Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,
Rabbim sizlere avf ve afiyet ihsan eylesin. Yaşınızın, içinde bulunduğunuz zamanın ve mekânın hayrına muvaffak kılsın, şerrinden korusun.
Soru: Hocam! Bir cemaatte eski Müslimler olmasına rağmen yeni olan Müslimlere görev verilebilir mi? Şayet verilirse bunun hikmeti nedir?
“Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletli olmanızı size emreder. Allah, bununla sizlere ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi gören) Basîr’dir.”
Görevlendirmedeki ölçü liyakattir. Liyakat; kişinin yapacağı işe dair bilgiye, o işi devam ettirecek irade ve disipline ve şer’i hakları gözetecek adalete sahip olmasıdır. İslam açısından görevlendirmede yaşın, yeni veya eski olmanın bir etkisi yoktur. Yeni ve liyakat sahibi bir Müslim’in, eski ve liyakat sahibi olmayan Müslim’e tercih edilmesi Allah Resûlü’nün (sav) sünnetidir. Yine fazilet sahibi olup bir işe liyakati olmayan Müslim ile daha az faziletli ama liyakat sahibi Müslim yan yana geldiğinde, liyakat sahibinin tercih edilmesi de onun (sav) sünnetidir.
Allah Resûlü (sav) sahabeyi Habeşistan’a gönderdiğinde, kendisinden çok daha faziletli insanlar bulunmasına rağmen, heyetin sorumlusu olarak Cafer’i (ra) seçmiştir.
Medine’ye sorumlu olarak Musab’ı (ra) görevlendirdiğinde Ebu Bekir, Ömer ve Ali (r.anhum) gibi, sahabenin en faziletlileri ve eskileri Allah Resûlü’nün yanındadır. Buna rağmen o (sav), tercihini Musab’dan yana kullanmıştır.
Halid b. Velid (ra) en geç İslam olan sahabilerden olmasına ve kendisinden çok daha faziletli sahabiler bulunmasına rağmen, orduları komuta etmiştir. Ömer (ra) onu azledinceye kadar da bu durum devam etmiştir, ki Ömer’in onu görevden alması, Halid’den kaynaklı değildir. İnsanlar, elde edilen zaferi Halid’e nispet etmeye başlamış, zaferi yalnızca Allah’tan (cc) bilme inancı zayıflamaya yüz tutmuştur. Ömer de bir tedbir olarak Halid’i görevden azletmiştir.
Ebu Zerr (ra) sahabenin en takvalıları arasındadır. Ne ki; Allah Resûlü (sav) ona bir görev vermemiş, kendisinden sonra da bir görev üstlenmemesini tavsiye etmiştir:
Ebu Zerr’in rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir:
“Allah Resûlü’ne, ‘Beni yönetici tayin etsen?’ dedim. Eliyle omuzlarıma vurdu ve ardından ‘Ey Ebu Zerr, sen zayıf bir kimsesin. Yöneticilik ise bir emanettir. Kıyamet gününde de bir eziklik ve pişmanlıktır. Ancak yöneticiliği hak edip alan ve üzerine düşeni yerine getiren bunun dışındadır.’ buyurdu.”2
Başka bir rivayette Resûlullah (sav), Ebu Zerr’e şöyle söylemiştir:
“Ey Ebu Zerr, ben seni zayıf görüyorum. Kendim için istediğim şeyi senin için de istiyorum. İki kişi üzerinde (bile olsa) asla yönetici olma. Yetimin malı hususunda asla vekil olma.”3
Şüphesiz ki Ebu Zerr’in (ra) zayıflığı iman, takva ve beden zayıflığı değildir. Zira tüm sahabenin şehadetiyle Ebu Zerr, sahabenin en takvalı ve hassas olanlarındandır. Hatta yer yer onun hassasiyeti toplumsal gerilimlere sebebiyet vermiştir. Onun zayıflığı, korkaklık anlamında bir zaaf da değildir. Zira o, sahabenin en cesurları arasındadır. Mekke müşriklerine İslam’ını açıktan ilan edenlerin ilklerindendir. Hadiste geçen zayıflık, görev üstlenmeye engel olan bir zayıflıktır. Bu da kişi iman, takva ve cesaret örneği olsa da görev üstlenecek ehliyet ve liyakatten yoksun olabileceğinin delilidir.
Konuyu netleştirmek için Allah Resûlü’nün (sav) hayatında yaşanmış bir örnek üzerinden konuşalım:
Peygamber bir ordu gönderdi ve başına Usame b. Zeyd’i komutan seçti. Halkın bir kısmı Usame’nin komutan yapılmasını eleştirmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:
“Siz onun komutan yapılmasını eleştiriyorsanız, daha önce babasının komutan yapılmasını da eleştirmiştiniz. Allah’a yemin olsun, onun komutan tayin edilmesi uygundu ve bana karşı insanların en sevimlisi o idi. Bu da (yani Usame) ondan sonra insanların bana en sevimlisidir.”4
Usame b. Zeyd (ra) henüz yirmili yaşlarında bir gençtir. Rum toprakları için hazırlanan bir orduya komutan tayin edilmiştir ve bu orduda Muhacir ve Ensar’ın ilkleri ve öncüleri de vardır. Rivayetten de anlaşılacağı gibi bazıları onun komutanlığını hazmedememiş ve eleştirmiştir. Gerekçeleri ise ilginçtir; Ebu Bekir ve Ömer’in (r.anhuma) olduğu bir orduyu nasıl Usame gibi bir çocuk komuta eder? Daha ilginç olanıysa Ebu Bekir ve Ömer’in rahatsız olmadığı bir konuda, birilerinin onlar adına rahatsız olmasıdır. Ki; Allah Resûlü vefat etmesine rağmen Ebu Bekir (ra), Usame’nin ordusunu yola çıkarmış, bununla yetinmeyip Ömer’i (ra) Medine’de bırakması için ondan izin istemiştir. Zira riddet hadiseleri baş göstermiştir ve Ebu Bekir istişarede bulunmak için Ömer’in yanında kalmasını istiyordur. Allah Resûlü (sav) vefat etmeden Ömer’i, Usame’nin ordusuna yazdırdığı için de, ordu komutanından izin alma gereği duyuyordur. Benzer bir durum Ömer (ra) için de geçerlidir. O, ne zaman Usame’yi görse ona saygı göstermiş ve bu tutumunu “Allah Resûlü vefat ettiğinde Usame benim emirimdi.” şeklinde gerekçelendirmiştir…
Bu örneklerden anlıyoruz ki; Ebu Bekir ve Ömer’in (r.anhuma), Usame’nin (ra) emirliğine dair bir rahatsızlığı yoktur. Peki, Ebu Bekir ve Ömer adına rahatsızlık duyan ve “Ebu Bekir ve Ömer dururken çoluk çocuk komutan olur mu?” diye İslam ümmetinin iyiliği (!) için yanıp tutuşanlar kimlerdir? Sorunun cevabını düşünelim!
Şunu unutmayalım: Kalpler birbirine benzedi mi sözler/tepkiler/yaklaşımlar da birbirine benzer.5 Şeytanın sağdan yaklaşıp İslam’ın ve Müslimlerin iyiliği (!) için yaptırdığı sorgulamaları gözden geçirelim. Bazen kalplerin eskidiğini, yorulduğunu ve temel kabullerini unutabildiğini dikkatlerimizden kaçırmayalım. Bazen, yapılan bir sorgulamanın aslında kalp sinyali olduğunu ve kendimizi kontrol edip sorgulamamız gerektiğini haber verebileceğini de…
Soru: Hocam! Kendimde ve çevremde aşırı harcama (tüketim çılgınlığı) ahlakı görüyorum. Bize nasihat eder misiniz?
Kardeşimizin “aşırı harcama”, genelin “tüketim çılgınlığı” demeyi tercih ettiği gerçekliğe İslam; “israf ve saçıp savurma/tebzir” demiştir:
“Ve yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. (Çünkü) O, israf edenleri sevmez.”6
“Yakın akrabaya, miskine/ihtiyaç sahibi yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, malı saçıp savurma. (Çünkü) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”7
İsraf; çoğunlukla harcamada aşırılık anlamında kullanılsa da kişinin yaptığı herhangi bir işte haddi aşması demektir.8 Bazı dilciler, haddi aşma (ifrat) anlamının yanı sıra bir şeyi gereği gibi yapmamanın da israf olduğunu söylemiştir.9 Şer’i kullanıma baktığımızda israfın, şer’i sorumluluğa karşı fiilde aşırılık veya fiilde gevşeklik göstermek olduğunu görürüz. Örneğin Rabbimiz; sapkın cinsel yönelimlere sahip olmayı10, kısas uygularken haddi aşmayı11, hicret etmeyip Mekke’de kalmayı12, harcamada sınırı aşmayı13, azgınlıkta sınırı aşmayı14, israf ve türevi kelimelerle ifade eder.
Buna binaen; söz, düşünce ve davranışta ölçüsüzlük israftır ve israf, asi kulların ahlakıdır. Başta harcama olmak üzere söz, düşünce ve davranışta ölçülü olmak ise Rahman’ın kulları olan seçkin insanların davranışıdır:
“Onlar, harcadıklarında israf ve cimrilik etmez, bu ikisi arasında (dengeli) bir yol tutarlar.”15
İsraf ahlakından sakınmak için öncelikle şer’i sınırları öğrenmek zorundayız. Malımızı harcarken “Allah’ın (cc) malıma koyduğu sınır nedir?” sorusunu sormalıyız. Aksi hâlde şeytan devreye giriyor, malımızı dilediğimiz gibi harcayabileceğimizi, yani “tebzir” yapmamızı salık veriyor, ne yazık ki biz de onu dinliyoruz…
“Yakın akrabaya, miskine/ihtiyaç sahibi yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, malı saçıp savurma. (Çünkü) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”16
Malı saçıp savurduğumuzda aslında, imanımızdan, ahlakımızdan ve karakterimizden de bir şeyler saçıp savuyoruz. Değil mi ki bu davranışımızla Rabbine karşı çok nankör olan şeytana kardeş oluyoruz! İman ve takvayla elde ettiğimiz Allah, Resûl’ü ve müminlerin dostluğunu, saçıp savuruyoruz! Öyleyse gerçek hüsran da bu olsa gerektir.
Tüketim (Me)deniyeti Kapitalist Cahiliye!
Sürekli hatırlattığımız bir gerçeği tekrar zikredelim: Cahiliye bir zaman diliminin unvanı değildir. Cahiliye; ölçülerini vahiyden almayan ve İlahi yasalarla hükmetmeyen bütün düzenlerin adıdır. Bugün cahiliye, “kapitalizm” olarak hüküm sürmektedir. Yani sermayenin, müstekbir ve mütreflerin mustazaf yığınlara tahakküm etmesidir. Kapitalizm; dinarın ve dirhemin, doların ve euro’nun ilah edinildiği, tek kutsalın biraz daha fazla kâr etmek olduğu, mabedinin bankalar ve alışveriş merkezleri olduğu modern bir dindir.
Kapitalist cahiliye, para kazanmak icin “satmak”; satabilmek için de israf, tebzir ve tüketim ahlakını yaygınlaştırmak zorundadır. Bu sebeple insanlık tarihinin şahit olduğu en çirkin projeyi hayata geçirmiştir. Sosyal bilimlerden yararlanarak bireyin (psikoloji) ve toplumun (sosyoloji) davranış kodlarını çözmüştür. İnsanın davranışlarına yön veren etkenleri çözümledikten sonra, sayısız deney yaparak bu etkenleri kullanmayı ve bireyi/toplumu yönlendirmeyi öğrenmiştir. Kapitalist mekanizma kabaca şu şekilde işlemektedir:
Öncelikle ölçüsüzce, ihtiyaç fazlası üretim yapılmaktadır.
Reklamlar aracılığıyla insanın o ürüne ihtiyacı olduğu algısı oluşturulmaktadır.
Fahşa ve münker mikrobunu taşıyan ünlüler eliyle, o ürünün hem bir ihtiyacı karşıladığı hem de kişiyi benzerlerinden farklı ve üstün kıldığı gösterilmektedir.
“İndirim” yalanı adı altında ve kişiye kendine ait olmayan parayla (kredi kartı) alışveriş imkânı sunulmakta, alışveriş kolaylaştırılmaktadır.
Bu çarka dâhil olmayanları ötekileştirmekte, aşağılamaktadır. Kimi zaman meslek ahlakını ayaklar altına alan psikologları kullanmaktadır: Bu sefihlere göre “harcamak”, insan psikolojisini rahatlatmaktadır. Bu iddia, harcama yapmayanların psikolojisinin bozulabileceğine içkindir. Kimi zaman modacıları kullanmakta, üretilenin “son trend” olduğu, o trendin dışında kalanların çağın gerisinde kalmış gerici, yobaz oldukları işlenmektedir.
Tüm bu tuzaklarla mabetlerine çektikleri kurbanı; insan algılarını yanıltan vitrin, duyguları yanıltan müzik, gözleri yanıltan ayna ve nihayet insana özgür(!) olduğunu hissettiren çoklu seçeneklerle dumura uğratmakta, kurbanı soymaktadır.
Bu çark her yönden insanı kuşatmış vaziyettedir. Çarkın farkına varıp isyan etmeyenler, istese de istemese de çarkın dişlileri arasında öğütülmektedir. Kur’ân’ın ifadesiyle haddi aşmakta, saçıp savurmakta ve şeytana kardeş olmaktadır.
Çarkın dışına çıkabilmek için İsrâ Suresi’ndeki ayetleri ve yaşadığımız vakıayı merkeze alarak bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum:
“Yakın akrabaya, miskine/ihtiyaç sahibi yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, malı saçıp savurma. (Çünkü) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”17
Başkalarından sorumlu olduğumuzu ve malımızda onların da hak sahibi olduğunu bilmek: Ayette kilit kavram “hakkını vermek”tir. Kişi malının kendine ait olmadığını, başkalarının da o malda hak sahibi olduğunu bildiğinde düşüncesizce harcamayacaktır. Başkalarının hak sahibi olduğunu kabul etmek, kişiyi bencillik ahlakından kurtaracaktır. Ki; kapitalist cahiliyenin tüketim çarkından kurtulmak için düşünmek ve diğerkâmlık şarttır.
Fazlalıklardan kurtulmak: Sistemin dışına çıkabilmek için öncelikle bizi daha fazlasına tamah ettiren “tekasur/çokluk/çoğaltma” ahlakından kurtulmayız. Hayatımıza bir göz gezdirip fazlalıkları ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak “tekasur” ahlakından kurtulma girişiminde bulunabiliriz.
Bugün şeytanın sesi olan ayartıcı reklamlardan uzak durmak:18 Ekranımızı ve telefon mesajlarını tüm reklamlara kapatmalıyız. Zira şirketler, başta konuşmalarımız olmak üzere tüm dijital hareketliliğimizi takip etmekte ve gündemimize uygun reklamlarla bizi ayartmaya çalışmaktadır. Bu şeytani tuzaktan korunmak için dijital cihazları dış müdahalelere kapalı tutmalı, imkân dâhilinde hiçbir firmanın bize reklam göndermesine müsaade etmemeliyiz.
İhtiyaçlarımızı yazarak somutlaştırmak: İnsan ihtiyaçlarını ve neden ihtiyaç duyduğunu somutlaştırmazsa, kapitalizm şeytanları her şeyin ihtiyaç olduğuna dair insan beynini yanıltabilmektedir. İhtiyaçlarının farkında olan birey, dış illüzyona maruz kalsa da kendi listesine bakıp sağlama yapabilecek ve şeytani illüzyonlardan korunabilecektir. Özellikle çocuklarımıza ve gençlerimize bu ahlakı kazandırmalı, sıkça “Buna ihtiyacım var mı?” sorusunu sormalarını sağlamalıyız.
Alışverişi yılın/sezonun belli zamanlarında yapmak: Kapitalizmin hilelerinden biri de; alışverişi hayatın her anına ve her alanına taşıyabilmiş olmasıdır. Böylece reklamların da yardımıyla düşünceden uzak, yanıltılması kolay duygularla alışveriş yapılmasını sağlamıştır. Bu hileden kurtulmanın yolu; alışverişi hayatın her alanından ve anından çıkarmak, özellikle dijital alışverişten tamamen uzak durmak, belirlenmiş ihtiyaçlar çerçevesinde ve muayyen zamanlarda alışveriş yapmaktır.
Hayatımızı anlamlı kılmak: Şüphesiz bugün insanların çılgınca alışveriş yapmasının nedeni; hissettikleri boşluk/anlamsızlık duygusudur. Bu durumdan kurtulmak için önlerine konan her şeye düşünmeden sarılıyor, her sarıldıkları yapay çözümle biraz daha savruluyorlar. Çözüm ise fıtrata, yani tevhide dönmektir. Çünkü her şey tevhidle baktığımızda anlam kazanır. Her şeyin Allah’tan olduğuna ve yine O’na (cc) döneceğine, her şeyin O’nun (cc) bilgisi, izni ve yaratması dâhilinde yaşandığına, hiçbir şeyin O’nu (cc) aciz bırakamayacağına, her şeyin malikinin O (cc) ve her şeyde O’nun (cc) hükmünün geçerli olduğuna… inanmak! Hayata ve içindekilere anlam katan işte bu inanıştır. Varlığın Allah ile bağı koptuğunda kişinin içinde yalnızca boşluk olur. Bu boşluk insanı korku, kaygı ve strese sevk eder. İnsi ve cinni şeytanlar bu boşluklardan kalbe sızar ve insanı suni çözümlere yönlendirir. Birçok insanın saatlerce video izlemesi, anlamsız kanallar arasında dolaşması, bir ünlüyü takip etmesi… bu boşluk duygusundan kaçmak ve tevhidsizlikle oluşan anlamsızlığı giderme çabasıdır. Alışveriş de bu problemli suni çözümlerden yalnızca birisidir. Evet, alışverişle gardıroptaki boşluklar dolar, ama kalpteki boşluk asla!
Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Muvahhid biri, anlamsızlık nedeniyle tüketim çılgınlığına kapılabilir mi? Unutmayalım ki Medine İslam Devleti’nin üçte biri; İslam cemaatiyle yaşayan, savaşlara katılan, Medine’de yaşamanın tüm zorluklarına katlanan ve bununla beraber münafık, kalbî hastalıkları olan ve asılsız haberleri yayan (murcifîn) kimselerden oluşmaktadır. Tevhid iddiasında olmak muvahhid olmayı gerektirmediği gibi; muvahhid olmak da tevhidin nimetlerinden kâmil anlamda faydalanmayı gerekli kılmaz. Tevhidinde samimi olan, tefekkürle tevhid inancını kalbinde diri tutan ve sürekli hakkı ve sabrı tavsiye ederek birbirlerini korumaya çalışanlardır tevhid nimetinden hakkıyla faydalanacak olanlar…
Tüketim Çılgınlığının Habis Meyvesi: Marka Takıntısı
Tüketim çılgınlığına savrulan insanların bir diğer problemi marka takıntısıdır. Zira kapitalizmin insi şeytanları markayı salt etiket olmaktan çıkarmış, insana üstünlük ve statü kazandıran bir “değer” hâline getirmiştir. Belli markalar kullanıldığı zaman kişiyi benzerlerinden üstün kıldığı vehmi, bir mikrop gibi saçıp savuranların kalbine nüfuz etmiştir. Aksi hâlde asgari ücretle çalışan bir mustazafın, maaşının dört katı fiyata bir telefon kullanması nasıl izah edilebilir? Bir insan, hangi akılla onda bir kapasitesini bile kullanamadığı, adını dahi doğru telaffuz edemediği bir cihaza tüm emeğini yatırır? Tek bir transferden milyonlarca dolar kazanan bir futbolcuyla aynı ayakkabıyı giymek için hangi mantıkla tüm maaşını harcar? O ayakkabıyı giyince veya o telefonu kullanınca, o milyoner futbolcunun hayat şartlarına mı kavuşacaktır? Babası sıradan bir memur olan genç bir kız, babasının bir yıllık maaşına denk bir markanın taklit çantasını/saatini takınca, insanlar onu ünlü bir iş adamının kızı mı sanacak, toplumdaki itibarı mı artacaktır?
İşte cahiliye, insanları böyle aptallaştırmaktadır. Dün, ilkel cahiliye insana eliyle ilah yaptırıp taptırmakta, acıkınca da ağzıyla aynı ilahı yedirmekte ve o ilahı dışkı olarak vücudundan attırmaktaydı. Bugün modern cahiliye insanı köle gibi çalıştırıp sömürmekte, sonra da karın tokluğuna çalıştırdığı köleye, kaşıkla verdiğini anlık bir tatmin ve herkesin yalan olduğunu bildiği bir statü karşılığında kepçeyle almaktadır.
Acı olan, Allah’ın (cc) tevhid izzetini tattırdığı insanların, bu izzetten yüz çevirip etiket/marka izzetine tamah etmeleridir.
“Allah’ın değer vermeyip aşağıladığını değerli kılacak kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar.”19
Soru: Hocam! Yeni insanlar ortamlarımıza geliyor. İnsanların çoraba mesh ettiğini veya Kur’ân’ı bel seviyesinden aşağıda tuttuğunu görünce rahatsız oluyorlar. Sünnet diyerek bunları yapmaya devam etmeli miyiz, yoksa genel ortamlarda bu vb. davranışları terk mi etmeliyiz?
İslam âlimleri, Allah Resûlü’nün (sav) bazı uygulamalarına bakarak bir kaide tespit etmiştir: “Bazen, kalpleri İslam’a/sünnete ısındırmak için sünneti terk etmek, sünnettir.”
Kaidenin anlamı şudur: İnsanların kalbini İslam’a ısındırmak, Allah Resûlü’nün (sav) bir uygulamasıdır. Şayet Allah Resûlü’nün (sav) bir sünnetini uygulamak özel sebeplerden ötürü bazı insanları İslam’dan soğutacaksa; iki sünnet karşı karşıya gelmiş demektir. Bir tarafta kalpleri ısındırma sünneti, diğer yanda insanların bir kısmını rahatsız eden sünnet. Bu durumda kalpleri ısındırmak için bir süreliğine -o özel sebep geçene kadar- sünneti terk etmek de sünnettir.
Kaidenin delillerinden biri şudur:
Aişe (r.anha) anlatır:
“Peygamber’e Hicr Duvarı’nın Kâbe’ye ait olup olmadığını sordum. Bana ‘Evet, (dâhildir).’ diye cevap verdi. Neden burayı Kâbe’ye dâhil etmemişler, diye sordum. ‘Kavmin, orayı içeriye katma bütçesi bulamadı.’ buyurdu. Kâbe’nin kapısı neden yüksektedir, diye sordum. ‘Kavmin, Kâbe’ye diledikleri kimseyi sokuyor, dilediklerini sokmuyordu. Eğer kavmin Cahiliye Dönemi’ne yakın bir zamanda olmasaydı ve bundan dolayı inkâra kalkışacaklarından endişe etmeseydim, muhakkak Hicr Duvarı’nı Kâbe’nin içerisine alır, kapısını da yer seviyesine indirirdim.’ buyurdu.”21
Bir yanda Kâbe’yi İbrahim’in (as) sünneti üzere inşa etmek, diğer yanda Kureyş’i İslam’dan soğutma ihtimali vardır. Zira onlar henüz İslam olmuşlardır. Bu davranıştaki hikmeti anlamayacak, Allah Resûlü’nün (sav) Kâbe’yi yıkmak istediğini veya daha başka olumsuz bir düşünceye kapılacaklardır. Allah Resûlü (sav) onların kalbini İslam’a ısındırmak/onları soğutmamak için bir müddet İbrahim’in (as) sünnetini terk etmiştir. Ki; Abdullah b. Zubeyr, hilafeti döneminde Nebi’nin (sav) yukarıdaki sözüne dayanarak “Ben onu yapacak maddi imkânlara sahibim ve insanlardan da korkmuyorum.” demiş ve Kâbe’yi İbrahim (as) yapısı üzerine yeniden inşa etmiştir.22 Yani illet kalkınca ona bağlı olan hüküm de kalkmıştır.
Öyleyse bugün bizler, genele hitap ettiğimiz ortamlarda, henüz İslam olmuş veya İslam davetine muhatap olan insanların durumunu gözeterek hareket etmeliyiz. Bu topraklarda hiç duyulmamış ve ilk etapta garip karşılanacak davranışlardan sakınmalıyız. Özellikle “İslami şiarlara saygı” ibaresi olarak kodlanmış davranışlara muhalefet etmekten imtina etmeliyiz. İnsanlar kaynak bilinci edinip sünnete göre yaşamayı öğrenene kadar, daha hassas davranmalıyız.
Bir toplumu İslam’a davet eden kardeşimiz, hikmetli davranmaya dikkat etmelidir. Söylenecek bir sözün veya bir davranışın hak ve sünnete uygun olmasına dikkat ettiği kadar, o söz ve davranışın muhatap üzerindeki etkisini de göz önünde bulundurmalıdır. Nice doğru bilgi, muhatap için İslam’ın tasvip etmediği bir sonuca sebep olabilir.
“Muaz, deve üstünde Peygamber’in (sav) terkisindeydi. Peygamber:
__ Ey, Muaz b. Cebel, dedi. Muaz:
__ Emret, ey Allah’ın Resûlü, dedi. Peygamber tekrar:
__ Ey, Muaz b. Cebel, dedi. Muaz:
__ Emret, ey Allah’ın Resûlü, dedi.
Bu hâl üç kere tekrarlandı. Peygamber şöyle buyurdu:
__ Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun resûlü olduğuna samimi bir kalple şahitlik eden herkese Allah ateşi haram kılar. Muaz:
__ Ey Allah’ın Resûlü, bunu insanlara bildireyim mi, sevinsinler, dedi. Peygamber:
__ Hayır, o zaman insanlar buna güvenirler, buyurdu.
Muaz vefatına yakın bir zamanda, günaha düşmekten korktuğu için bunu etrafındakilere anlatarak onları bundan haberdar etti.”23
“Peygamber (sav), Muaz’a şöyle demiştir:
__ Kim hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmadan vefat ederse cennete girer. Muaz, Peygamber’e:
__ Bu müjdeyi insanlara vereyim mi, dedi.
__ Hayır, ben buna güvenmelerinden korkuyorum, buyurdu.”24
Dikkat edilirse; iki rivayette de Allah Resûlü (sav), Muaz’a bir bilgi vermektedir. Muaz (ra) kendisiyle paylaşılan bu bilgiyi tüm toplumla paylaşmak, bu müjdeden kardeşlerini haberdar etmek istemektedir. Ancak bu bilgiye dayanıp amelde gevşeklik gösterirler endişesiyle Allah Resûlü (sav), bilginin paylaşılmasına müsaade etmemektedir. Bilgi doğrudur, ancak toplumda oluşturacağı etki İslam’ın gözettiği maksada uygun değildir.
Soru: Hocam! Davaya zarar verecek olan ve dikkat etmemiz gereken insanların özellikleri nelerdir? Hangi hasletlere sahip insanlara dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?
Bu soruya cevap vermeden önce iki noktanın altını çizmek isterim:
Kim olursa olsun, her insanın eğitim alma hakkı vardır. Zira nefsî hastalıklar kimi zaman bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Hastalığın membası kurutulup doğrusu öğretilince tedavi gerçekleşebilmektedir. Kimi zaman da şer, masiyet ortamından beslenmektedir. Kişinin ortamı değiştirildiğinde şerrin kaynağı kurutulmuş olmakta, böylece kişinin hayra uyumlu olması sağlanmış olmaktadır. Öyleyse kim olursa olsun, ne tür bir özelliğe sahip olursa olsun fark etmez; her insanın doğruyu öğrenme ve o doğruyla amel eden ortamlarda bulunma hakkı vardır. Bu adımlar uygulandıktan sonra düzelme/ıslah görülmüyorsa ve kişi kemikleşmiş huylarıyla İslam’a, davete, cemaate zarar veriyorsa o hâlde ondan uzak durulmalıdır.
Hiçbirimiz aynı hâl üzere kalma garantisine sahip değiliz. Bugün salih olan bir kardeşimiz, yarın en facir ve fasık insanlardan birine dönüşebilir. Musa’nın (as), kavmi arasından seçtiği yetmiş kişinin, buluşma yerine vardıklarında birer inkârcıya dönüştükleri25; vahiy kâtiplerinden Abdullah b. Ebi Serh’in mürted olup Mekke’ye kaçtığı ve Allah Resûlü’nün “Kâbe’nin örtüsüne sarılı olsa da öldürünüz.” fermanı verdiği sayılı insanlardan biri olduğu unutulmamalıdır. Hâliyle; Allah’tan çokça hidayet istemek, günahlarımızdan çokça bağışlanma dilemek ve ayakları kaydıran fitnelerden Allah’a (cc) çokça sığınmamız gerekmektedir. Şükür, hamd ve minnet Allah’adır.
Bu kısa açıklamadan sonra diyebilirim ki; imanı oluşturan taatler şube şube olduğu gibi26 küfrü oluşturan masiyetler de şube şubedir. Nasıl ki; Lailaheillallah şubesiyle yoldan eziyet verici bir maddeyi kaldırmak kulluk üzerinde aynı etkiye sahip değilse, küfrün şubeleri olan masiyetler de kulluk üzerinde aynı olumsuz etkiye sahip değildir. Evet, her bir masiyet takva elbisesini yırtmakta, kulluğun merkezi olan kalbin çehresini bozmakta ve İlahi yardımı geciktirerek İslam davasına zarar vermektedir. Ancak bu masiyetlerden/olumsuz özelliklerden bazıları yıkıcı bir etkiye sahiptir ve hem sahibine hem de davasına yıkıcı zararlar vermektedir. Bizim zikredeceğimiz sıfatlar bu özelliğe sahip olanlardır:
Kibir ahlakına sahip olanlar: Allah Resûlü’nün (sav) tarifiyle kibir, “hakka karşı büyüklenmek ve insanları küçümsemek”tir.27 Kibir sahibi insanlar, kendilerine ulaştırılan hakka dair her türlü nasihate kapalıdır ve hakkı ulaştıran kim olursa olsun onların gözünde değersizdir, sığdır, basittir… Problem tam da bu noktada belirmektedir. Zira İslam’ın temel prensiplerinden birini vazeden “Asr Suresi”ne göre; karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye eden iman ve salih amel ehli dışında tüm insanlık hüsrandadır. Kibir ehli ise hakka karşı büyüklenme, tavsiyeyi/öğüdü hakaret sayma ve hakkı tavsiye edenlere buğzetme cihetiyle bu temel ilkenin uzağındadır. Doğal olarak kibir ehli, İslam toplumuna bir yüktür… Kibir, karekteri hâline gelmiş ve tedavi tavsiyesine kibirle karşılık veren insanlara karşı dikkat!
Korkaklık ahlakına sahip olanlar: Korku, insani bir duygudur ve her birimizde mevcuttur. Terbiye edilmezse insanı alçaltır; edilirse insanı güzel ahlakın en yüce ufuklarına taşır. Terbiyeden kasıt; korkunun yüce Allah’a ve ahiret akıbetine yönlendirilmesidir. Korku Allah’a (cc) ve ahirete yöneldi mi, dünya payına düşen; fedakârlık, adanma ve cesaret olur. Ki, İslam davası böylelerinin omuzlarında yükselir.
Korkusu terbiye edilmeyen insan ise büyük bir tehlikedir. Nerede, nasıl ve ne boyutta bir yıkıma sebebiyet vereceği kestirilemez. Korkaklar arasında en tehlikeli olanlar, Allah’a (cc) iftira eden ve korkaklığına hikmet/tedbir kılıfı giydirenlerdir. Böyleleri her türlü kötülük ve ihaneti Allah’a iftira ederek meşrulaştırabilir ve gönül rahatlığıyla yapabilirler. Korkak olan ve korkaklığını Allah’a iftira ederek İslam’a fatura eden hikmet/tedbir (!) ehline dikkat!
Bencillik ahlakına sahip olanlar: Bencillik ahlaki hastalıklardandır ve kıskançlık, çıkarcılık, kişiliksizlik… gibi hastalıkların neşvünema bulduğu bir zemindir. İslami çalışma, “biz” anlayışının asıl olduğu, “ben” engelinin aşıldığı bir ortamdır. “Ben” prangasına bağlı bireyler, “biz” ortamının tabii yapısına uygun değildir.
Bencilin kendi zevkleri, alışkanlıkları, ilgi alanları, beraber olduğu insanlardan farklı bir gündemi, farklı eğilimleri vardır. Hatta bazısının bencilliği öyle bir boyuttadır ki; kendisi cemaate uymak yerine tüm cemaatin kendine uymasını teklif edebilir. İslami çalışmanın tabii yapısına uygun olmayan bencillere dikkat!
Piyasa adamları: Piyasa adamından kastım; kimliksiz, adressiz, aidiyetsiz ve en önemlisi hiçbir ahlaki kriteri olmayan insanlardır. Böylelerinin İslami ortamları gezmesi, arının çiçeklerden polen toplaması gibi değildir; bilakis, sineğin habis şeylere konup, her ortamın manevi virüslerini bir başka ortama taşıması kabilindendir. Dedikodu, kovuculuk, tefrika, buğz… bu insanlar eliyle yayılır ve İslami toplumları içeriden çürütür…
Bu insanlar İslami çalışmalarda asla yer almamalı; dahası, İslami ortamlara sokulmamalıdır. Ola ki bir ortamda denk gelindi; dedikodu, kovuculuk, tefrika… yapmalarına müsaade edilmemeli, günahlarına ortak olunmamalıdır. Bu tip ahlaki hastalıklara sahip olan piyasa adamlarına dikkat!
Bu ay bu kadarla iktifa ediyor ve her birinizi Allah’a (cc) emanet ediyorum.
1. 4/Nîsa, 58
2. Müslim, 1825
3. Müslim, 1826
4. Buhari, 3730; Müslim, 2426
5. “Bilmeyenler: ‘Allah’ın bizimle konuşması ya da bize bir ayetin gelmesi gerekmez miydi?’ dediler. Onlardan öncekiler de benzer sözler söylediler. Kalpleri birbirine benzedi. Biz, yakinen inanan bir topluluk için ayetlerimizi açıklamışızdır.” (2/Bakara, 118)
6. 7/A’râf, 31
7. 17/İsrâ, 26-27
8. bk. Mufredatu’l Kur’an, s-r-f maddesi
9. bk. Mu’cem Mekayisu’l Luğa, s-r-f maddesi
10. 7/A’râf, 81
11. 17/İsrâ, 33
12. 39/Zümer, 53
13. 25/Furkân, 67
14. 40/Mü’min, 28
15. 25/Furkân, 67
16. 17/İsrâ, 26-27
17. 17/İsrâ, 26-27
18. ” ‘Onlardan gücünün yettiklerini sesinle kışkırt, atlı ve yaya (ordularınla) onlara saldır, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun.’ Şeytanın onlara vadettikleri aldatmadan başka bir şey değildir.” (17/İsrâ, 64)
19. 22/Hac, 18
20. Kavaidu’n Nuraniyye, s.46, Daru İbn Cevzi Baskısı
21. Buhari, 158
22. bk. Buhari, 1586; Müslim, 1333
23. Buhari, 128
24. Buhari, 129
25. bk. 7/A’râf, 155; 2/Bakara, 55
26. “İman yetmiş ya da altmış küsur şubedir. En üstünü, Allah’tan başka ilah olmadığını söylemektir. En düşüğü, yoldan eziyet verici şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buhari, 9; Müslim, 35)
27. Müslim, 91
İlk Yorumu Sen Yap