Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam kendisinden sonra Nebi gelmeyecek olan Muhammed’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Geçen yazımızda Mürcie’nin tanımını ve bir taifeyi tanıtırken dikkat edilmesi gereken noktaları anlatmıştık. Özelllikle Mürcie fırkası ile alakalı birçok tanım yapıldığını, herkesin kendi bakış açısı ile hareket ettiğini, ama bizim için asıl olanın Ehli Sünnet’in yaptığı tanım olduğunu söylemiştik.
Ehli Sünnet, Mürcie’yi ‘Ameli imandan ayıran taife’ olarak tanımlamıştır.
Mürcie’nin Ortaya Çıkışı ve Gelişim Süreci
Mürcie’nin nasıl ortaya çıktığı ve gliştiğiyle alakalı iki farklı görüş vardır. İlk önce elimizden geldiği kadarıyla doğru olduğuna inandığımız şekilde süreci anlatacağız. Daha sonra da çeşitli saptırmalar ile oluşturulan, ikinci tarihsel sürecin eksiklerini ve yanlışlarını belirtmeye çalışacağız.
Mürcie, iki aşamadan müteşekkildir.
Mürcietü’l Ûlâ
‘Birinci Mürcie’ olarak adlandırdığımız bu zaman dilimi, İslam topraklarına bir daha kapanmayacak yaralar açan, Osman’ın radıyallahu anh şehadetiyle başlayan süreci kapsamaktadır. Bu süreçte sahabeler birbirleriyle savaştılar ve birbirlerinin kanlarını döktüler. Düşmanlıklar çoğaldı, insanlar sınıflara ayrıldılar ve kendi aralarında ‘Ali mi, Osman’ın kanının yerde kalmaması için özellikle ısrar edenler mi haklıdır?’ diye tartışmaya başladılar.
Bazı tarih kitaplarında geçtiği şekliyle, Muaviye, Ali’ye radıyallahu anhum: ‘Osman’ın katillerini bul ve bize teslim et. Eğer bunu yapmazsan, senin de bu işte parmağın olduğuna inanacağız’ demeye başladı.
Ali radıyallahu anh ise, ortamın kargaşası dinmeden sağlıklı bir tahkikat yapılamayacağını söyledi ve zaman istedi. Ancak, kanla başlayan bu süreç aynı şekilde devam etti. Daha sonra, bu tarih aralığındaki failleri değerlendirenler, şu ikilemde kaldılar:
‘Birbirlerine kılıç çeken bu taifeler, bizzat Allah’ın övdüğü ve tezkiye ettiği, Peygamberin dost tuttuğu kimseler, ama aynı zamanda en büyük günahlardan birisi olan katli gerçekleştirmiş ve birbirlerini öldürmüş kimseler. Bunları dost mu düşman mı edineceğiz?’
İşte tam bu noktada, ‘Mürcietü’l Ûlâ’ dediğimiz aşamayı temsil eden düşünce ortaya çıktı:
‘Bu kimselerin faziletleri nasla sabittir. Aynı şekilde amellerinin kötülüğü de nasla sabittir. Öyleyse bunları ne övelim ne yerelim. Ne dost tutalım ne de düşman edinelim. Hükümlerini Allah’a erteleyelim.’
Peki bizler, bu görüşe sahip taifenin ‘Mürcie’ diye adlandırıldığını nereden çıkardık? Bu hususla alakalı birkaç eserden getireceğimiz nakiller, yapılan adlandırmanın doğruluğunu gösterecektir inşallah.
Haricilere mensup bir kişi olan Salim’in, H. 72 yılında yazdığı ‘Es-Sire’ isimli kitapta Mürcie fırkasından bahsetmektedir. Olaylardan yaklaşık 40 yıl kadar sonra yazılan bu kitapta şu ibarelere yer verilmektedir:
‘Bilmediğimiz konularda konuşmayız. Ali’nin ve Muaviye’nin hükümlerini de Allah’a erteleriz.’
Salim, Mürcie’nin ortaya koyduğu bu düşüncenin delillerini de şöyle sıralamıştır:
“İnsanlardan bir kısım beyinsizler: ‘Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola iletir.’ ” (2/Bakara, 142)
“Firavun: ‘Öyle ise, önceki milletlerin hâli ne olacak?’ dedi. Musa: ‘Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır ne de unutur’ dedi.” (20/Taha, 51-52)
Bu, itiraz edilecek herhangi bir şey kalmayınca bütün davetçilerin önlerine sürülen bir şüphedir. Duygusallıkla kendi tebasını kontrol altında tutmak isteyen tağutların silahlarındandır. Bu, her asırda var olan ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ Firavun’un dilinden haber verdiği bir gerçektir. Muhammed b. Abdulvahhab rahimehullah, Firavun’un bu şüphesine ‘Firavun’un Hücceti’ adını takmıştır.
Mürcie’nin bu ayetlerden çıkardığı delil şudur; hem Allah’ın subhanehu ve teâlâ umumi emrinden hem de O’nun Peygamberinin söyleminden anladığımız, geçmiş ümmetlerin günahlarının veya sevaplarının bizi ilgilendirmediği ve onların hesabını Allah’a bırakmanın gerekli olduğudur.
Ali’nin radıyallahu anh torunlarından Hasan b. Muhammed b. Ali, ‘Kitabu’l İrca’ isimli bir eser kaleme almış ve orada Mürcie’den bahsetmiştir. Kendisinin bulunduğu bir ortamda, insanlar Ali ve Muaviye radıyallahu anhum hakkında konuştuklarında o susmuş ve sonrasında da şöyle demiştir:
‘Biz bu konuda konuşmayız, ne onları dost edinir ne de onlara düşmanlık besleriz, hükümlerini Allah’a erteleriz.’
Sonra da bu düşüncelerini kitaplaştırmıştır. En büyük tepkiyi ise, babası Muhammed’den rahimehullah almıştır. Babası, ona: ‘Sen nasıl dedeni dost edinmezsin?’ diye direkt kızmış ve onu kınamıştır.
İbni Hacer rahimehullah, Mürcie’nin bu aşamasıyla alakalı şöyle demektedir: ‘Bu aşamadaki düşünceye sahip olan Mürcie’nin, Ehli Sünnet’in ayıpladığı ‘Amel, imandan değildir’ görüşünü öne süren Mürcie ile bir alakası yoktur.’
Taberi rahimehullah, şu şekilde naklediyor: ‘Sufyan b. Uyeyne’ye: ‘İrca nedir?’ diye soruldu, o da şöyle cavapladı: ‘Muaviye ve Ali’nin emrini Allah’a erteleyen, onların hakkında konuşmayan, gelmiş geçmiş bir kavimdir. Günümüzde ise irca; ‘İman, amelsiz sözdür’ diyenlerdir. Onlarla beraber oturmayın, beraber yiyip içmeyin, onlarla namaz kılmayın, onların namazını kıldırmayın.’
Taberi, bunu aktardıktan sonra Mürcie’nin bu iki bölüme de hamledileceğini, ama o zamanda ameli imandan ayıranlar için kullanılacağını söylemiştir.
Bu ibareler, bize sahabeler arasında yaşanan fitnelere bakış açısı sonrasında ortaya çıkan görüşün, Mürcie’nin ilk aşamasını oluşturduğunu göstermektedir. Asıl tehlike olan, Mürcie’nin ikinci aşamasıdır. İnşallah diğer yazımızda da o kısımdan bahsedeceğiz.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap