Kıskanç Kibir

Çekemediklerimiz var şu hayatta. Lafını tolere edemediklerimiz, davranışlarını çekemediklerimiz, varlığına dahi tahammül edemediklerimiz var… Kimi aile bireylerimizden kimi arkadaş çevremizden kimi de hiçbir muhabbetimizin olmadığı fakat sıklıkla karşılaştığımız kimselerden.

Son sınıfı mevzu etmeyeceğim. Hadi gelin şu iki sınıfla alıp veremediğimiz ne varsa ortaya dökelim.

Önce çekememekle neyi kastettiğimi açıklamak istiyorum. Çekememek, anlaşamamak değildir. Muhatabımıza karşı içimizde uyanan bir rahatsızlık hissidir. Bu hissin adını bilmeyiz. (Ben biliyorum, birazdan söyleyeceğim.) Ne alıp veremediğin var onunla, deseler somut bir hadise söyleyemez, bir tek örnek veremeyiz. Onda beni iten bir şey var der, gerisini getiremeyiz. Sinir oluruz sözlerine. Her tezine antitez üretiriz. Neredeyse süte ak dese kara diyecek kadar muhalefet ederiz.

Onun olduğu ortamlarda hem bulunmak istemeyiz hem merak ederiz. Ne dedi, ne giydi, ne yaptı diye dayanamaz sorarız. Aldığımız cevapla o adını koyamadığımız his daha da kabarır. Uzatmayayım, tanıdınız mı onu? O hissin adını koyabilir misiniz şimdi? Hadi hep birlikte söyleyelim: Onun adı kıskançlık… Yok artık, ne alakası var? Nesini kıskanacakmışım onun, diyor musunuz? O zaman kıskançlığınız tavan yapmış, haberiniz olsun.

Kıskançlık, bana göre, farkına varılması en zor hislerden biri. Herkes onun amelleri yok eden kötü bir haslet olduğunu bilir. Ancak bu bilginin faydasını göremez. Çünkü hislerini doğru isimlendiremez. Kendine yakıştıramaz kıskançlığı. Herkes kıskanç olabilir, kendisi asla(!) kıskanmaz. Bu histen neden bu kadar kaçar insan? Denklemin asıl bilinmeyinini söyleyeceğim şimdi. Çekememezliğin sebebi kıskançlık idi ya, kıskançlığın sebebi ise “kibir”dir. O rahatsızlık hissini tanımlayamamak, kendine yakıştıramamak kibirdendir.

Nedir kibir? Kişinin kendini “bir şey” sanmasıdır. Aslında “bir şey” tanımı eksik oldu. “Her şey” sanmasıdır demek daha doğru olur. En başarılı, en bilgili, en iyi düşünen, en güzel, en temiz, en düzenli, en sevilen, en aranan… En… En… O kadar çok ki en apoletleri!

Kendisini böyle gören biri başkasının başarısını hazmedebilir mi? Peki ya yeteneğini? Ailesiyle muhabbetini? Hazmedemez ve kıskanır tabii. Alt fonda şunlar çalıyordur: “Benden daha iyi olamaz, olmamalı, olmayacak. Nasıl olur da benden daha başarılı olabilir, bu imkânsız. Ona bu meziyetler yakışmıyor. Onlar olsa olsa bende güzel durur…” (Bunlar o kadar tehlikeli cümlelerdir ki Allah’ın tasarrufunda -hâşâ- hata olduğuna dair itikadi marazlara sürükler insanı.)

Bu düşünceler hiç bırakmaz peşini. Onu görmeye tahammül edemez, karşılaşsa muhatap olmaz, hakkında olumlu şeyler duysa eleştirir, ağzıyla kuş tutsa beğenmez… Ateş, odunu nasıl yiyip bitiriyorsa kibrinden sâdır olan kıskançlık da onu yer bitirir…

Çözümü var mı peki? Her hastalığın tedavisi var elhamdulillah. Bu iki hastalığın tedavisi tek bir reçeteye yazılacak. Yani kibir hastalığını tedavi eden, kıskançlıktan da kurtulacak. Reçetede neler yazdığını doktorundan dinleyin. Tevhid Dersleri kanalında gönül doktorları ücretsiz tedavi sunuyor. Hem de 7/24… Aman sakın ihmal etmeyin.

Başa Saralım

Ramazan’ı idrak ettiğimiz şu günlerde ne de heyecanlıyız. Her yerden Müslimler geliyor. Uzak yakın demeden, iftar ile teravih arasındaki dar vakte aldırış etmeden koşup geliyorlar hem de. Biz de aralarındayız. Saf bulma telaşındayız. Hep en önlere talibiz. İlk tekbire yetişme konusunda çok dikkatliyiz. Elimizde Mushaf’ımız, bileğimizde tesbihimiz kıyamdayız. Tarif edilmez bir lezzet alıyoruz uzun kıyamlardan. Secdelere varınca gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Selamla birlikte kısa bir mola veriliyor. Bir ân dağılıyoruz. Sohbetle yeniden toparlanıyoruz. Nasihatler yüreğimize işliyor. İçimizden söz veriyoruz. Sadakat sözü, taat sözü, gece kıyamı sözü… Tekrar namaza geçiyoruz. Huzur, sekinet, rahmet, gözyaşı… ve namazı tamamlıyoruz.

Kalp huzurlu, beden yorgun. Olsun, Ramazan bu, yılda bir ay gelsin yeter ki, gelsin de bizi yorsun. Dinlenmek için dışarı çıkıyoruz. Leziz tatlılar, hoş muhabbetler… Biz de yerimizi alıyoruz. Kalabalık masa, biri oturuyor biri kalkıyor, biz yerimizden ayrılmıyoruz. Gece uzun nasılsa, diyoruz. Muhabbet koyu, uzadıkça uzuyor. Malayani yavaş yavaş, sinsi sinsi masamıza süzülüyor. Saat ilerledikçe muhabbetimizin rengi sanki kaçıyor. Her kelime malayani kokuyor. Allah (cc) rahmet etmiş olacak ki bir terslik seziyoruz. Birkaç saat önce ağzımızda Allah’ın sofrasından tatlar varken hangi akla hizmet o tadı kaçırıyoruz? Biraz düşününce utanıyoruz. Ramazan’ın ilk haftasını böyle heder ettiğimizi anımsıyoruz. Müsaade isteyip hızla kalkıyoruz masadan. Kalkarken bir karar da almayı ihmal etmiyoruz:

Madem günler sayılı, madem bir misafir gibi Ramazan,

Uzun kalmayacak, akacak hızla zaman.

O zaman mil çekelim kulaklarımıza ve mühür ağzımıza,

Başa saralım günleri

Laf-u güzafla harcanmasın Ramazan.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver