İslami Yapılarda İtikadi, Menhecî ve Ahlaki Çözülmeler Neden Kaynaklanır?

Allah’ın adıyla

Allah’a hamd, Resûlü’ne salat ve selam olsun.

Es-Selamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.

Rabbim sizleri afiyet hâlinde kılsın. Her nerede olursanız mübarek kıldığı, sevip razı olduğu kullarından eylesin. Yüce Allah’a hamd olsun ben iyiyim. Siz kardeşlerime duacıyım ve sizlerden dua beklemekteyim.

Bu ay içinde birbiriyle irtibatlı iki soru aldım.

İlki: “Silsile tekfir konusunda usulünüz nedir?”; İkincisi: “Allah’a şirk koşmayan ama şirk koşan birini tekfir etmeyenin hükmü nedir?” Böyle bir şahsa dair sorulan soruların cevaplarında farklılık olabiliyor. Bunun nedeni nedir?

Silsilede Usul

Bir bütün olarak dinin tüm alanlarında usulümüz şudur: Din; kitap, sünnet ve Resûl’ün

(sav)

terbiyesinde yetişen ashabın yoludur. Vahiy ve vahyin açıklaması olan sünnet bizim aslımızdır. Bu kaynaklarda apaçık yer alan hakikatler dinimizin aslıdır, özüdür. Apaçık yer almayan, ictihat ve yorumla tespit edilen kaideler ise yoruma ve tartışmaya açıktır.

Kur’an ve resûller tevhidi tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Buna göre tağutlaşmış/tağutlaştırılmış kimseler ve Allah’a (cc) şirk koşanlar kafirdir. Bu ismi onlara veren Allah’tır. Onlardan, onların şirkinden ve din edindikleri batıldan teberri etmek, İslam’dır.

İslam’ı tarif eden Âl-i İmran 64. ayeti, Tevhid Mealindeki açıklamayla beraber okuyalım:

“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Gelin sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım: Yalnızca Allah’a ibadet edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, (Allah’ı bırakıp da) birbirimizi Allah’ın dışında rabler edinmeyelim.’ Şayet yüz çevirirlerse deyin ki: ‘Şahit olun ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.’ ” [1] [2]

Yine Millet-i İbrahim’i açıklayan Mümtehine Suresi 4. ayeti ve izahını okuyalım:

“Sizin için İbrahim’de ve onunla birlikte olan (müminlerde/resûllerde) güzel bir örneklik vardır. Hani onlar, kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden berîyiz/uzağız. Sizi tekfir ettik (üzerinde bulunduğunuz yolu ve sizi reddettik). Bizimle sizin aranızda, tek olan Allah’a iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve ebedî bir kin baş göstermiştir.’ İbrahim’in babasına söylediği: ‘Senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim. (Ama) Allah’a karşı sana hiçbir faydam olmaz.’ sözü müstesna. Rabbimiz! Yalnızca sana tevekkül ettik, yalnızca sana yöneldik ve dönüşümüz de yalnızca sanadır.” [3] [4]

Bir de “Beraat Suresi” olarak da isimlendirilen Kafirûn Suresi ve açıklamasını okuyalım:

“De ki: ‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Ben de sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ ” [5] [6]

Buna binaen, bir insan, Allah’a (cc) şirk ile tevhidin bir arada olacağına, İslam’da tekfir olmadığına, şirkten teberri etmeden İslam olunacağına, şirkin bir din olmadığına… inanırsa İslam’ı anlamamıştır, ona ilim üzere girmemiştir. Böyle bir insan Müslim değildir.

Kendisi Allah’a şirk koşmayan ve bu asılları kabul eden bir insan, muayyen bazı insanların tekfirinde şüpheye düşebilir, tevakkuf edebilir. Şu örneklerde olduğu gibi:

• Küfür amelini işlediği şeran subut bulmuş mudur?

• İkrah ve hata gibi küfre engel muteber bir durum var mıdır? [7]

• Bu konu kapalı veya açık bir mesele midir?

• Yeni ortaya çıkan bu amel büyük şirke dahil midir?

Böyle bir şahısla konuşmalı durumunu anlamaya çalışmalıyız. Muayyen bir şahsı tekfir etmiyor oluşu neye dayanmaktadır? Tevhidi anlamamış olmasına mı, tekfirin engellerinden bir meseleyi yanlış anlamış olmasına mı? Şayet İslam’ı/tevhidi anlamamış ve şirk ile İslam’ın bir arada olacağına, şirkin İslam’dan ayrı batıl bir din olmadığına, şirkten teberri/tevbe etmeden İslam olunacağına inanıyorsa; bu, onun Müslim olmadığını gösterir.

Şayet tekfirin engellerinden birini yanlış anlamış, küfrün sübutunda ihtilaf etmiş, yaşanılan vakıayı tam anlamamışsa bu, onun hatalı olduğunu gösterir. Hatası, onu küfre düşüren bir bidat de olabilir küfre düşürmeyen bir bidat de olabilir. Bunu anlayacak olan konuya vakıf, delilleri iyi bilen, mütemekkin bir ilim adamıdır.

Özetleyecek olursak; Allah’a (cc) şirk koşan bir insan müşriktir. Kendisi şirk koşmadığı hâlde, şirk koşanları tekfir etmeyenler resûllerin yoluna muhalefet etmiştir. Bu muhalefet sahibini küfre sokan bir bidat olabileceği gibi, küfre sokmayan bir bidat de olabilir. Bu şahsın durumuna, muhalefet ettiği konunun deliline, yaşanılan vakıanın açık ve kapalı oluşuna göre değişir. Bu durumu netleştirip muhalefetin cinsini belirleyecek olan ilim adamlarıdır.

Bizim bu konuda usulümüz, teenniyle hareket etmek, aceleci davranmamaktır. Mümkünse muhatap şahıslarla görüşmek, onlara yazılı veya sözlü nasihat etmek ve ilim talebeleriyle durumu istişare etmek; tüm bu süreçlerin sonunda bir karara varmaktır. Şunu da belirtmeliyim ki İslam tarihinde farklı uygulamada bulunan, olaya olumlu-olumsuz anlamda farklı yaklaşanlar olmuştur. Bunlar bize göre nas değil birer içtihattır.

Sorulara Verilen Cevaplarda Farklılık

Yukarıda yaptığımız izah, ikinci sorunun cevabını da kapsamaktadır. Şirk ehlini tekfir etmeyenler farklılık arz ettiğinden verilen cevaplarda da farklılık olabilmektedir. Örneğin, kendisi şirk koşmadığı hâlde saray ve kabir tağutlarını tekfir etmeyenler ile demokratik seçimlere katılanları tekfir etmeyenler aynı kefede değerlendirilemezler. Kabirlere tapan bir müşriği tekfir etmeyenle Allah Resûlü’nden (sav) şefaat talebinde bulunanı tekfir etmeyen aynı kefede değerlendirilemez. Yine hakkında araştırma yapılmış, kendisiyle konuşulmuş ve muhalefeti netleşmiş birey/toplum ile durumu netleşmemiş olan aynı kefeye konamaz.

Hâliyle farklı durumlara dair sorulan soruya, farklı cevapların verilmesi söz konusu olmaktadır.

Bir başka sebep olarak şunu zikredebilirim: Müşrikleri tekfir etmeyen, bize göre resûllerin yoluna muhalefet etmiştir. Bu insanlara nasihat içerikli konuşmalar yapılırken, düşüncelerinin lazımı(gereği) hatırlatılır. Mesela, denir ki: “Bu, Allah’ın verdiği ismi inkârdır.” Ya da denir ki: “Bu, Âl-i İmran Suresi 64. ayette zikredilen İslam’ın dört esasından birini inkârdır.” Veya denir ki: “Bu, Kafirûn Suresi’nde emredilen beraatin yerine gelmemesidir…” Nasihat ve uyarı; caydırıcı olmak, batıla kayılmasın diye ön almak ve sahibini sarsıp kendine getirmek için yapılır. Bunu dinleyen bir insan, bu muhalefetin istisnasız küfür olduğuna inanabilir, yanlış anlayabilir. Oysa konuşanın gayesi korkutmaktır. Ki bu üslup, Allah Resûlü’nün (sav) sünnetinden alınmıştır. O ümmetini kesin bir dille uyarmak istediğinde sakındırdığı amele “şirk, küfür, cahiliye” gibi lafızlar kullanırdı.

“Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geriye dönmeyin…” [8]

“Müslime sövmek fasıklık, onunla savaşmak küfürdür.” [9]

Biz biliyoruz ki Müslimle savaşmak her zaman küfür olmaz. Allah (cc) birbiriyle savaşan Müslimleri “mümin” diye isimlendirir.

“Şayet müminlerden iki grup savaşacak olursa aralarını düzeltin. Eğer ki biri diğerine karşı taşkınlık ederse Allah’ın emrine dönünceye kadar taşkınlık edenle savaşın. Şayet dönerse aralarını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Allah, adaletle davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkup sakının. Umulur ki merhamete nail olursunuz.” [10]

Müminle savaşan, imanından ve İslam’ından dolayı savaşıyorsa bu, küfürdür. Dünyevi bir meseleden dolayı savaşıyorsa bu fısktır. Ancak Allah Resûlü (sav) caydırıcı olmak için ehliiman arasındaki savaşları ağır bir dille kınamış, hepsine küfür demiştir.

Soru: Kıymetli Hocam, cemaat İstedi Diye Amel Yapmak Riya mıdır? Bir Ödülü Kazanmak veya Bir Cezadan Sakınmak İçin İsteneni Yapmak İhlasa Zarar Verir mi?

İslami cemaatlerin varlık amacı hayra davet etmek, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır.

“Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” [11]

İslami topluluklara hayra davet vazifesi veren İslam, bizlere de sadıklarla birlikte olmayı emretmiştir.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve sadıklarla beraber olun!” [12]

İnsan niçin sadıklarla birlikte olmalı, niçin salihleri arkadaş edinmelidir?

“İyi/salih arkadaşla kötü arkadaşın misali, güzel koku satıcısı ile demirci körükçüsü misali gibidir. Koku satıcısı sana karşılıksız koku verir ya da sen paranla satın alırsın veya ondan güzel koku duyarsın. Demirci körükçüsü ya elbiseni yakar ya da ondan kötü koku duyarsın.” [13]

Salih arkadaş bazen bizi etkiler; hiç farkında olmadan ondan güzel şeyler öğreniriz. Bu, karşılıksız güzel koku almadır. Bazen biz çabalarız, onu örnek almaya gayret ederiz. Bu, paramızla/çabamızla koku almaktır. Bazen de ne o bize öğretebilir ne de biz ondan faydalanabiliriz. Ancak iyiliğin ve salih amelin ne olduğunu biliriz.

Şimdi, salih insanı örnek almak riya mıdır? Veya onun öğrettiklerini yapmak riya mıdır? Elbette hayır! Bunun gibi cemaatin Allah’ı hatırlattığı, hayra teşvik ettiği amelleri yapmak da riya değildir. Çünkü cemaat ile yaşama nedenlerimizden biri; salih ameller konusunda motive olmak, unuttuğumuzu hatırlamak ve kardeşlerimizi örnek almaktır.

Bir diğer konu şudur: İslam salih amellere bazı mükâfatlar koymuştur. Bunlar teşvik edici etkenlerdir. Bazı amellerin terkine de cezalar koymuştur. Bunlar engelleyici birer etkendir. Mükâfata nail olmak veya cezadan sakınmak için amel yapmak riya değildir.

Örneğin, şu ayeti okuyalım:

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaştır bunlar!” [14]

Bir Müslim, salihlerle beraber olmayı isteyerek amel yaparsa riyaya düşmüş olmaz. Bu hedefi onun önüne koyan Allah’tır.

Bir başka ayet okuyalım:

“… Kim de Allah’tan korkup sakınırsa (Allah,) ona bir çıkış yolu kılar. Ve onu hiç ummadığı bir yerden rızıklandırır…” [15]

Bir Müslim rızkın genişlemesi veya darlığın geçmesi için günahlardan sakınırsa riyaya düşmüş olmaz…

Çünkü ihlas, Allah’ın rızası için ve ecrini Allah’tan bekleyerek amel yapmaktır. Allah’ın (cc) emrettiği her şey O’nun rızasıdır. Sakındırdıkları ise gazabından korunma yoludur. Dolaylı olarak O’nun rızasına nail olmaktır. Hâliyle, dinin meşru kabul ettiği her mükâfat veya sakındırdığı ceza; amele teşvik edici veya caydırıcı bir etkendir. İhlasa zarar vermez.

Bu konuya ek olarak, sıkça sorulan bir soruyu ekleyebiliriz.

İslami Bir Yapıda Yer Almak ve Yolların Ayrılmaması Düşüncesiyle İstenileni Yapmak Riya mıdır?

Hayır, değildir. Zira cemaatleşmek, Allah’ın ve Resûl’ün emridir. Allah’ın (cc) emrettiği bir hayrı elde etmek veya elde ettikten sonra kaçırmama gayreti, Allah’ın rızasını elde etme gayretidir.

Cemaat Allah’ın emriyse O’nun (cc) rızasına giden yollardan biridir. Bu nimeti muhafaza için, sorumlulukları yerine getirmek ihlasa zarar vermez. Hayrı elde etmek ve onu kaçırmamak şeri teşvik unsurlarındandır.

Soru: İslam Tarihinde ve Yakın Tarihte, Belli Bir Süre Geçtikten Sonra, İslami Yapılarda Çözülmeler Yaşanabiliyor. İtikadi, Menhecî ve Ahlaki Çözülmeler Neden Kaynaklanır? Bize Ne Tavsiye Etmek İterseniz?

Bu soruya verilecek cevap, bir sohbetin veya bir dergi yazısının sınırlarını zorlar. Binaenaleyh; önce genel bazı tavsiyelerde bulunacak, sonra makamın el verdiği ve önemli gördüğüm bazı özel maddelere değineceğim.

İtikadi, menhecî ve ahlaki bozulmayı anlamanın en etkili yolu, Kur’an’ı düşünerek, tertil üzere okumaktır. Özellikle Yahudi ve Hristiyanları anlatan ayetler, konulu okumaya tabi tutulursa bu sorunun cevabı tüm yönleriyle ortaya çıkar. Her ne kadar iki toplulukta itikadi, ahlaki ve menhecî olarak sapsa da; Yahudiler ahlaki ve menhecî, Hristiyanlar ise itikadi sapmayı temsil ediyorlar. İlgili ayetleri araştırırken bir noktaya dikkat edelim: Klasik tefsir kaynaklarımız böyle bir araştırmada bize yardımcı olmayacaktır. Çünkü:

Gereksiz polemiklere, gerçekliği kanıtlanmamış israiliyat verilere ve hiçbir faydası olmayan yer/şahıs/zaman ihtilaflarına giriyorlar. Ayet ve taşıdığı evrensel mesaj bu gereksiz tartışmaların gölgesinde kalıyor. O nedenle klasik tefsirler yerine “Fi zilal, Tefhimu’l Kur’an, Tefsiru’l Hadis…” gibi eserlerden istifade edilmelidir.

Genel hatırlatmamızı yaptıktan sonra; itikadi, ahlaki, menhecî çözülmelerin nedenlerine değinmeye çalışalım:

• Anlamadan kabul etmek:

İnsan kabul ettiği akideyi ve menheci iyi anladığından emin olmalıdır. Çünkü akide ve menhec tüm hayatı etkileyen birer temel vazifesi görürler. Kulluğumuz, İslami çalışmalarımız, olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler bu iki temel üzere yükselir.

Benim gördüğüm kadarıyla bireysel ve toplumsal çözülmelerin temelinde “Anlamadan kabul ” önemli bir yer tutuyor. Şöyle gerilere doğru zihni bir yolculuk yapalım: Asr-ı Saadet’te ilk çözülme ve ikinci çözülmeyi hatırlayalım. İlk çözülme, İsra Miraç olayı sonrası yaşanıyor. Müşriklerin yoğun propagandası ve alaya almaları nedeniyle bir grup mürtet oluyor. Oysa Resûl’ün (sav) Allah’tan (cc) vahiy aldığına anlayarak inanan biri için, İsra Miraç olayında anlaşılmayacak bir durum yoktur. Çünkü Allah’ın bir kulla irtibat kurması, İsra Miraç olayından çok daha büyük ve olağanüstü bir durumdur. İkinci çözülme ise itikadi değil belki ama ahlaki ve menhecîdir. Hicret edemeyip geride kalanlar bu grubu oluşturuyorlar. Dikkat edin! Bu insanlar işkenceye uğruyor sebat ediyorlar. Aşağılanıyor sebat ediyorlar. Hakları gasp ediliyor sebat ediyorlar. Ancak aynı insanlar bu zalim toplumu terk edip Resûl’le hicret edemiyor. Kimine eşi, kimine aşireti, kimine işi engel oluyor. Onca badireyi hakkıyla atlatanlar, bu badireye takılıp kalıyorlar. Hicret karşısında çözülüyorlar. Demek ki; candan vazgeçmeyi anlamışlar fakat maldan, aileden, hanımdan… vazgeçme esasını anlamamışlar. Anlamadıkları bir esas, korkularını büyütmüş, Medine’yi belirsizlik, belki bir macera olarak görmüşler ve hicret karşısında çözülmüşler.

İnsan, kabullerini iyi kontrol etmelidir. Zira her kabul Allah’a verilen bir sözdür ve sözlerimizden imtihana tabi tutulacağız.

Bir Öneri!

Bugüne kadar kabul ettiklerimizden nasıl emin olabiliriz? Bunun için iki öneride bulunabilirim. İlki; güçlü bir muhasebedir. Allah’tan (cc) yardım istenerek yapılan bir muhasebe, eksiklerimizi tespiti ve ıslahı kolaylaştıracaktır.

İkincisi; hatalarımızdan ders almaktır. Hatalarımız, kulluk yolunun ilahi sinyalleridir; bizi ikaz eder. Hatalarımızı birer öğretmen kabul edersek, bize çok şey öğretecektir. Neyi anlamadığımızı, hangi konuda azığımızın eksik olduğunu, zaaflarımızı ve zayıflıklarımızı bize gösterecektir.

• İtikadı başkasına emanet etmek veya göreceli meseleleri emanet edememek:

Çözülme nedenlerinden biri; itikad ve menheci başkalarına emanet etmedir. Bizim yerimize onlar inanır, onlar düşünür, onlar karar verirler. “Ağabeyim bilir, hocam bilir, şeyhim bilir…” hastalığı yani. Daha doğru bir ifadeyle “…Din bilginlerini ve abidlerini Rab edinme”! [16]

Her insan itikadı ve menheci delilleriyle bilmeli, tüm yönleriyle anlamaya çalışmalıdır. Din, kimseye emanet edilmez, vekalet kabul etmez. Dinini bir başkasına emanet eden veya şeyhini/hocasını dinine vekil kılan sapıtmıştır. Bu sapkınlık insanı o gayyadan bu gayyaya savurur.

İslami çalışmada bir başkasına emanet edilecek tek şey, göreceli meselelerde karar verme yetkisidir. İki meşru arasında tercih yaparken, ilim ve tecrübe sahibi insanlar karar verir, bizler uygularız. Aksi hâlde insan adedince farklı ses çıkar. Onun doğrusu, bunun doğrusu derken ömür tartışmalarla tükenir, birbirimizi yeriz. İki meşru arasında haklı haksız olmayacağı için bir neticeye de varamayız, tartıştığımızla kalırız. Peki, ne yapmalı? İtikadı ve menheci öğrenmeli, öğrendiklerimiz ışığında bir yönetici seçmeli/tabi olmalı, meşru olanı emrettikçe de itaat etmeliyiz. Sözümüzü bozmadan, ilim ve tecrübesine güvendiğimiz insanların tercihini tercihimiz bilmeliyiz. Gönlümüzde bir diğer meşru seçenek olsa da hayrın itaatte ve birlikte olduğunu, şerrin ise isyan ve ayrılıkta olduğunu anlamalıyız. Bu konuda iki uç nokta olduğunu görüyorum. İlki; dinini hocasına emanet eden aşırılar. İkincisi; göreceli meselelerde dahi bir doğrusu olan ve herkesin onun doğrusuna uymasını bekleyen, bir yöneticiye/cemaate tabi olamayan ihmalkârlar.

• Haramın toplumsallaşması ve emr-i bi’l ma’rufun bitmesi:

Ehl-i kitapla ilgili Kur’an şu ayetleri kaydeder:

“Onların birçoğunu günah, düşmanlık ve rüşvet/haram yemede (birbirleriyle) yarışırken görürsün. Yaptıkları ne kötü bir şeydir. Rabbanilerin ve din bilginlerinin onları günah olan sözden ve rüşvet/haram yemekten sakındırması gerekmez miydi? (Âlimlerin ve yöneticilerin iyiliği emredip kötülükten alıkoymagörevini terk ederek) yaptıkları şey ne kötüdür.” [17]

Bir haramın toplumsallaşması; meşrulaşması ve insanların alenen onu işlemesidir. Şayet âlimlerde bu duruma susuyor ve uyarıda bulunmuyorsa; toplum helakın eşiğine gelmiştir. Böyle bir toplumun ahlaki hastalıkları, zamanla itikadi hastalıklara dönüşür. Yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar önce. Bir adım sonra yaşadıkları hayat inançlarını zehirler. Ki yukarıda kaydettiğimiz ayetlerin hemen ardından şu hüküm gelir:

“Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlanmıştır/eli sıkı bir cimridir.’ dediler…” [18]

Günah, düşmanlık ve rüşvet yemeyle başlayan ahlaki hastalıklar âlimlerin susmasıyla meşrulaşmış, bir adım sonra Allah’ı (cc) cimrilikle suçlayan itikadi bir hastalığa dönüşmüştür.

Günümüze dönecek olursak; insanın olduğu yerde günah olacaktır. Günahsız bir toplum isteği hakikatle hiçbir bağı olmayan kuşluk vakti görülen düş gibidir. Günah ile tevbe, isyan ile emr-i bi’l ma’ruf bir arada oluyorsa korkacak bir durum yoktur. İslam toplumu denge üzeredir. Ama günah bireysellikten çıkıyor, toplumun çoğunluğu o günahı alenen işliyor ve bilenler susuyorsa denge bozulmuş demektir. Dikkat ettiyseniz burada kilit nokta emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münkerdir. Zira insan varsa günah mutlaka vardır. Bu engellenemez. Amaç nedir? Günahın bireysel kalması, tevbe ile bir arada olması yani, toplumsallaşıp meşrulaşmasına engel olmak. Allah’ın (cc) bizden istediği budur. Peki, bu nasıl olur? Bilenlerin emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmasıyla.

Bir toplumda bilenler niye susar?

Günahkârlar ile menfaat ortaklığı vardır: Dünyevi bir takım çıkar ilişkisi kurulmuştur. Bu onları toplumu uyarmaktan alıkoyar. İbni Abbas (r.a) Yahudi âlimlerinin, zenginlerden aldıkları hediyeler kesilmesin diye sustuklarını söylemiştir. Âlim, Allah’ın şahididir. Susarsa şehadet kesilir. Onun suskunluğu batılı meşrulaştırır.

Bilenlerin toplumdan uzak kalması ve kendi nefisleriyle meşgul olması: Hristiyan din adamlarını kiliselere, abidlerin mağaraya sığınması ve toplumu kendi hâline terk etmeleri gibi. Böyle toplumlarda din kilisede yaşanır! Hayata ise gayri İslami kurallar hükmeder. İnsanlar haftada bir kiliseye giderek arındıklarına inanırlar. Oysa din, hayattır ve hayatın her alanına müdahale eder. Toplum haftanın bir günü dine muhatap olursa; dersler, mescitler, İslami ortamlar… çözülmeyi hızlandırır.

Toplumun/bireyin kendini nasihate kapatması: Bazen âlimler görevini yapar. Ancak bireyler/toplum kendini nasihate kapatır. Bilenler nasihatin faydasız olduğuna kanaat edince, nasihati bırakırlar. Çünkü nasihatin Allah için olması, iki tarafı gerekli kılar: Nasihat eden ve nasihata kulak verenler.

Mümin toplum; emr-i bi’l ma’ruf toplumudur, hakkı ve sabrı tavsiye eden bir toplumdur, içinde hayra çağıranların olduğu bir toplumdur. Onu var eden diri tutan ve bozulmasını engelleyen bu sıfatıdır. O, insanlardan oluşan bir toplumdur. Her an hata işlenebilir, kalpler kayabilir, istikamet bozulabilir. Ancak o, şeytan gibi hatasında ısrar etmez. Âdem (as) tevbeye koşar, Allah’a yönelir. İslam toplumunu günahın saptırıcı etkisinden koruyan nasihat eden ve nasihate kulak verenlerden oluşmasıdır. Bu ikisinden yoksun bir toplum şeytanlaşmıştır, itikadi ve ahlaki olarak çözülmeye mahkumdur. Gelin bu ahlakın asr-ı saadetteki karşılığına bakalım:

Asr-ı saadet nasihat müessesesinin diri olduğu bir toplumdur. Kalpler, cahiliyenin kibrinden ve nefsi tortularından arınmıştır. İnsanlar, her işin başında nebevi öğütler dinlemekte, her işin sonunda Kur’an ayetleriyle hatalarını görmekte ve kendilerine çeki düzen vermektedirler. Birkaç örnek üzerine beraberce düşünelim.

“Allah Resûlü beni Yemen’e yolladı. Yola çıkmışken ardımdan birini gönderdi ve beni geri çağırdı. Yanına döndüm. Bana dedi ki: ‘Seni niye geri çağırdığımı biliyor musun? Benim iznim olmadan bir malı kendine alma şüphesiz ki o ganimet hırsızlığı(ğulul) olur.’ Ayette ‘… kim de ihanet içinde olursa/ganimet hırsızlığı yaparsa kıyamet günü ihanetiyle birlikte (Allah’ın huzuruna) gelir.’ [19] buyruluyor. İşte seni bunu söylemek için geri çağırdım. Şimdi vazifen için yola çık.” [20]

Bu nasihate muhatap olan Muaz bin Cebel (ra) kimdir? Allah Resûlü’nün (sav): “Seni seviyorum.” dediği ve: “Kıyamet günü âlimlerin bir karış önünde dirilecek.” dediği bir sahabidir. “Ümmetimden helali ve haramı en iyi bilen Muaz’dır.” övgüsüne nail olmuş sahabidir. Allah Resûlü Yemen’i yani, ilim ehli bir topluluğu davet etmesi için onu görevlendirmiştir. Bu sıfatlara sahip bir adam yoldan geri çevriliyor ve “Sakın hırsızlık yapma”! deniyor, sonra yola devam etmesi isteniyor. Ve bu kıssayı biz Muaz’dan (r.a) öğreniyoruz. Kendimizi Muaz’ın yerine koyalım ve böyle bir nasihate muhatap olduğumuzu düşünelim: Bu denli rahat olabilir miydik? Böyle gönül rahat rahatlığıyla nasihate kulak verir miydik? Bunu başkalarına nakledebilir miydik? Yoksa kızıp öfkelenir miydik? “Nasıl bana böyle bir uyarı yapılır? Ben hırsız mıyım? Ne demek istiyor bu adam?… “

İşte bu sorulara vereceğimiz cevap, bizim nasihatle aramızdaki ilişkiyi gösterir. Muaz gibi olmak da vardır şu ayette zikredilen adam gibi olmak da

“Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, gururu/kibri onu günaha sürükler. Böylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir yataktır.” [21]

Bakın Allah (cc) yaşanan bazı hadiseler sonunda sahabeye şöyle sesleniyor:

“İşte sizin durumunuz budur: Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktasınız, içinizden bazıları cimrilik etmektedir. Kim de cimrilik ederse ancak kendi aleyhine cimrilik etmiş olur. Allah, (kimseye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu) El-Ğaniy’dir. Muhtaç olanlar sizlersiniz. Şayet yüz çevirirseniz (sizin yerinize) başka bir kavim getirir, sonra (onlar) sizin gibi de olmazlar. (Allah’a itaat ederler.)” [22]

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah (sizin yerinize) öyle bir topluluk getirir ki (Allah) onları sever, onlar da (Allah’ı) severler. Müminlere karşı alçak gönüllü/yumuşak huylu, kâfirlere karşı izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın lütfudur. Allah onu dilediğine verir. Allah (ihsanı ve lütfu bütün varlığı kuşatacak kadar geniş olan) Vâsi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir.” [23]

“Andolsun ki ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz. (Savaş meydanına) bakıp dururken gördünüz işte onu. (Niçin savaş meydanına atılmıyor da kaçıyorsunuz?) Muhammed, yalnızca bir resûldür. Ondan önce de resûller gelip geçti. O öldüğünde ya da öldürüldüğünde topuklarınız üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim de topukları üzerine (dininden ya da yaptığı salih amelinden) dönerse Allah’a zarar veremeyecektir. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” [24]

“Andolsun ki Allah, size verdiği sözde doğru söyledi. Hani (Allah’ın) izniyle onların kökünü kurutuyordunuz. Çok istediğiniz (zaferi) size gösterdikten sonra bozguna uğradınız, verilen emir hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. İçinizden kimi dünyayı kimi de ahireti istiyordu. Sonra (Allah) sizi denemek için onlardan çevirdi. (Yenilmeye başladınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütuf ve ihsan sahibi olandır. (Hatırlayın!) Hani siz dönüp hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Resûl, (savaşa dönmeniz için) arkanızdan sesleniyordu. Kaçırdığınız (hayırlara) ve başınıza gelen musibetlere üzülmeyesiniz diye (Allah) sizi keder üstüne kederle sınadı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” [25]

Bu ayetler sahabeyi tefekküre, hatadan ders almaya ve tevbe ile arınmaya sevk ediyordu. Nasihat bizleri de aynı duygulara sevk ettiği oranda onlara benzemiş oluruz. Sözün özü; nasihat nefse ağır gelir! Ancak mücahede, tezkiye ve terbiye ile nefisler nasihate boyun eğer. Bu, her birimizde ahlak hâlinde gelmelidir. Ta ki toplum nasihate kapanmasın. Bilenler, bu tablo karşısında ümitsizliğe kapılıp susmasın. İslam toplumu birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden bir toplum olabilsin. Olabilsin ki itikadi ve ahlaki savrulmalar yaşanmasın.

• Aynileşme/yaşamın rutinleşmesi:

İslam, mücadele dinidir. Onun müntesipleri tüm insanlık için çıkarılmış için en hayırlı ümmettirler. Onlar yer yüzünde Allah’ın şahitleridirler. Allah yolunda hakkıyla cihat ederler. Nefisle, şeytanla, tağutlarla, Allah’ın yolundan alıkoyan zalimlerle…[26]

Bu özelliklerin tamamı ashapta vardı. İnandılar diye türlü eziyetlere maruz kaldılar. İşkence gördüler, alaya alındılar, dışlandılar… Bu durum on yıldan fazla sürdü. Mekke hayatı rutinleşmeye başlamıştı. İman edenin zulme uğraması sıradanlaşmıştı. Allah (cc) hicreti emretti. Onlar harekete geçti ve yeni bir hayata adım attılar.

Yepyeni bir şehir, tanımadıkları insanlar… İmtihanları değişti. Çalıştılar, yuva kurdular, iş edindiler… Gündelik hayatın rutinine alışmaya başlamışlardı ki cihat ayetleri indi. İman ile küfür arasında fiili savaş başladı. Kureyş ve çevre kabilelerle savaş rutinleşmeye başlayınca, yönlerini Roma’ya çevirdiler. Dünya devletleriyle mücadele başladı… Allah (cc) onları rutinleşen ve rutinleştiği için insanı boğan bir hayata mahkûm etmedi. Onları salih amelin ve dine hizmetin tüm ufuklarında istihdam etti. Canlarıyla, mallarıyla ve dilleriyle cihat ettiler. İstikamet üzere Rablerine yöneldiler. Yürürken yüceldiler, yüceldiler, yüceldiler ve rıza makamına erdiler. Rableri onlardan, onlar da Rablerinden razı oldu.

Bunları niye anlatıyorum? Hakkıyla yapılan bir mücadelenin insanı rutine bağlamayacağını anlatmak için… Çünkü insan rutinleşen şeyden sıkılır. Bu, dinî yaşam olsa da mı? Evet, insan rutinleşmiş bir dinî yaşamdan da sıkılır, bıkar. Dinden; kulluktan, mücadeleden lezzet almaz olur. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Bu noktada insan yeni arayışlar içine girer. Aslında mesele gayet basittir: Durgun su kokar… İnsan bunu anlamayınca arar fakat bu arayış rahmani değildir. Rahmani olmadığı için, insanı savurur, itikadi ve ahlaki olarak çözüleceği, döküleceği bir yola savurur.

Birey/toplum dini hayatında rutinleşince çözülmede beraberinde geliyor anlayacağınız. Çözüm ne? Rutinleşmeyeceğiz, mücadele edeceğiz, adanacağız, davanın yükünü omuzlayacağız. Evet, Allah’tan bela istemeyecek, afiyet isteyeceğiz. Ama davayı sahipleneceğiz. İşimizin, eşimizin, zevklerimizin, para kazanma hırsımızın müsaade ettiği kadar değil, Allah’ın (cc) istediği kadar davamıza sahip çıkacağız. Aksi hâlde durdukça kokarız, bıkarız, arayış içine gireriz, savruluruz ve nihayetinde çözülürüz.

Mücadele usulünce verilirse hayat mücadeleyle şekillenir. İçinde mücadele olan bir hayat insanı diri tutar. Umudu, öfkeyi, sevgiyi dengeli besler. İnsan Rabbine olan ihtiyacını anlar, O’na (cc) yönelir.

Mücadelesi olmayan hayat rahat bir hayattır. İnsanı gevşetir, menfaatçi yapar, şımartır. Mücadelesi olmayan insan basitleşir, gündelik hayatın küçük sorunlarıyla meşgul olur Rabbini unutur, O’na (cc) ihtiyaç hissetmez.

• Davanın belli şahıslara mal olması:

Her davanın bir lideri ve öncü şahsiyetleri olur. Bunlar davayı temsil eder, kardeşlerine güven verir. Ancak dava bunlara mal olur ve insanlar uzaktan izleyen, alkışlayan, övünen pozisyona düşerse çözülme başlar. Çünkü işin kaderinde bu vardır. “Siz Allah’ı korursanız Allah da sizi korur.” Siz davaya sahip çıkarsanız davanız size sahip çıkar. Fitneler karşısında alkışlarınız, başkalarının fedakârlığıyla övünmeniz, sahip olduğunuz menakıb külliyatı sizi kurtarmaz. Sizi kurtaracak şey; emeğiniz, fedakârlığınız, adanmışlığınızdır.

Bazı soruları sıkça sormalıyız: Ben, bu davanın alkışçısı mıyım, bu davanın ferdi miyim? Birilerinin fedakârlığıyla övünen bir kıssacı mıyım (meddahta diyebilirsiniz), öncülerin yanında, sağında, solunda, ardında yürüyen bir yol arkadaşı mıyım? Yük alanlardan ve kolaylaştıranlardan mıyım, yük olan ve sorun çıkaranlardan mıyım?

İslam davası kökü Âdem’e (as) dayanan, yüz binlerce elçinin tecrübesiyle olgunlaşmış bünyesi sağlam bir davadır. Bünyesinde sorunlu, tembel, alkışçı… insan barındırmaz. Sarsıntıların birinde böyle insanların mutlaka çözer ve yolun dışına iter.

Son Söz

Bir hafta içinde toplu olarak 294 soru aldım. Maşallah, barekallah. Bunların hepsine cevap vermem mümkün değil. Her bir soruya cevap versem geniş hacimli bir kitap yazmam gerekir.

Toplu olarak gönderilen bu soruların neredeyse üçte biri şahsıma özel sorulardır. Bunlardan davayı ilgilendiren ve sizlere tecrübe olmasını umduklarımı ilerleyen süreçlerde cevaplayacağım.

Şahsi soruların büyük çoğunluğunu cevaplamayacağım. “Niye?” diye soracak olursanız aşağıda yazacağım satırları genel bir cevap olarak kabul edebilirsiniz.

Nasıl bir eş, nasıl bir evlat, nasıl bir baba olduğuma ben değil; eşim, ebeveynim ve oğlum cevap vermeli. Bana sorsanız “Yoğurduna ekşi demeyen” her insan gibi, inciler saçacağım muhtemelen.

Hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak tek kitap Kur’an, koşulsuz örnek alınacak tek lider Allah Resûlü (sav), model kabul edeceğimiz tek toplum sahabilerdir. İslam tarihi sayısız güzellikler barındırır. Bunu kabul ediyorum. Ancak hiçbir endişe taşımadan, gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bunlardan ibarettir.

Benimle ilgili duyduğunuz şeyleri, yakın çalışma arkadaşlarıma sorup tekid edin. Kültürümüzde hoca/şeyh mutlaka uçuyor. Ola ki uçmadı, müridler ne yapıp edip şeyhi uçuruyorlar. Ben de sizin gibi bir insanım. Gülen, ağlayan, bazen yorulan, sıkılan, eşiyle kavga eden, endişeye kapılan… bildiğiniz insan.

Bu ay bu kadarla iktifa edelim. Sizleri Allah’a emanet ediyor, duanızı bekliyorum. Selametle kalın.

 

[1] . 3/Âl-i İmran, 64

[2] .Ehl-i Kitab’ın davet edildiği ortak kelime, Kelime-i Tevhid’dir. Âdem’den (as) Muhammed’e (sav) kadar tüm resûller insanları La ilahe illallah’a davet etmişlerdir. (Bk. 21/Enbiyâ, 25)

            Ayet, tüm peygamberlerin dini olan İslam’ın hangi asıllar üzerine inşa edildiğini anlatan en kapsamlı ayettir:

1.Asıl: Yalnızca Allah’a (cc) ibadet etmek: Dua, adak, kurban, namaz, tevekkül, korku, sevgi, ümit gibi zahirî ve bâtıni tüm ibadetlerin yalnızca Allah’a yapılmasıdır. (Bk. 6/En’âm, 162-163)

2.Asıl: Hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak: Bu ifade birinci aslı pekiştirmek ve hiçbir kapalılığa yer bırakmamak içindir. Allah’a (cc) ait herhangi bir sıfatı Allah’ın dışındaki varlıklara vermemek, Allah’a yapılması gereken herhangi bir ibadeti O’nun dışındaki varlıklara yapmamaktır. Kur’ân’da zikredilmiş bazı şirk çeşitleri şunlardır: Allah’tan başkasına dua etmek (34/Sebe’, 13-14; 46/Ahkâf, 5-6); Allah’tan başkasının kanun yapabileceğine inanmak veya bu yetkiyi bir başkasına vermek (12/Yûsuf, 40; 18/Kehf, 26; 42/Şûrâ, 21; 9/Tevbe, 31); bazı varlıkları Allah’ı sever gibi sevmek (2/Bakara, 165).

3.Asıl: Allah’ı bırakıp da başkalarını rab edinmemek: Rab; terbiye eden, düzen veren, idare edendir. Yani, insanların hayatına nizam ve düzen veren, koyduğu yasalarla/şeriatla toplumları yöneten mercidir. Yahudi ve Hristiyanlar din adamları konusunda haddi aşıp onların helal ve haram belirlemesine müsaade edince, Allah (cc) Tevbe Suresi 31. ayeti indirdi. Bu yetkiyi onlara vermekle âlimlerini rab edindiklerini belirtti. (Tirmizi, 3095; İbni Ebi Hatim, 10057-10058) Bu yetkiyi âlime, parlamentoya, devlet başkanına veren onu rab edinmiş olur.

4.Asıl: Yüz çevirenlere “Şahit olun ki biz Müslimleriz.” demek: Allah (cc) tarafından belirlenen bu ilkelerden birini ya da tamamını kabul etmeyenlere ve bunlara muhalefet edenlere karşı İslam kimliğini ortaya koymak, yüz çevirenlerin ise Müslim olmayan kâfirler olduğuna inanmak.

[3] .60/Mümtehine, 4

[4] .Ayet-i kerime, her müminin uymak zorunda olduğu (16/Nahl, 123), yüz çevirenin sefih/kıt akıllı kabul edildiği (2/Bakara, 130), yolların en müstakimi olan İbrahim’in (as) yolunu ve milletini tefsir etmektedir. İbrahim’in yolu:

1. Müşriklerden berî olmaktır. Çünkü̈ şirki var eden ve onu fiiliyata döken müşriktir.

2. Allah’ın dışında ibadet ettikleri putlardan ve tağutlardan berî olmaktır. Ki “berî olmak” o fiili yapmamak ve fiilin sahibine bilinçli, imani bir tavır göstermeyi ifade eder.

3. Şirk ehlini tanımamak, reddetmek ve onların küfrüne hükmetmektir.

4. Dini Allah’a halis kılarak, ortak koşmaksızın, bir olan Allah’a iman edinceye dek kâfirlere düşmanlık etmek ve kin beslemektir. İşte bu, Allah’a ve Resûlü’ne savaş açmış, cehennem kapısında oturmuş, bizdenmiş gibi konuşarak bizi aldatan, Kitab’ı dillerine dolayan, ama onu az bir paha karşılığında satanların el birliği ve itinayla gizlemeye çalıştıkları İbrahim’in milletidir.

[5] . 109/Kafirûn Suresi

[6] . Allah Resûlü (sav), bu sureyi “şirkten beraat” suresi olarak isimlendirmiştir. (Tirmizi, 3403) Malumdur ki şirki terk edip ondan tevbe etmeden İslam olmak mümkün değildir. (Bk. 3/Âl-i İmran, 64; 9/Tevbe, 11) Allah Resûlü’nün beyanıyla birlikte ele alındığında, şirkten teberrî etmenin ancak şunlarla mümkün olduğu görülür:

1. Allah’a (cc) şirk koşan müşriklerin kâfir olduğuna itikad etmek.

2. Onların ibadet ettiği tağutlara ibadet etmemek ve onlardan teberrî etmek.

3. Allah’a (cc) ibadet ettiklerini iddia etseler bile, şirkle beraber hiçbir ibadetin geçerli olmadığına ve şirk koşanın Allah’a ibadet etmemiş olduğuna inanmak.

4. Şirkin bir din olduğuna itikad etmek ve o dinin kendisinden de mensuplarından da teberrî etmek.

[7]. “Kalbi imanla mutmain olduğu hâlde (küfre) zorlananlar hariç, kim de imanından sonra kâfir olur, (kendi tercihiyle küfre saparak) küfre gönlünü açarsa Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için büyük bir azap vardır.” (16/Nahl, 106)

Şirk ve küfür, amelleri boşa götüren ve tevbe edilmediği takdirde ebedî cehennem ateşine mecbur kılan itikadi marazlardır.

Kişi, Allah’tan (cc) başkasına dua etmek, yasama hakkını vermek, O’ndan başkasını Allah’ı sever gibi sevmek ya da korkmak gibi şirki gerektiren veya bir ayeti inkâr, dini alaya alma, kutsala sövme gibi küfrü gerektiren bir davranışta bulunursa yaptığı fiilin ismini alır: “Kâfir” ve “müşrik” diye isimlendirilir. Tıpkı günah işleyenin “günahkâr” diye isimlendirilmesi gibi.

Kur’ân ve sahih sünnet, iki durumu bu genel kaideden istisna tutmuştur:

1. a. Bir başkasının zorlamasıyla gayriihtiyari küfür veya şirk işlemek yani, ikrah.

2. Dil sürçmesi, uyku, bayılma gibi şuur kaybı anlarında, kasıt olmaksızın küfrü veya şirki gerektiren bir söz söylemek yani, kasıtsızlık.

Bu iki özrün dışında, vahiyden uzaklaşmış toplumların kabul ettiği, ancak Kur’ân’ın kesin bir dille iptal ettiği özürler vardır. Örneğin, dinî ve siyasi liderlere tabi olma (2/Bakara, 165-167), tevil (7/A’râf, 30), cehalet (7/A’râf, 172), taklit (7/A’râf, 173).

[8] . Buhari, 121; Müslim, 65.

[9] . Buhari, 48; Müslim, 64.

[10] . 49/Hucurât, 9-10

[11] . 3/Âl-i İmran, 104

[12] . 9/Tevbe, 119

[13] . Buhari, 5534; Müslim, 2628.

[14] . 4/Nîsa, 69

[15] . 65/Talak, 2-3

[16] . 9/Tevbe 31

[17] .5/Mâide, 62-63

[18] .5/Mâide 64

[19] .3/Âl-i İmran, 161

[20]  .Tirmizi, 1335

[21] .2/Bakara, 206

[22] .47/Muhammed, 38

[23] .5/Mâide, 54

[24] .3/Âl-i İmran, 143-144

[25] .3/Al-i İmran, 152-153

[26] .Bk.2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmran, 110; 9/Tevbe, 29; 22/Hac, 78.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver