Kulluk Afetleri

Allah’ın (cc) adıyla,

Allah’a (cc) hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Yüce Allah her birinize af ve afiyet ihsan eylesin. Her birinizi salgın hastalıktan korusun; size ve sevdiklerinize sağlıklı, uzun ömür ihsan etsin. Bu ay, Yüce Allah nasip ederse, dört ayrı kulluk afetine temas edeceğim. Bunların her biri kulluğumuzda, amellerimizde ve mücadelemizde karşılaştığımız afetler. Umuyorum, kulluğumuzu güzelleştirmemize, (ihsanımıza) katkısı olur. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.

1. Afet: İnsanın, İçindeki Rahmani Seslere Yabancılaşması!

İnsanın başına gelebilecek en tehlikeli kulluk afetlerinden biri, kendine/özüne yabancılaşmasıdır. Yabancılaşmadan kastım, insanın içinde yaratılan Rahmani seslere sağırlaşması veya duyduklarını önemsememesidir. Okuduğumuz cümleyi açmadan önce, insanın içinde yaratılan Rahmani seslere işaret edelim:

“Kendini çokça kınayan nefse de yemin ederim.”[1]

Yüce Allah, Nefs-i Levvame’ye yemin ederek insan nefsinin bir özelliğine dikkat çeker. İnsan nefsi kötülüğü emrettiği[2] gibi kınama özelliğine de sahiptir. İnsan; Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnediğinde, kendisinin veya toplumun ona yakıştırmadığı bir iş yaptığında içinden yükselen eleştirel ses, kınayan nefsin sesidir. Aynı surenin 14. ve 15. ayetleri, kınayan nefsin kaynağına da işaret eder:

“(Hayır!) Bilakis insan, kendi nefsi üzerine basiret sahibidir. (Kendisini en iyi tanıyandır.) Mazeretlerini sayıp dökse bile.”[3]

İnsanın kendine dair basireti ve bu basiretin, olumsuz davranışlarına eleştiri/kınama olarak yansıması, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Her ne kadar okuduğumuz ayetler ahiret bağlamında zikredilse de her birimiz kınayan nefsin sesini ara ara duyduğumuzdan, ayetin dünyayı da kapsadığını öz nefsimizden de biliriz.

Abdullah ibni Mesud’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘Sizden hiç kimse yoktur ki mutlaka kendisine cinlerden bir arkadaşı, meleklerden de bir arkadaşı vekil kılınmıştır.’ buyurdu.

Sahabe, ‘Peki siz, ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordu.

Allah Resûlü de (sav) şöyle dedi: ‘Aynı şekilde ben de! Ancak Allah’ın ona karşı bana yardım etmesi müstesna. O teslim oldu ve bana hayırdan başka bir şey emretmez.’ ”[4]

Yine Abdullah ibni Mesud’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘İnsanoğluna şeytanın vesvese vermesi, meleğin de ilham etmesi vardır. Şeytanın vesvesesi şerre götürmek ve hakkı yalanlatmaktır. Meleğin ilhamı ise hayırlara götürüp hakkı doğrulatmaktır. Kim hayırlara yönelmeyi ve hakkı doğrulamayı vicdanında bulursa bunun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Kim de vicdanında şeytanın vesvesesini bulursa taşlanmış ve kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın.’ buyurdu ve şu ayeti okudu: ‘Şeytan (değerli olan ve Allah yolunda infak edilmeye layık mallarınızı vermeyesiniz diye) sizi fakirlikle korkutup, size fuhşiyatı emrediyor…’[5][6] [7]

Yüce Allah, her insana bir melek bir de şeytan tevkil etmiştir. Biri tıynetine uygun olarak insanı hayra, öteki de şerre davet etmektedir. Örneğin ezanı/İlahi çağrıyı duyduğumuzda, “Kalk namaz kıl.” diyen o ses, bize tevkil edilen melek dostumuzun sesidir.[8] “Biraz sonra kılarsın.” diyen ses ise düşmanımız İblis’in sesidir. Bizi infaka teşvik eden o “Ver!” sesi dostumuzun, kirayı/borçları/ihtiyaçları hatırlatıp “Verme!” diyen ses, düşmanımızın sesidir.

Nuvâs ibni Sem’âni El-Ensârî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah (cc), dosdoğru yol hakkında şöyle bir misal verdi: ‘Yol boyunca iki duvar, duvarlarda açık kapılar ve kapılar üzerinde de gerilmiş örtüler vardır.

Yolun üzerinde bir davetçi şöyle der: ‘Ey insanlar! Hep birlikte bu yola girin ve eğriliğe kapılmayın.’

İnsan bu kapıların birinden girmek istediğinde bir başka davetçi de şöyle nida eder: ‘Yazıklar olsun sana, onu açma! Çünkü açacak olursan, oradan girersin.’ ’

Sırat (dosdoğru yol), İslam’dır; iki duvar, Allah’ın sınırlarıdır; açık kapılar, Allah’ın haramlarıdır; yol üzerindeki davetçi, Allah’ın Kitabı’dır; diğer davetçi ise her Müslim’in kalbindeki, Allah’ın vaizidir.”[9]

Allah Resûlü’nün verdiği bu misal, her müminin kalbinde bir vaiz olduğunu gösterir. Kalpteki vaiz, Yüce Allah’ın (cc) görevlendirdiği bir uyarıcı ve hatırlatıcıdır. İnsan, Allah’ın sınırlarını çiğnemeye yeltendiğinde hissettiği bir ânlık rahatsızlık, işte o vaizin, “Yazıklar olsun, yapma!” sesidir. Kalpteki vaizin sesi önemlidir. Önemli olduğu için Allah Resûlü (sav), kafası karışan insana onu dinlemeyi tavsiye etmiştir:

El-Haşenî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav), ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bana, benim için helal olan ve haram kılınan şeyleri haber ver!’ dedim.

Nebi (sav) kafasını benim için kaldırdı, bakışlarını doğrudan bana çevirdi ve şöyle dedi: ‘İyi olan şeyler nefsinin sessiz kaldığı ve yaptığın takdirde kalbinin mutmain olduğu amellerdir. Günah ise nefsini rahatsız eden ve kalbine tatminlik vermeyen amellerdir. Müftüler sana aksine fetva verse de. Ne evcil eşeğin etini yemeye yaklaş ne de tırnaklı yırtıcı hayvanların.”[10]

İnsanlar fetva verse dahi içte duyulan rahatsızlık/huzursuzluk, kalbin uyarısıdır. Zira müftü, şer’i delile bakar ve “Caizdir.” der. Ancak o caiz olan şey bize uygun olmayabilir; şeytanın daha büyük şerre çekmek için öncü adımı olabilir; nefsimizde bulunan bir hastalık nedeniyle özel olarak bize zararı olabilir. Kalpten gelen uyarı/huzursuzluk; nefsin kendine dair basireti, Allah’ın (cc) kalpteki vaizinin sesi veya melek dostumuzun hatırlatması olabilir. Tüm bunlardan ötürü, insanların fetvasından üstün ve öncelikli kabul edilmiştir.

Sanırım bu kadar izah yeter. Şimdi asıl meseleye, sadede gelelim. Bir dil öğrendiğimizi düşünelim. Uzun zaman o dille konuşmaz, o dili duymaz veya o dilde okumazsak ne olur? Dil unutulur, zayıflar… İşte, Allah’ın vaizinin dili de böyledir. Kulak verdikçe pratikleşir, daha net duyar ve daha iyi anlarız. O dile kulak tıkadıkça dil zayıflar, unutmaya yüz tutarız. Hâliyle kendi sesimize yabancılaşırız. Tehlikeli olan şudur: Rahmani ve şeytani sesler, insanın içinde durmadan yankılanır. Birinin sesini açtığınızda diğeri kendiliğinden kısılır, etkisi zayıflar. Kıstığınız sese zamanla yabancılaşırsınız. O vardır, hep oradadır; ama siz duyamaz, anlayamazsınız.

İnsanlardan kimisi Allah’ın (cc) vaizinin sesine kendi sesini ekler, o sesi olabildiğince güçlendirir:

Enes ibni Mâlik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ömer ibni Hattab’ın sesini işittim ve ben de onunla birlikte çıktım. Sonra bir bahçeye girdi.

Bahçenin ortasındaki duvarın diğer tarafında kendi kendine şöyle söylediğini duydum: ‘Ey müminlerin emiri Ömer ibni Hattab! Vah vah, Allah’a yemin ederim ki ya Allah’tan korkarsın ya da Allah sana gerçekten azap edecek.”[11]

Kimisi de o sese, yani kendi özüne yabancılaşıp dış sesler arar. Bulduğu her insana, “Bana nasihat et.” der. Bu durum neye benzer? Evinde Allah Resûlü (sav) otururken komşu kapısını çalıp, “Bana nasihat et.” diyen insanın durumuna benzer. Şöyle ki; Yüce Allah, hayra çağıran bir meleği dostumuz kılmıştır. Bunca sesi duymayan, kendi öz nefsine sağır insan; yabancı birinin sesini nasıl duyacaktır? Diyelim ki duydu, etkisi ne kadar sürecektir? Yanlış anlaşılmak istemem! Amacım nasihati önemsizleştirmek değil. Yüce Allah, “Hatırlat/öğüt ver! Çünkü hatırlatma müminlere fayda verir.”[12] buyurur. Nasihat hatırlatmadır. Gayesi, insanın iç sesini aktive etmesi, Rahmani sesleri yükseltmesidir. Amacının dışında kullanılırsa vakit öldürmeye döner ve faydasını yitirir. Boş konuşmalar ile nasihat arasında fark kalmaz. Sözün özü; nasihatin faydalı olması için bile bizim iç dünyamızın aktif olması gerekir.

İçimizdeki Rahmani sesleri duymak için öncelikle dış sesleri kısmak gerekir. Sonra kendi içimize dönmek, Es-Semi’ olan Allah’ın işittirmesi için çabalamak gerekir. Akleden bir kalp ve bilinçli bir dinlemeyle her ses bir öğüde dönüşür. Kalbin ve kulağın bir sese verilmesi, bilinçli ve tüm benlikle dinlemeyi ifade eder.

“Hiç kuşkusuz bunda, (akleden) bir kalbi (olan) ve şahit (bilinçli) olarak dinleyen için öğüt vardır.”[13]

Ömer’in (ra) yukarıda okuduğumuz davranışını bir daha, üzerinde düşünerek okuyalım.

Enes ibni Mâlik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ömer ibni Hattab’ın sesini işittim ve ben de onunla birlikte çıktım. Sonra bir bahçeye girdi.

Bahçenin ortasındaki duvarın diğer tarafında kendi kendine şöyle söylediğini duydum: ‘Ey müminlerin emiri Ömer ibni Hattab! Vah vah, Allah’a yemin ederim ki ya Allah’tan korkarsın ya da Allah sana gerçekten azap edecek.”[14]

“Kendi kendine konuşana deli derler.” diyen cahilî bir kültürün çocukları olarak, “Kendi kendine konuşana/nasihat edene veli derler.” diyebilmeliyiz. Kulluk yürüyüşünde istikamet üzere olabilmek için kendimizle konuşmayı, dertleşmeyi ve nasihatleşmeyi öğrenmeliyiz. Kendimize yapacağımız her nasihat, içimizdeki Rahmani sese ses olmak ve onu dillendirmek demektir. Bu davranış, içimizdeki sesi güçlendirecektir, Allah’ın izniyle.

Şimdi ekranları karartın, telefonları sessize alın, ben de dâhil bütün hocaların/davetçilerin sesini kısın. Abdest alıp iki rekât namaz kılın, yerinizde öylece oturun ve kalbinizi dinleyin… Bakalım, Allah’ın vaizi neler söyleyecek!

Bir sonraki kulluk afetine geçmeden bir parantez açıp özel bir meseleye değinmek istiyorum. Bana ulaşan mektupların bir kısmında insanların yaptığı işten, yaşadığı muhitten veya ilişkide olduğu çevreden rahatsızlık duyduğunu; ancak X veya Y şahsın fetvasınca hâlini koruduğunu, kalbi mutmain olmadığından bir de bana sormak istediğini okuyorum. Yani nebevi öğretinin tam tersini yapıyor; kalbinden aldığı mesajı insanların fetvasına arz ediyor. Niye sağa sola yazıyorsun kardeşim! Allah’ın (cc) vaizi seni uyarıyor, rahatsız ediyorsa demek ki orada sana uygun olmayan, dinine zarar veren bir şey var! Ne demeye insanlara soruyorsun? İnsanlar senin kalbini, o işin kalbinin üzerindeki etkisini, sana hangi kulluk mevzilerini kaybettirdiğini nereden bilecek? İnsanlar bakar, “Şu şu şartlar altında bu bu iş olur veya olmaz.” der. İsabet de edebilirler; fakat o işin senin maneviyatın/kalbin üzerindeki etkisini yalnızca Allah (cc) bilir ve kalbindeki vaizle sana uyarı verir. Bir şeyin kesin/apaçık hükmü yok ve o meselede ihtilaf ediliyorsa Allah Resûlü (sav) seni kalbine yönlendiriyor, onu dinle diyor, yetmez mi?

“…Şayet ona itaat ederseniz, hidayete ermiş olursunuz. Resûl’ün vazifesi yalnızca apaçık bir tebliğdir.”[15]

Çoğumuzun kazancı, işinin sağladığı güvence, yaşadığı çevrede oluşmuş alışkanlıkları birer prangaya dönüşüyor; Allah’a (cc) firar etmekten alıkoyuyor bizi. Her birimizin bir zindanı var. O zindanı ellerimizle/masiyetlerimizle inşa ediyoruz. Yüce Allah, kalbimizdeki vaizi konuşturarak o zindanı ve çıkışı görmemizi sağlıyor. Kalbimizin sesini dinlesek firar edecek, kurtulacağız. Belki umduğumuzdan çok daha hayırlı bir iş, rızık, güvence, çevre… ile karşılaşacağız. Ne ki, insanlara sorarak kalbin sesini bastırıyoruz ve bizi bulunduğumuz zindana bağlayan bir pranga daha ekliyoruz.

“O hâlde (sizi Allah’tan alıkoyan put, dünya sevgisi, aile, toplum baskısı gibi her türlü prangadan kurtulup) Allah’a kaçın. Hiç şüphesiz ki ben, size O’nun tarafından (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım.”[16]

2. Afet: Nefsi Kınamanın Tuzağa Dönüşmesi!

Nefsi kınamak (Nefs-i Levvame), insanın hâlinden şikayet etmesi ve hatalarını görüyor olması, -bir önceki bölümde gördüğümüz gibi- Yüce Allah’ın lütfudur. Bununla birlikte şeytanın her hayrı şerre çevirme potansiyeli olduğu da bir gerçektir. Şayet nefisten şikâyet etmek, nefsi ıslaha ve salih amele teşvik ediyorsa bu, hayırdır. Zira şekva, insanı, kınama mertebesinden bir üst mertebe olan “mutmainne” mertebesine taşımıştır.

“Ey mutmain olmuş nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön. Haydi, kullarımın arasına katıl. Ve cennetime gir.”[17]

Nefisler; kötülüğü emreden, kötülüğü kınayan ve mutmain olan olmak üzere üç ayrı özelliğe sahiptir. Şayet nefse yönelik kınamalar ıslaha ve salih amele dönüşmezse, insan için bataklığa dönüşür; onu salih amelden alıkoyan bir tuzak oluverir. Bir yandan kötülüğü emreden nefse kulak verir, diğer yandan hatalarına pişman olma duygusuyla tatmin olur. Lakin hayatında tüm kötülükler yerli yerindedir; dahası, her geçen gün kulluk mevzilerinden birini kaybeder ve imani anlamda geriler.

Nefisten şikâyet etmek ıslaha dönüşmüyorsa şeytan ve nefis, bir nimeti aleyhimize çevirmiş demektir. O bataklıktan kurtulmazsak bizi her gün biraz daha yerin dibine çekecektir. Bataklıktan çıkmak için sorunlardan birini ele alıp bir yerden başlamak gerekir. Yüce Allah, çabalayan kulunu sever ve onun çabasını bereketlendirir… On sorunumuz varsa, en basitinden başlayıp ıslah için bir şeyler yapalım. Bir adım… En uzun ve yorucu yollar tek bir adımla başlıyor. Hem, bu yolda Allah (cc) taraftır. Şeytan ve nefse karşı kulunun tarafındadır. Kul, Rabbine bir adım atıyorsa Rabbi ona on adım atar, Rabbine yürüyorsa Rabbi ona koşar adım yürür:

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Ben, kulumun benim hakkımdaki zannına göreyim. ,O beni zikrettiğinde onunla beraberim. Kim, beni kendi nefsinde anarsa ben de onu kendi nefsimde anarım. Kim, beni bir topluluğun içerisinde zikrederse ben kulumu daha hayırlı bir topluluğun içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zir’a yaklaşırım. O bana bir zir’a yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”[18]

 

3. Afet: Bir Amelin Tadına Takılıp Diğer Amellerin Tadından Mahrum Olmak!

Allah Resûlü’nden öğrendiğimiz kadarıyla imanın bir tadı/tatlılığı vardır:

Enes’ten (ra) rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Üç şey vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi imanın tadını almıştır: Allah ve Resûl’ünün kişiye herkesten daha sevimli olması, bir kişiyi sadece Allah için sevmek ve tekrar küfre girmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.”[19]

Abbas ibni Abdulmuttalib’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kim rabb olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, resûl olarak da Muhammed’den razı olursa imanın tadını almıştır.”[20]

İmanın tadına işaret eden iki hadis de o tadın imanın şubelerinden[21] alındığını gösterir. Zira Allah’ı, Resûl’ünü ve müminleri sevmek, dinde sebat etmek veya rabb olarak Allah’tan razı olmak imanın farklı şubeleridir. Demek ki her şubenin kendine ait bir tadı, kalbe esenlik veren bir tatlılığı vardır. Tüm bu tatların bir araya gelmesiyle oluşan ruhani lezzet de imanın tadıdır. Çoğumuz imanın bazı şubelerinden tat alıyor, sonra o tada takılıp kalıyoruz. Şunu çok duymuşuzdur: “İlk iman ettiğimde kalbim çok incelmişti; huşuyla secdeye varıyor, göz yaşlarıyla Rabbime iltica ediyordum.” ya da “İtikâfta kalbim o kadar hafifti ki Rabbimle konuşur gibi Kur’ân okuyordum.” Diyeceksiniz ki buradaki kulluk afeti nedir?

İmanın birçok şubesi vardır ve her bir şubenin kendine özel bir tadı vardır. Yukarıda zikrettiğim iki örnek üzerinden konuşacak olursak, yeni iman etmenin kendine has bir tadı vardır. Çünkü şirkten tevbe etmekle beraber şirkin kalp üzerindeki ağırlığı kalkar. Şirkin parçaladığı ne varsa tevhid onları birleştirir; ruh, kalp ve akıl ilk defa bütünlük içinde bir hedefe, (kulluğa) yönelir. Parçalanmışlığın huzursuzluğu ortadan kalkar, insan sükûnete erer. İşte bu, bir tattır. Belli bir zaman sonra insan bu tada alışır; tat orada duruyordur, ama biz eski yoğunlukta hissetmiyoruzdur. Yeni bir iman söz konusu olmadığı müddetçe de o tadı bir daha alamayız. Aynı şeyler itikâf için de geçerlidir. O tadı, ancak bir sonraki itikâfta alabiliriz. Bu hakikati anlayamazsak şeytan devreye girer. Kulluk yürüyüşünün azığı olan imani tatları birer kulluk afetine dönüştürür. Bir daha gerçekleşmeyecek bir amelin tadını gözümüzde büyütüp şu ân alabileceğimiz tatlardan bizleri mahrum eder. Bitip yitene ah vah ettirip, yeni başlangıçlara/arayışlara yönelmemize engel olur.

Öyleyse ne yapmalıyız? İmanın birçok şubesi olduğunu, her bir şubenin kendine has bir tadı olduğunu bilmeli ve o tatları almak için çabalamalıyız. Bir ayetin ilmini ve amelini öğrenip onunla amel ettikten sonra dönüp yeni bir ayette tefakkuh etmenin özel bir tadı vardır. Bir hasta ziyaret edip ona dua etmenin özel bir tadı vardır. Kimsenin bilmediği bir iyilikte bulunmanın, gizli infakın özel tadı vardır. Yetimin başını okşamanın bir tadı vardır. Dertlerini Rabbine anlatmanın ayrı bir tadı vardır. Güneş doğmadan ve batmadan önce ve gecenin bir kısmında secdeye kapanıp Allah’ı uzun uzun övmenin, O’nun (cc) tüm eksikliklerden münezzeh olduğunu itiraf etmenin, (Subhanallahi ve bihamdihi, demenin) özel bir tadı vardır. Bir insanı İslam’a davet etmenin, bir kalpteki paslı prangaları kırmanın ve bir insanın ateşten kurtulmasına vesile olmanın farklı bir tadı vardır. Zalimin karşısında hakkı söylemenin, cenk meydanında ölümün üstüne yürümenin, dini/vatanı/namusu korumak için savaşmanın başka bir tadı vardır… İmanın ne kadar şubesi varsa her şubenin kendine özel, bir diğerinden farklı tadı vardır. O tadı almaya çalışmalı; hatta, işinde mahir bir taş ustasının değerli taşları dokunur dokunmaz birbirinden ayırdığı gibi her bir imani tadı ötekinden ayırabilmeliyiz. Aksi hâlde şeytanın ve nefsin ayartmasıyla bir tada takılıp hayat boyu alabileceğimiz tatlardan mahrum kalırız.

Okuduğumuz konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm iki meseleye değinmek istiyorum:

Bir ameli yaparken ondan tat almanın nedeni, insanın tüm benliğiyle kendini ona vermesidir. Şayet namaz kılıyorsa huşuyla;[22] Kur’ân okuyorsa akleden bir kalp ve bilinçli/şahit bir dinlemeyle;[23] dua ediyorsa gönülden, için için, yalvara yakara;[24] oruç tutuyorsa orucun ahlakını kuşanarak[25]… o ameli yapması gerekir. Amellere yerleştirilen imani tatlar, o amel için istenilen şartlar yerine getirilirse açığa çıkar. Namaz, huşusuyla; Kur’ân, kalpten okunmasıyla; dua, tazarruyla; oruç, ahlakıyla yapılırsa kişi tüm benliğiyle o amele yönelmiş olur. Aksi durumda; amelden tat alınmaması yanında insana o amelin yorgunluğu kalır. Amellerden elde edilen tat, bir sonraki amel için teşvik ediciyken amellerden geriye kalan beden yorgunluğu, bir sonraki amelden alıkoyucu olur:

Aişe Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizden birinizin namaz kılarken uykusu gelirse uykusu geçinceye kadar uyusun. Sizden biriniz uykulu olarak namaz kıldığında ne yaptığını bilmez, istiğfar ettiğini zannederken kendisine söver (de haberi olmaz).”[26]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Nice oruç tutanlar vardır ki o orucundan kendisine sadece açlık kalır ve nice gece namazı kılanlar vardır ki o kalkmasından kendisine sadece uykusuzluk kalır.”[27]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Biriniz geceleyin namaza kalkar da Kur’ân diline dolaşır ve ne dediğini bilemezse hemen yatıp uyusun!”[28]

Yine Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Yalan söylemeyi ve yalancı şahitliği bırakmayan kimsenin yemeyi ve içmeyi bırakmasına Allah’ın asla ihtiyacı yoktur.”[29]

Bildirimler çın çın öterken okuduğumuz Kur’ân’dan tat alamayız. Aradan çıksın dediğimiz bir namazdan tat alamayız. İçin için, kendimizi muhtaç hissederek yapmadığımız bir duadan tat alamayız… Kendimizi bir amele ne oranda vermişsek o amelden nasibimize düşen pay o kadardır. Sürekli tekrarladığımız bir kulluk kaidesini yine hatırlayalım: Kul, Allah’a nasıl muamele/kulluk ediyorsa Allah da (cc) ona öyle muamele eder. Rabbine yönelen, O’ndan yöneliş bulur. O’ndan hayâ eden, hayâ bulur. O’ndan yüz çeviren, yüz çevirme bulur:

Ebu Vâkid El-Leysî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) insanlarla birlikte mescidde otururken üç kişi mescide geldi. İkisi Allah Resûlü’nün (sav) bulunduğu yöne yöneldi, biri başka tarafa gitti. Bu iki kişi Allah Resûlü’nün (sav) huzurunda beklediler. Birisi halkada bir boşluk görerek oraya oturdu, diğeri halkadakilerin arkasına oturdu. Üçüncüsü ise arkasını dönerek gitti.

Allah Resûlü (sav) sözünü tamamlayınca şöyle dedi: ‘Size şu üç kişinin durumunu bildireyim mi? Birisi Allah’a sığındı, Allah da onu kendi korumasına aldı. Diğeri hayâ etti, Allah da ondan (ona azap etmekten) hayâ etti. Üçüncüsü yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi.’ ”[30]

Bazen insan amel yapmasına rağmen hiçbir tat almaz, taş taşıyor gibi zorlanır. Bu da bir imtihandır. Yüce Allah, kulunu, daraltarak imtihan eder. Amellerden aldığımız tat manevi bir rızıksa ve rızıkları genişletip daraltan Yüce Allah ise, buna yakinen inanıyorsak, daraltmadaki inceliği/hikmeti daha iyi anlarız. Er-Rezzâk olan, El-Hakîm olan, El-Kâbıd ve El-Bâsıt olan Allah (cc), maddi rızıkları daralttığı gibi manevi rızıkları da daraltabilir. Elimizden gelen tüm çabayı ortaya koyduktan sonra amelden lezzet almıyorsak, bunun bir imtihan olduğunu bileceğiz. Allah Resûlü’nün (sav) şu öğretisinde sorunumuza çare arayacağız:

Abdullah ibni Amr’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav) ibadet hususunda çok azimli ve çalışkan bir adamdan söz edildi.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şöyle dedi: ‘Her amelin bir zindelik ve canlılık dönemi vardır. Her canlılığın da bir fetret dönemi vardır. Kimin fetret devresi orta yollu ve sünnete uygun olursa o kimse doğru yolu bulmuş olur. Kim de fetret döneminde masiyetlere yöneliyorsa işte o, helak olandır.’ ”[31]

Amellerden lezzet almadığımız ânlarda sünnete uyacak ve orta yollu olacağız. Ne ameli tamamen terk edecek ne de o amele yükleneceğiz. Az da olsa devamlı şekilde amelimizi sürdürecek, Yüce Allah’ın manevi rızkımızı genişletmesi için gözümüzü semaya çevirip duracağız. Çaba gösterip neticeyi sabırla beklemek, başlı başına bir kulluktur. Bazen insanın çaba ve sabırdan aldığı lezzet, amelden umduğu lezzetten çok daha büyük ve etkili olabilir. Unutmamak gerekir: Kulluk ettiğimiz Rabbin rahmeti, ihsanı, lütfu ve hibeleri sınırsızdır; dilediği kulunu hesapsız ve sınırsız rızıklandırabilir. Bazen amelden umduğumuzu, o umut için harcadığımız çaba da verebilir.

4. Afet: Salih Ameli, Salih Amel Görmemek!

Bir diğer kulluk afeti, insanın yaptığı amelden gafil olmasıdır. Örneğin, bir ilim talebesi hiç amel yapmadığından/yapamadığından şikâyet ediyor. Bu ne demek? İlim talebini salih amelden saymıyor, demek. Çünkü içinde yetiştiğimiz geleneksel cahiliye, kulluk kavramını namaz ve oruçla ilişkilendiren bir zihniyete sahip. Salih amel veya kulluk deyince zihinde ilk beliren anlam; namaz ve oruç! Düzelmesi için çabaladığımız bu anlayış, bizi dahi ele geçirmiş. Namaz kılıp oruç tutmuyorsak salih amel/kulluk yapmadığımızı düşünüyoruz. Mezkûr cahilî anlayışa ek olarak şeytanın da payı var bu anlayışta. Önce insanı yaptığı amelden gafil kılıyor; sonra da başka salih amelleri gözünde büyütmesini sağlayıp insanı öz nefsinden, salih amelinden soğutuyor.

Bir ayrım yaparak devam edelim: İnsan yaptığı amele ek olarak daha fazla amele rağbet ediyorsa iki durumdan biri söz konusudur. Şayet farklı salih amellere rağbeti, kişiyi kendi amelinden gafil düşürmüyor ve hiçbir şey yapmıyorum, hissi oluşturmuyorsa bu, hayırdır. İnsan hayra olan rağbetinden, (niyetinden) ecir alır. Rabbine yakınlaşır:

Ebu Kebşe El-Enmârî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Dünyada dört sınıf insan vardır: İlki, Allah’ın, kendisine mal, rızık ve ilim verdiği kuldur. Bu nimet içerisinde yolunu Rabbi vasıtasıyla bulur. Müslimlerle ve akrabalarıyla irtibatını kesmez. Verilen nimette Allah’ın hakkı ne ise onu da bilir ve gereğini yerine getirir. Bu kul, Allah katında en üstün derecededir.

Yine bir kul ki Allah ona ilim vermiş, ancak mal vermemiştir. Bu kul şöyle der ve onun niyeti doğrudur: ‘Eğer malım olsaydı falanın yaptığı gibi yapardım.’ İşte o, niyetine göre karşılık görür. Önceki kimseyle ecirde eşitlerdir.”[32]

İbni Abbas’tan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah, bütün iyilikleri ve bütün kötülükleri yazdı. Sonra bunları açıkladı. Kim bir iyilik yapmaya niyet eder, fakat onu yapmazsa Allah onu kendi katında tam bir iyilik olarak kayıt altına alır. Kim de onu niyet ettikten sonra yerine getirirse Allah kendi katında onun için on katından yedi yüz katına kadar ecir yazar ve Allah, dilediği kulları için de arttırır. Buna mukabil, kim bir kötülüğü düşünür ve o kötülüğü yapmazsa Allah kendi katında onun için tam bir ecir yazar. Kim kötülükten vazgeçmeyip yerine getirirse Allah ona tek bir kötülük yazar.”[33]

Şayet hayra olan rağbeti, onu içinde bulunduğu salih amelden gaflete düşürüyor ve hiçbir şey yapmıyormuş nankörlüğüne sevk ediyorsa şeytanın tuzağı söz konusudur. Nankörlük, insan tabiatının asli unsurlarından biridir. Yüce Allah’ın muvaffak kıldığı bir amel yokmuş gibi davranmak, nankörlüğün en tehlikeli kısmındandır. Muhtemelen bu nankörlüğün cezası, amelden mahrumiyet olarak insana dönecektir.

İslam’a hizmet edenlerin sıklıkla karşılaştığı bu durum, bir kulluk afetidir. İslam’a hizmeti salih amelden saymama, cahilî anlayışının ve şeytanın tuzağının bir yansımasıdır. Bir yönüyle de insanın nankörlüğüyle ilgilidir.

Allah’a (cc) emanet olun. Selam ve dua ile…

✽ ✽ ✽

Allah’a aidiz, tekrar O’na (cc) döneceğiz. Annemin vefatı dolayısıyla taziyelerini ileten tüm kardeşlerime teşekkür ediyorum; Allah razı olsun. Her birine ayrı ayrı cevap yazmadığım için haklarını helal etsinler. Rabbim sizlere, sevdiklerinize, hususen ebeveynlerinize sağlıklı, uzun ömür ihsan etsin. Onları sizin için salih ebeveyn; sizleri de onlar için göz aydınlığı, salih evlatlar kılsın. Rahmeti ve hidayetiyle sizleri kuşatsın.

 


[1]. 75/Kıyâmet, 2

[2]. “Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis -Rabbimin merhamet ettiği müstesna- çokça kötülüğü emreder. Şüphesiz ki Rabbim, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.” (12/Yûsuf, 53)

[3]. 75/Kıyâmet, 14-15

[4]. Müslim, 2814

[5]. 2/Bakara, 268

[6]. Tirmizi, 2988

[7]. Hadisin sıhhati hakkında muhaddisler ihtilaf etmiştir. Tirmizi, rivayetin “Hasen Ğarib” olduğunu söylemiştir. Hadisin sıhhatinde ihtilaf nedeni, ravilerden Atâ ibni Sâib’tir. O (rh), belli bir yaştan sonra ihtilata (hadisleri karıştırma illetine) düşmüştür. Hâliyle ondan ihtilat öncesi rivayet edilen hadisler ile ihtilat sonrası rivayetlerin hükmü farklıdır. Atâ’dan (rh) rivayette bulunan Ebu’l Ehvez (rh), ihtilat sonrası ravilerden kabul edildiği için rivayeti çoğu muhaddis tarafından zayıf addedilmiştir. Allah en doğrusunu bilir. (Atâ (rh) için bk. Tehzîbu’t Tehzîb, İbni Hacer, 4/491-495, 5393 No.lu ravi)

[8]. “Şüphesiz ki: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip sonra da istikamet üzere olanların üzerine melekler iner (ve der ki): ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vadolunan cennetle sevinin. Bizler, dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız. Orada canınızın istediği her şey sizindir ve orada olmasını arzuladığınız her şey de sizindir.’ ” (41/Fussilet, 30-31)

[9]. Ahmed, 17634

[10]. Ahmed, 17742

[11]. Muvatta, 2837

[12]. 51/Zâriyat, 55

[13]. 50/Kâf, 37

[14]. Muvatta, 2837

[15]. 24/Nûr, 54

[16]. 51/Zâriyat, 50

[17]. 89/Fecr, 27-30

[18]. Buhari, 7405; Müslim, 2675

[19]. Buhari, 16; Müslim, 43

[20]. Müslim, 34

[21]. Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “İman yetmiş küsur yahut altmış küsur şubedir. Bunların en üstünü ‘Lailaheillallah (Allah’tan başka ilah yoktur)’ demektir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyleri gidermektir. Hayâ da imanın bir şubesidir.” (Müslim, 35)

[22]. “Şüphesiz ki müminler, kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki; namazlarında huşu içerisindelerdir.” (23/Mü’minûn, 1-2)

[23]. “Hiç kuşkusuz bunda, (akleden) bir kalbi (olan) ve şahit (bilinçli) olarak dinleyen için öğüt vardır.” (50/Kâf, 37)

[24]. “Rabbinize gönülden (yalvara yakara) ve gizlice (için için) dua edin. Şüphesiz ki O, (duada) haddi aşanları sevmez.” (7/A’râf, 55)

[25]. Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Yalan söylemeyi ve yalancı şahitliği bırakmayan kimsenin yemeyi ve içmeyi bırakmasına Allah’ın asla ihtiyacı yoktur.” (Buhari, 1903)

[26]. Buhari, 212; Müslim, 786

[27]. İbni Mace, 1690; Darimi, 2762

[28]. Müslim, 787

[29]. Buhari, 1903

[30]. Buhari, 66; Müslim, 2176

[31]. Ahmed, 6539

[32]. Tirmizi, 2325; İbni Mace, 4228

[33]. Buhari, 6491; Müslim, 191

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver