. O (as), bulduğu ilk fırsatta zindan arkadaşlarına tevhidi anlatmış, inandığı hakikatleri çevresiyle paylaşmıştır.
- Dikkatimizi çeken üçüncü nokta, davet esnasında kullandığı özenli dildir. Sıddık olan İbrâhîm (as), babasına “Babacığım,” derken Yûsuf da (as) “Ey zindan arkadaşlarım,” diye hitap etmiştir. “Şüphesiz ki ben Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir topluluğun dinini terk ettim.”[11] ifadesi de davetteki özenli dilin bir başka örneğidir. Neticede dinini terk ettiği toplum zindan arkadaşlarının kavmidir. Ancak o (as), “Sizin dininizi terk ettim.” demek yerine, “Bir topluluğun dinini terk ettim.” demiştir. Böylece muhataplarını incitmeden, onları hedef alıp savunma pozisyonuna itmeden hakikati dillendirmiştir.[12]
- Dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise Yûsuf’un (as) Yüce Allah’ın lütuf, ihsan ve nimetlerine yaptığı vurgudur. Yaptığı rüya yorumunun dahi Rabbi tarafından kendisine öğretildiğini söylemiştir.
- Yûsuf’un (as) neyi terk ettiği ve yüzünü nereye döndüğü, tavrı ve tavrının gerekçesi apaçıktır. O (as) Allah’a ve ahirete inanmayan bir kavmin dinine sırt dönmüş, atası olan İbrâhîm’in milletine yönelmiştir.
İşte bu, Kur’ân’ın eşsiz üslubudur. İki farklı sure, iki farklı peygamber, iki farklı lafız… Ancak tedebbür ettiğinizde sıddıkiyet vasfı hem İbrâhîm hem de Yûsuf Peygamber’de aynı anlama gelir: Tevhide davet, davette özenli bir dil kullanmak, şirke tavır almak ve Yüce Allah’ın özel ilgisinin/lütfunun farkında olmak. Yûsuf Suresi’nde sıddıkiyete eklenen anlam, muhsin olmaktır. İnsan ilişkilerinde özen, ilgi ve iyilik; ihsandır. Yûsuf (as) zindan arkadaşlarına karşı muhsinlerden olmuştur.
- “Elif, Lâm, Mîm. Yoksa insanlar, ‘İman ettik.’ dedikten sonra, imtihana tabi tutulmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki, onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah, doğru olanları da yalancıları da bilir. (Ve imtihanlarla insanların da bilmesini sağlar.)”[13]
Mekke sürecinde sıdk kavramı, Hicretin hemen öncesinde Ankebût Suresi ile müminlerin gündemine sokulmuştur. Ayetler sıdk kavramını imtihanla özdeşleştirmiş; her imtihanın mutlaka bir sadıkı, bir de yalancısının olduğunu haber vermiştir. İlerleyen ayetler, imtihandan muradın ne olduğuna dair iki örnek vermiştir. İlki kişinin ebeveyniyle imtihan olması, ebeveyninin onu müşrikleştirme çabasıdır. Bu imtihanda sıdk, bir yandan ebeveynin hakkını gözetmek (onlarla iyi geçinmek), diğer yandan da onların müşrikleştirme baskısına direnmek, hiçbir surette onlara itaat etmemektir. Ki, kısa bir süre sonra hicretle emrolunan birçok mümin, ebeveyniyle karşı karşıya kalarak bu zorlu imtihana uğramıştır. Sadıklar Allah Resûlü (sav) ile birlikte hicret ederken, kaybedenler Mekke’de, geride kalmıştır.
“İnsana, anne babasına karşı güzellikle muamele etmesini tavsiye ettik. Şayet bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır ve size yaptıklarınızı haber vereceğim. İman edip salih amel işleyenleri ise elbette, salih (kullarımızın arasına) dâhil edeceğiz.”[14]
İkinci örnek ise müşriklerden gelen eza karşısındaki imtihandır. Bazı insanlar, gördükleri ezayı o denli büyütmüştür ki kendi abartılarının kurbanı olmuşlardır. Her türlü taviz, dirençsizlik ve savrulmayı, gördükleri ezanın büyüklüğüne bağlamış; geri kalışlarını bu bahaneyle temize çekmişlerdir. Müminlere bir yardım/zafer geldiğinde ise, “Biz sizinle beraberdik.” diyerek sırf İslam’a mensup olmaları hasebiyle o hayırdan nasiplenmek istemişlerdir:
“İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Allah’a iman ettik.’ der. Allah’ın dini uğruna eziyete uğradığında da, insanların ezasını Allah’ın azabına denk tutar. Şayet Rabbinden bir zafer/yardım gelecek olsa: ‘Kuşkusuz biz, sizinle beraberdik.’ derler. (İyi de) Allah, âlemlerin sinesinde olan (iman ve nifağı) en iyi bilen değil midir? (Bunu da mı bilmiyorlar?) Kesinlikle Allah, iman edenleri de münafıkları da bilir (ve imtihanlarla insanların da bilmesini sağlar).”[15]
Bunlar yalnızca birer örnek. Hakikat ise şudur: Her birimiz her ân, her dönem mutlaka imtihan oluyoruz. İmtihanımız farklı olduğu gibi her imtihanda Yüce Allah’ın bizden istediği de farklıdır. Sıdk, imtihanda olduğumuzun bilincinde olmak ve bize özel o imtihanın sorumluluğunu idrak etmektir.
- “İyilik, yüzünüzü doğu ya da batı cihetine dönmeniz değildir. (Gerçek anlamda) iyilik, Allah’a, Ahiret Günü’ne, meleklere, Kitab’a ve nebilere inananların; sevmesine rağmen malı, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve kölelere verenlerin; namazı kılıp, zekâtı verenlerin; söz verdiklerinde sözlerine bağlı kalanların; fakirlik, hastalık ve savaş zamanında sabredenlerin yaptığıdır. İşte bunlar sadık olanlardır. Bunlar takva sahiplerinin ta kendileridir.”[16]
Hicretin ikinci yılında kıble değişti.[17] Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a kıble değişimi, Medine’de ciddi sarsıntıya neden oldu. Zira Yahudiler bu değişimi propaganda malzemesine çevirdiler. Allah Resûlü’nün (sav) yönünün ve ne yaptığının belli olmadığını, ilkesiz olduğunu iddia ederek nübüvvetinde şüphe oluşturmaya çalıştılar. Bakara Suresi’nin 106 ila 177. ayetleri onların propagandasına cevap verdi, bu olay üzerinden müminleri eğitti. Bu süreçte Allah’ın (cc) indirdiği son ayet, Allah katında sadık ve muttakilerin kim olduğunu haber vermiş oldu. Ayete göre sadıklar;
- Gerçek iyilik/birr sahipleridir. Onlar bilinçsiz, gaflet içinde, ne yaptığını bilmeden yüzünü sağa sola dönen insanlar değildir. Tüm söylem ve eylemlerine yön veren; Allah’a (cc), ahirete, meleklere, kitaplara ve nebilere olan imanlarıdır.
- Ellerinde olanı paylaşır; mallarında akrabanın, yoksulun, yolda kalmışın… hakkı olduğunu bilirler.[18] Allah’a (cc) olan sevgileri, mala olan sevgilerine üstün gelir; malı sevmelerine rağmen Allah için infak ederler.
- Allah’ın (cc) farz kıldığı amellere riayet eder; namazı ikame eder ve zekâtı ifa ederler.
- Söz verdiklerinde sözlerine bağlı kalır, ahde vefa gösterirler.
- Zor zamanları sabırla göğüsler; fakirlik, hastalık ve savaş gibi durumlarda Yüce Allah’ın istediği şekilde hareket ederler. Fakirlik ve hastalık gibi imtihanları rıza ve dinginlikle, savaş imtihanını cesaret, adanmışlık ve yiğitlikle karşılarlar.[19]
Öyleyse sıdk; her şeyden önce imandan neşet eden bilinç ve farkındalıktır. Sonra kendisine verilen rızıkta başka insanların hakkı olduğunu bilmek, malı sevmesine ve ona ihtiyaç duymasına rağmen infak etmektir. Farzlara riayet etmek, söz ahlakına sahip olmak, imtihanlara karşı sabrı kuşanmaktır. Özetle inancıyla, malıyla, ibadetleriyle, verdiği sözle ve karşılaştığı imtihanlarla Allah’a (cc) kul olduğunu bilmektir.
- Ahzâb/Hendek Savaşı
Sıdk kavramının en yoğun işlendiği dönem Ahzab Savaşı’dır.
“Hani biz, peygamberlerden; senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan, Meryem oğlu İsa’dan söz almıştık. Biz, onlardan pekiştirilmiş sağlam bir söz almıştık. (Bu,) sadık olanlara, sadakatlerinden/doğruluklarından sorması içindir. Kâfirler için can yakıcı bir azap hazırladı.”[20]
“Müminlerden öyle yiğitler vardır ki; Allah’la yaptıkları sözleşmeye sadık kaldılar. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi (şehit oldu), kimisi beklemektedir. Kesinlikle (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Allah, sadık olanları, doğrulukları nedeniyle mükâfatlandıracak; münafıklara da dilerse azap edip dilerse tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz ki Allah, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.”[21]
“Şüphesiz ki teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, gönülden ve sürekli Allah’a kulluk yapan erkekler ve gönülden sürekli Allah’a kulluk yapan kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’tan) saygıyla korkan erkekler ve (Allah’tan) saygıyla korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetini koruyan erkekler ve iffetini koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı) çokça zikreden kadınlar; Allah onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[22]
Sıdk kavramına en fazla vurgunun Ahzâb Suresi’nde yapılması normaldir. Zira İslam toplumu ilk defa böylesi bir kuşatmayla karşı karşıya kalmış; uzaktan gelen müşrik kabileler, Medine çevresinden Yahudiler ve içerideki münafıklar İslam cemaatini ateşten çember içine almıştır. Böyle bir kuşatma ancak iman ve sadakatle aşılabilirdi. Zaten yukarıda kaydettiğimiz ayetler bağlamlarıyla beraber okunduğunda Yüce Allah’ın, şirk koalisyonu karşısında iki ayrı tavırdan söz ettiği görülür. Bunlardan ilki iman ve sadakat ehlinin tavrıdır:
“Müminler, orduları gördüklerinde dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûl’ünün bize vadettiğidir. Allah ve Resûl’ü doğru söylemiştir.’ (Bu,) yalnızca onların iman ve teslimiyetlerini arttırdı. Müminlerden öyle yiğitler vardır ki; Allah’la yaptıkları sözleşmeye sadık kaldılar. Onlardan kimisi adağını yerine getirdi (şehit oldu), kimisi beklemektedir. Kesinlikle (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[23]
İkincisi de nifak ehlinin ve kalpleri hastalıklı müminlerin tavrıdır:
“Hani size, hem üst tarafınızdan hem de alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış, yürekler ağza gelmişti. Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İşte tam orada, müminler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardı. Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar diyorlardı ki: ‘Allah ve Resûlü bizi aldatmaktan başka bir şey vadetmedi (boş vaadlerle bizi kandırdı).’ Hani onlardan bir grup: ‘Ey Yesripliler! Kalacak yeriniz yok, geri dönün.’ diyorlardı. Bir grup, Nebi’den izin istiyor ve diyorlardı ki: ‘Evlerimiz avrettir/korumasızdır.’ Oysa evleri korumasız değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı.”[24]
Bu ağır ithamların sadakatle ilgisi ne ola ki? İlgisi şudur: Onlar Allah Resûlü’ne (sav) bir söz vermiş, her ne durumda olursa olsun, onun yanında yer alacaklarını ve onu yüzüstü bırakmayacaklarını söylemişlerdi.
Câbir’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“ ‘Ey Allah’ın Resûlü! Seninle ne üzere biatleşeceğiz?’ dedik.
Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Bana; istekli ve isteksiz/tembel hâlinizde de dinleyip itaat edeceğinize, fakirken de zenginken de Allah yolunda harcayacağınıza, iyiliği emredip kötülükten menedeceğinize, Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayarak Allah için konuşacağınıza, size geldiğim zaman kendi canınızı, karınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de koruyup yardım edeceğinize söz verin; cennet sizin olsun.’
Hepimiz kalktık ve ona biat ettik.”[25]
Şirk koalisyonunu gördüklerinde onlara yakışan; sözlerini hatırlamaları ve Resûl’ün (sav) yanında yer almalarıydı. Münafıklar verdikleri söze ihanet ettikleri için ağır sıfatlarla kınandılar. Rabbimiz (cc) şöyle buyurur:
“Andolsun ki bundan önce, dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz (mutlaka) sorulur.”[26]
Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyiz: Sadakat, imandan neşet eden bilinç/farkındalık ve bu bilincin kişinin düşünce, söz ve eylemlerine istikamet kazandırmasıdır. Müminler orduları görünce, “Bu, Allah’ın ve Resûl’ünün bize vadettiğidir.” demiş, rahatlıkta inşa ettikleri bilincin semeresini zorlukta devşirmişlerdir. Yani Allah Resûlü (sav) onlara ileride karşılaşacakları imtihanları anlattığında onu can kulağıyla dinlemiş, söylediklerini anlamış ve bilinçli olarak, “İşittik ve itaat ettik.” demişlerdir. Bir gün, vadedilen gerçekleştiğinde, “İşte Allah ve Resûl’ünün bize vadettiği tam da buydu.” diyerek verdikleri sözü tutmuşlardır. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan müminler ise Allah Resûlü’nün (sav) karşılaşacakları imtihanlara dair söylediklerini anlamamış, idrak edememiş, o imtihanlarla karşılaşınca da savrulmuşlardır. Öyleyse sıdk; neye inandığına ve nasıl bir yolda yürüdüğüne dair bilinçli olmak, verdiği sözün farkında olmak ve sözüyle imtihan edildiğinde sözünü tutmaktır.
- “(Ayrıca fey,) yurtlarından çıkarılan ve malları (ellerinden alınan), Rablerinin lütuf ve rızasını arayan, Allah’a ve Resûl’üne yardım eden fakir muhacirlere aittir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.”[27]
Ayet-i kerime bir muhacir portresi çizmektedir. Onlar yalnızca Allah’a (cc) kulluk edip şirkten berî oldukları için yurtlarından çıkarılmış, malları gasbedilmiş, bu nedenle yaban elde fakir düşmüş kimselerdir. Ne ki yurtlarından sürülmeleri ve mallarının müsadere edilmesi, onları düşkünleştirmemiştir. Bu durumda bile kul olduklarının ve bir davaları olduğunun bilincinde yaşamış; Rabblerinin lütuf ve rızasını umarak Allah’a ve Resûl’üne yardım etmişlerdir. Bu tavırlarıyla onlar zamana, mekâna ve şartlara meydan okumuş; her şart ve mekânda İslam dinine ensar olunabileceğini göstermişlerdir. İşte bu sıfatlara haiz insanlar Allah katında sadıklardan, hatta sadıkların ta kendisi olanlardandır. Öyleyse sıdk; kulluk bilincinin ve davaya yardım şuurunun herşeyin üstünde, hiçbir şarta ve koşula bağlı olmaksızın sürekliliğidir.
- “Bedeviler: ‘İman ettik.’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz. Fakat ‘teslim olduk’ deyin.’ (Çünkü) iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Şayet Allah’a ve Resûl’üne itaat ederseniz (Allah,) amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir. Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah’a ve Resûl’üne iman etmiş, sonra da şüpheye düşmeden Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad etmişlerdir. Bunlar, sadık olanların ta kendileridir.”[28]
Okuduğumuz ayetlerin nüzul sebebine dair şunlar söylenmiştir:
İsmâîl Es-Suddî (rh) şöyle dedi:
“ ‘Bedeviler: ‘İman ettik.’ dediler.’ ayeti, Allah’ın Fetih Suresi’nde bahsettiği bedeviler hakkında indi. Onlar Muzeyne, Cuheyne, Eslem, Eşce’ ve Ğifâr Kavimlerinin bedevileriydi.
Canlarını ve mallarını emniyet altına almak için, ‘Allah’a iman ettik.’ diyorlardı. Ne zaman ki Hudeybiye’ye sefere çıkmaları istendi, geride kaldılar. Bunun üzerine Allah (cc), ‘Bedeviler: ‘İman ettik.’ dediler.’ ayetini indirdi.”[29]
Görüldüğü gibi ayetler iki sınıf insanı karşılaştırmıştır. Bir tarafta dünyevi birtakım menfaatler için inanmış gibi görünen, inancının gereği olarak Allah (cc) yolunda sefere/cihada çağrıldığında da ayak direyen insanlar vardır. Diğer tarafta ise inanmış ve inancının gereği olarak Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden insanlar vardır. Beri taraftaki sadık insanlar bir ân olsun inançlarında şüpheye düşmemiş, inançlarının gereğini yapmakta tereddüt etmemişlerdir. Bu ayetlerde sıdk; hiçbir dünyevi çıkar gözetmeksizin, samimiyet ve ihlasla inanmaktır. Allah Resûlü’nden (sav) öğrendiğimiz kadarıyla Kelime-i Tevhid’in insana fayda vermesi için, kalpten sadakatle söylenmesi gerekmektedir. İçinde sıdk olmayan “Lailaheillallah” geçersizdir.
Ebû Katâde’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in, O’nun resûlü olduğuna sadık kalple şahitlik eden herkese, Allah ateşi haram kılar.”[30]
Allah rızasını elde etmek dışında amaçlar güdülerek söylenen “Lailaheillallah” faydasızdır; kişiyi şirkten ve ateşten korumaz, tevhide ve rıza-i İlahiye ulaştırmaz.
Sıdk ve ihlas ile söylenen “Lailaheillallah”, sahibini doğruluk ve samimiyete yönlendirir. Sözü amelini, ameli sözünü tasdik eder. Hayatında bütünlük olur. Davasında, mücadelesinde, mesleğinde, evinde, komşuluk ilişkisinde “Lailaheillallah”ın eserleri görülür. Yazı boyunca okuyacağımız sadakat özellikleri hayatına yansır, onun şahsiyetini inşa eder.
- “Meryem oğlu Mesih yalnızca bir resûldür. Muhakkak, ondan önce resûller gelip geçmiştir. Onun annesi sıddıka/dosdoğru bir kadındı. (O ve annesi ilah olamazlar çünkü) ikisi de yemek yerlerdi. (Yemek yemek muhtaç olmaktır. Muhtaç olan ilah olamaz) Bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? Sonra yine bak, onlar nasıl (haktan) çevriliyorlar?”[31]
Nüzul sürecinde sıddıkiyet, son olarak bir kadın üzerinden müminlerin gündemine alınmıştır. Birer sıddık olan İbrâhîm, İdrîs ve Yûsuf nebilerin (as) yanında Meryem Annemizin de (as) bir sıddıka olduğu haber verilmiştir. Okuduğumuz ayette neden ona sıddıka dendiğine dair bir işaret yoktur. Ancak Kur’ân’ın sair ayetleri incelendiğinde Meryem Annemizi sıddıkiyet makamına ulaştıran sıfatlar açığa çıkmaktadır:
“(Allah,) İmran kızı Meryem’i de (örnek verir). O ki iffetini korudu, biz de ona ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve Kitaplarını doğruladı. O gönülden sürekli itaat edenlerdendi.”[32]
- Meryem’in Kur’ân’daki en belirgin özelliği iffetini koruması, iffet hassasiyetidir. O kadar ki insanların iffetine laf söz etmesindense ölüp yitmeyi tercih etmiştir:
“Doğum sancıları onu bir hurma ağacına yaslanmaya zorlamış ve ‘Keşke!’ demişti, ‘Bundan önce ölseydim de tamamen unutulup gitseydim.’ ”[33]
O (as), iffetini korumuş; Yüce Allah da onun ismini, şanını ve şerefini korumuştur. Tarihini milattan önce ve milattan sonra diye ayıran insanlık, tarihi onun (as) yaptığı doğumla/milatla dönemlendirmiştir.
- Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik eder: Onun iffeti ve sair tüm özellikleri, imanından/tasdiğinden kaynaklanır. Onu seçkinlerden ve arınmışlardan kılan, imanıdır.[34]
- Meryem “kânît” kullardandır. Kânît, süreklilik ve gönülden yapılan taabbud için kullanılır. Yani o (as), ibadetlerinde gönül ehli, dertli, samimi bir müminedir ve kulluğunda süreklilik vardır.
Buraya kadar okuduğumuz ayetler Kur’ân’ın sıdk, sadık ve sıddık kavramlarına yirmi üç yıllık nüzul sürecinde yüklediği anlamdır. Görüldüğü gibi vahiy sıdkı tanımlamamış, her zaman yaptığı gibi sadık insanların sıfatlarını tanıtmıştır. Böylece her insan sadık olup olmadığını, şayet sadıklardansa ne oranda sadık (nefsine zulmeden, orta yollu veya hayırda öncü) olduğunu anlayabilir.
Selam ve dua ile…
[1]. bk. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 3/339-340; Tehzîbu’l Luğa, 8/276-278, s-d-k maddeleri
[2]. 19/Meryem, 41
[3]. 19/Meryem, 56
[4]. 19/Meryem, 41-49
[5]. 12/Yûsuf, 46
[6]. 12/Yûsuf, 36-41
[7]. bk. 12/Yûsuf, 36
[8]. Mevsûatu’t Tefsîru’l Me’sûr, Kolektif, 11/608, 37360 No.lu rivayet
[9]. age. 11/609, 37362 No.lu rivayet
[10]. İbni Cerîr Et-Taberî (rh) şöyle der:
“Diğer bir yaklaşım, o ikisinin Yûsuf’a şöyle demeleridir: ‘Bize rüyamızın yorumunu haber ver; tıpkı diğer fiillerinde senin iyilik yaptığını gördüğümüz gibi, bu şekilde bize vereceğin haberinle de bize iyilik yapmış olursun. Çünkü biz, seni iyilik yapanlardan biri olarak görüyoruz.’ ” (Tefsîru’t Taberî, 16/100 Yûsuf Suresi, 36. ayetin tefsiri)
[11]. bk. 12/Yûsuf, 37
[12]. Bireye yapılan davette üslup için bk. İman Ettikten Sonra, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s. 206
[13]. 29/Ankebût, 1-3
[14]. 29/Ankebût, 8-9
[15]. 29/Ankebût, 10-11
[16]. 2/Bakara, 177
[17]. bk. Buhari, 40; Müslim, 525
[18]. bk. 17/İsrâ, 26
[19]. Her imtihanın sabrı farklı, her imtihanın sabrı kendine özgüdür. Detaylı bilgi için bk. Tevhid Dergisi, S 120, s. 4
[20]. 33/Ahzâb, 7-8
[21]. 33/Ahzâb, 23-24
[22]. 33/Ahzâb, 35
[23]. 33/Ahzâb, 22-23
[24]. 33/Ahzâb, 10-13
[25]. Ahmed, 14456
[26]. 33/Ahzâb, 15
[27]. 59/Haşr, 8
[28]. 49/Hucurât, 14-15
[29]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 20/465-466, 71839 No.lu rivayet
[30]. Buhari, 128; Müslim, 32
[31]. 5/Mâide, 75
[32]. 66/Tahrîm, 12
[33]. 19/Meryem, 23
[34]. bk. 3/Âl-i İmrân, 42
İlk Yorumu Sen Yap