Bidat Taifeleri – 2

 

Allah’a hamd, Rasûlü’ne salat ve selam olsun.

Asrımızda İslam itikadını zedelemek için şüphelerle fikir karmaşıklığı oluşturulmaktadır. İslam itikadının zedelendiği bahislerden bir tanesi de taifeler üzerinde oluşturulan bilgi kirliliğidir. Allah’ın izniyle ‘Bidat Taifeleri’ bahsiyle sizlerle paylaşacağım bilgiler (itikadî, menhecî ve tarihî) konunun vuzua kavuşmasına yardımcı olacak. Ayrıca meselenin basiret üzere araştırılmasını ve anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu faidenin tam olarak elde edilmesi için öncelikle bir takım ön bilgilerin verilmesi gereklidir. Bundan dolayı geçen yazımızda ön bilgiler verdiğimiz gibi bu yazıda da veremeye devam edeceğiz, inşallah.

Bidat Taifelerinin Tarifi ve İtikadları

Ehli Sünnet alimleri tarafından bidat taifelerinin fikirleri ve itikadları net olarak beyan edilmemiştir. Çünkü bidat taifeleri ilk dönemlerde oluşum sürecinde oldukları için fikirleri net değildi. Genel olarak fikirler, bireyseldi. Ferdi olan bu fikirler, zaman içerisinde gelişerek ayakları yere basan müstakil bir taife haline gelmiştir. Bundan dolayı Ehli Sünnet alimleri, onlar hakkında net bir tarif ortaya koymadılar.

Buna örnek olarak Şia ve Mutezileyi verebiliriz;

Şia denilen taifenin ilk oluşum aşamasındaki fikirleri, ‘Ali’nin, Osman’dan radıyallahu anhuma daha faziletli olduğu ve halifeliğin üçüncü sırada Ali’nin olması gerektiği’ fikridir. Bundan dolayı belli bir dönem Şia hakkında konuşan alimler sadece bu konu üzerinden konuşmuşlardır.

Oysa günümüzde itikadlarında onlarca galiz küfrü barındıran Şia ise, ilk dönemin hilafına daha ziyade Abdullah b. Sebe’nin itikadı üzeredirler. İlk dönem alimleri Şia hakkında konuştuklarında bu konular üzerinde hiç konuşmamışlar. Bu meseleleri Şia’nın dışında, ayrı bir şekilde ele almışlardır. Çünkü o dönemde Şia’nın bu şekilde bir itikadı mevcut değildi.

O zaman bugünkü Şia ile o dönemde alimlerin haklarında konuştukları Şia’nın durumu bir değildir. Bu sebepten dolayı Şia için net bir tarif ortaya koyulmamıştır.

Yine Mutezile’nin kendisiyle zahir olduğu mesele ‘iman’ meselesidir. O dönemde Mutezile’nin tek problemi vaad ve vaid (iman) konusuydu. Yani o dönemde şu anda olduğu gibi Mutezile’nin itikadında isim-sıfat ve kader hakkında küfür itikadları yoktu. Bundan dolayı Hasan-ı Basri ve o dönemdeki alimlerin Mutezile hakkında söyledikleri hükümler sadece iman meselesine taalluk ediyordu. Çünkü Mutezile, küfür olan bidatleri daha sonradan kendi itikadlarına dahil ettiler.

Ayrıca bu meselenin anlaşılması için şunu belirtmekte fayda vardır;

Ehli Sünnet dediğimizde kast edilen dönem, birinci, ikinci ve üçüncü dönemdir. Yani Ehli Sünnet’in altın çağını yaşadığı dönemdir. Bu dönemin özelliği ise, bir bidat ortaya çıktığı zaman o bidate çok şiddetli bir şekilde karşı duran ve önüne set çeken alimlerin hepsinin o çağda yaşamalarıdır. Genel itibariyle bidat ehli kendi fikirlerini gizlemek zorunda kalmışlardı. Onun için fikirleri net olarak bilinmiyordu.

Bu asırlardan sonra güç ve bayrak bidat taifelerinin eline geçtiği için Ehli Sünnet azınlık hale geldi. Artık sahada Ehli Sünnet’in itikadına muhalif olanlar daha baskın oldular. Bundan sonra geriye Ehli Sünnet’in itikadını savunan az sayıda alim kaldı. O alimlerden bir kısmı Ehli Sünnet’in itikadını açıktan konuşmaya cesaret edemediler. Kalan kısmı da açıktan konuşmaya cesaret etseler de bunun sonucunda ceza olarak ömürlerini zindanlarda ve sürgünlerde geçirmek zorunda kaldılar. Doğal olarak bidat ehli, sultayı arkalarına alarak fikirlerini yayma ve bu fikirleri asıllara dayandırma fırsatı buldu. Böylelikle her biri zaman içerisinde gelişerek fikirleri net olan birer taife haline geldiler.

Bidat Fırkalarının Tatavvur (Gelişme) Etmesinin Sebepleri Nelerdir?

1. İlk dönemlerde Ehli Sünnet’in dev alimleri, taifelerin oluşum sürecinde itikadlarını yaymalarına engel olmuş ve nasların ışığında batıllarını beyan etmişlerdi. Yani bidat taifeleri o dönemde fikirlerini rahatlıkla beyan edemiyorlardı.

2. Bidat ehlinin mensupları o dönemlerde yönetim tarafından sürgün ediliyorlardı. Ancak sürgün edildikleri yerlerde kafir olan milletlerle tanıştılar ve onlardan yeni şeyler öğrendiler. İtikadlarına yeni bidatlerin girmesine neden oldu. Mesela, İran taraflarına gidenler orada mistik felsefeyle tanıştılar. Yine oradaki Hristiyan rahiplerinden etkilendiler.

3. Yunan felsefe kitapları henüz Arapça’ya tercüme edilmemişti. Felsefe kitapları tercüme edildikten sonra İslam itikadında kelam ilmi adında yeni bir dönem başladı.

4. Ehli Sünnet alimleri üçüncü asrın sonunda sahada azınlığa düştü. Artık bayrak ve güç, yönetimi arkalarına almaları sayesinde bidat taifesinin eline geçti.

Bu şekilde bidat taifeleri oluşum aşamasında her dönemde yeni bidatleri itikadlarına dahil ettiler. Bu da Ehli Sünnet alimlerinin taifeler hakkındaki sözlerinde farklılık olmasına neden oldu. Çünkü her alim, kendi döneminde yaşayan taifelerin mevcut olan fikirlerini biliyor ve sadece o fikirlere cevap veriyordu.

Sonuç olarak bu konudan çıkarılacak olan kaide şudur;

Eski alimlerin yanında bir fırkanın ismi zikredildiğinde onda oluşan çağrışım ile günümüzde bir fırkanın ismi zikredildiğinde bizde oluşan çağrışım bir değildir.

Selef döneminde fırkalar, isimleriyle temeyyüz etmezler, bazı fikirlere göre fırkalar isimlendirilirdi.

Meselenin daha iyi anlaşılması için bilinmesi gerekli olan asıllardan bir tanesi de budur. Çünkü selef yanında her fırka, şu anda olduğu gibi müstakil olarak değil, bir takım fikirlere göre isim alıyordu.

Bu aslı izah edecek olursak; O dönemde Ehli Sünnet’in yanında beş tane esas olan mesele vardı. Ehli Sünnet, İslam itikadının tahrif edildiği bu aslî meselelere muhalefet edenlerin hepsini bir fırka olarak isimlendiriyordu. Aslî olan meseleler ise;

1. İman meselesi: İsim ve hükümler yani bir insana ne zaman kafir veya Müslüman denir? Bu konudaki ilk muhalefet, haricilerle ortaya çıktı.

2. İsim ve sıfat meselesi: Bu mesele ilk olarak Yunan felsefesinin Arapça’ya tercüme edilmesiyle ortaya çıktı. Bu dönemde insanlar, felsefecilerin mantığıyla Allah’ı anlamaya çalıştılar. Bunun sonucunda Allah’ın bir takım sıfatlarını red ve tevil etmeye başladılar.

3. Kader meselesi: Sahabe döneminde kader inancında bozulmalar başladı. Bu dönemde birileri ‘Allah’ın ilmi, insanların ilmi gibidir. Yani Allah, insanlar gibi olayları olduktan sonra bilir’ dediler. Kader inancındaki bu sapıklığın müsebbibi ise, Emevi Devleti’nin yöneticileridir. Çünkü Emeviler, yaptıkları zulümleri meşrulaştırmak ve insanların muhalefetine engel olabilmek için cebir (insanın iradesini reddetme) itikadını desteklediler. Daha sonra birileri Emevilerin bu batılına karşı koymak için ‘her şey anında olur’ bidatini ortaya atarak Allah’ın ilim sıfatını inkar ettiler.

4. İmamet meselesi: Yani, imametin nas ile mi sabit olup olmadığını tartışanlar ortaya çıktı. Bunların kastı şu idi: ‘İmametin kimde olacağını Allah mı belirlemiştir? Dolayısıyla Ebubekir, Ömer ve Osman’ın imameti sahih midir?’ diye şüpheler oluşturmuşlardır.

5. Telakki ve istidlal meselesi: Kaynak ve kaynağın nasıl anlaşılacağı meselesini gündem yaparak ortaya çıkmışlardır.

Ehli Sünnet, o dönemde bu beş tane asılda kendi fikrini beyan ederdi. Daha sonra bu asıllara muhalefet edenleri ise ayrı fırkalardan olsalar dahi tek bir fırkanın ismi ile isimlendirirlerdi. Mesela;

İman meselesinde, Ehli Sünnet’in inancı; iman, söz ve ameldir. Buna muhalefet eden fırkalar ise;

Mürcie, iman söz ve tasdiktir.

Cehmiyye, iman sadece kalpte olan marifedir.

Hariciler ve Mutezile ise, iman konusunda Ehli Sünnet’e muvafakat etmiş, ama amellerin hepsini bir mertebede görerek muhalefet etmiştir.

Dikkat edilirse birbirine zıt olan birçok fırka, iman meselesinde Ehli Sünnet’in aslına muhalefet etmekte birleştiler. O dönemde iman konusunda muhalefeti en belirgin olan fırka, Mürcie fırkası olduğu için Selef bu asla muhalefet edenlerin hepsini Mürcie diye isimlendirirdi.

Yine Allah’ın isim ve sıfatlarında Ehli Sünnet’in inancı şudur; nasların ispat ettiklerini ispat etmektir. Bunların hiçbirinde tevile, tekyife, tahrife ve teşbihe gitmeden kabul etmektir. Buna muhalefet edenler ise;

Hariciler, hadisleri kabul etmedikleri için “O’nun hiçbir misli yoktur.” (42/Şura, 11) ayetine dayanarak Allah’ın isim ve sıfatlarını inkar ettiler.

Cehmiyye ise, Allah’ın bütün isim ve sıfatları iptal ederler. Bundan dolayı Cehmiye, isim ve sıfat konusunda en aşırı olan fırkadır.

Mutezile, aslı itibarıyla isim ve sıfatları iptal ediyor. Ama insanların kendilerini tekfir etmemeleri için ‘Allah alimdir ama ilmi yoktur’ gibi bir bidat ortaya attılar.

Kendilerini Eşariye’ye ve Maturidiye’ye nispet edenler de bu konuda Mutezile’den etkilendiler. Yani aklın delalet ettiklerini kabul ettiler ama nefyettiklerini kabul etmediler.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver