Risalet Öncesinde Dertli İnsanlar

Mekke toplumunun içine düştüğü bataklık Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ruhunu daraltıyordu. Bozulmamış fıtratların gördükleri, duydukları anda uzaklaşacakları hallerin Mekke’nin her yanına yayılmış olması Allah Rasûlü’nü çıkış yolları aramaya sevk etmişti. Bu ruh halinin sonucu Allah Rasûlü kendi gibi düşünen kişiler ile görüşmeye çalıştı ve inzivaya çekildi.

Aişe radıyallahu anha anlatıyor:

“Rasûlullah’a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüsde (Tahannüs ibadette bulunma demektir.) bulunuyordu. Bu maksatla yanına azık alıyor, azığı tükenince Hatice’ye dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. Bu hal, kendisine Hira mağarasında Hak gelinceye kadar devam etti.” (Buhari)

Özellikle Mekke toplumunda Hanif diye bilinen bazı kişilerin görüşleri, onlarla yapılan özel sohbetler Allah Rasûlü’nü biraz da olsa ferahlatıyordu. Bu birliktelikler onun zihnine öyle bir kazınmıştı ki risaletin Medine döneminde dahi bunları hatırlayabiliyordu.

“Ben-i İyad’ın muvahhid ve İsa’nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud b. Alâ adındaki zat, kavminin ileri gelenleriyle birlikte, vasıflarını öğrenmek üzere Rasûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra:

__ Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki senin vasfını İncil’de buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selam olsun ve seni gönderen Allah’a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve sen, Allah’ın Rasûlü’sün! diyerek Müslüman oldu.

Onu takiben de diğer arkadaşları İslamiyete girdiler.

Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Efendimiz, sordu:

__ İçinizde Kuss b. Saide’yi bilen var mı?

Carud:

__ Elbette ya Rasûlullah, dedi.

__ Hepimiz onu biliriz. Hususen ben, hep onun yolunda gidenlerdenim!

Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdular:

__ Kuss b. Saide’nin bir zamanlar Suk-i Ukâz’da bir deve üzerinde ‘Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak neyse olur!’ diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki hepsi hatırımda kalmış olsun!

Mecliste hazır bulunan Ebu Bekir atılarak:

__ Ya Rasûlullah, dedi.

__ Ben de o gün Suk-i Ukâz’da hazırdım. Kuss b. Saide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım!

Sonra da mezkûr hutbeyi başından sonuna kadar okudu.

Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss’un şiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerif’te, Hâşimoğullarından Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Peygamber gönderileceğini açıkça zikr ve beyan etmişti.

Bütün bunlardan sonra Rasûlullah Efendimiz de, cahiliye devrinde hidayet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:

__ Ümit ederim ki Cenab-ı Hak, kıyamet gününde Kuss b. Saide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.” (İbni Hişam, Siyre; İbni Sa’d, Tabakat.)

Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Hanif olarak isimlendirilen bu kişilerden Zeyd b. Amr ve Varaka b. Nevfel ile daha bir yakınlığı vardı. Zeyd’i Mekke’nin hemen dışındaki evinde ziyaret eder, kafasına takılan bazı meseleleri ona sorardı. Putperestlik ve ehli kitapla alakalı düşüncelerinin oluşmasında Zeyd. B. Amr’ın etkisi küçümsenmeyecek kadar çoktu. Çünkü putları reddeden diğer Haniflerin çoğu Hristiyanlık ya da Yahudiliği araştırmış, kendilerine yakın buldukları bir dine mensup olarak hayatlarını sürdürmüşlerdi. Zeyd’in başından geçen şu hadise ise Ehli Kitap ile arasına mesafe koymasını sağlamıştır.

İbni Ömer’den radıyallahu anh nakletti ki:

“Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Şam’a uyabileceği bir din aramaya gitti. Orada Yahudi bir din âlimine rastlayıp onların dinleri hakkında sorular sorup:

__ Belki de sizin dininize girerim, dedi.

Yahudi de:

__ Sen Allah’ın gazabından nasibini almadıkça bizim dinimizden olamazsın, dedi.

Bunun üzerine Zeyd de:

__ Ben ise sadece Allah’ın gazabından kaçıyorum ve ben asla Allah’ın gazabından bir şeyler yüklenmeye tahammül edemem. Bana başka şey tavsiye eder misin? dedi.

Yahudi de:

__ Onun Hanif olan din dışında bir şey olacağını sanmıyorum, dedi.

Zeyd de:

__ Hanif ne? deyince,

Yahudi:

__ O İbrahim’in dinidir. İbrahim ne Yahudi ne Hristiyanı. Allah’tan başkasına tapmazdı, deyince Zeyd yanından çıktı.

Hristiyanlardan bir âlime rastladı, ve ona da aynısını anlattı.

__ Sen Allah’ın lanetinden nasibini almadıkça bizim dinimize girmezsin, dedi. Zeyd de:

__ Ben ancak Allah’ın lanetinden kaçıyorum, demesine karşılık o da aynen Yahudi’nin söylediği gibi anlattı. Zeyd onların İbrahim hakkındaki görüşlerini anlayınca yola çıktı. Şehirden dışarı vardığında ellerini kaldırarak:

__ Allah’ım! İbrahim’in dini üzere olduğuma seni şahit tutarım, dedi.” (Buhari)

Haniflerden bahsettiğimiz zaman bazı noktalar dikkatimizi çekmektedir.

Mekke toplumu Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanıyordu. O’nun tek bir ilah olduğunu Haniflerin ağzından defalarca duymuşlardı. Ayrıca yerde ve gökte olan hadiselerin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğini biliyor ve inanıyorlardı. Bu duruma sadece Haniflerin varlığı işaret etmez. Ayetler de bunun açık şahididir.

“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?’ diye sorsan, mutlaka, ‘Allah’ derler. De ki: ‘(Öyleyse) hamd da Allah’a mahsustur.’ Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (29/Ankebut, 63)

Maalesef günümüzde Mekke toplumundan bahsedilirken ateist bir toplum varmış gibi anlatılıyor. Doğal olarak bu topluluğun iman etmeleri için Allah’ın varlığına inanmaları yeterli oluyor. Bilakis onlar Allah’ı subhanehu ve teâlâ bilmelerine, O’nun isim ve sıfatlarının birçoğunun O’na ait oluğunu kabul etmelerine rağmen müşriktiler. İtikadlarını bütün şirk bulaşıklarından temizleyinceye, hayatlarının her saniyesinde söz hakkını sadece İslam’a verinceye ve buna itikad edinceye kadarda müşrik olarak kaldılar.

Belki en az bunun kadar önemli bir hususta Mekke toplumunu Allah’ın subhanehu ve teâlâ cahil olarak kabul etmemesiydi. Onların içlerinde bir Peygamber yoktu. Bir kitap da mevcut değildi. Ama Allah onları müşrik olarak isimlendirdi.

“Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (9/Tevbe, 6)

“Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehli kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi.” (98/Beyyine, 1)

Allah Rasûlü de aynı şekilde kendi anne-babası da dahil olmak üzere müşriklerin atalarının cehennem de olduğunu haber verdi. O kadar yokluk içindeki kişilerin cehaletleri Allah ve Rasûlü tarafından mazeret olarak kabul edilmiyorsa her türlü bilgiye bir adım mesafedeki bir toplum nasıl cehalet ile mazur olabilir?

Hanifler ile alakalı noktalara devam yazımızda değinmeye devam edeceğiz inşallah.

Dualarımızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver