İnsan Aceleden Yaratılmıştır

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) her birinize af ve afiyet ihsan eylesin, bayramınız mübarek olsun. Allah (cc) Kurban Bayramı’nı idrak ettiğimiz gibi kurban ibadetinin hikmetini anlamayı ve yaşamayı kolaylaştırsın.

İnsanoğlunu iman ve ahlakta kemale ulaştırmayı vadeden vahiy[1] bir yönüyle insana kemal ahlakını, diğer yönüyle kemale engel ahlaki hasletleri tanıtır. Böylece insanın arınma ve olgunlaşma mücadelesinde ona yol gösterir, rehberlik eder. Kur’ân’ı ve onun beyanı olan sünneti okuyan insan, âdeta ruhuna ayna tutulmuş da kendi öz benliğini izliyor gibi hisseder:

“Andolsun ki size, içinde sizi anlatan/sizi şerefe ulaştıracak (öğütler barındıran) bir Kitap indirdik. Akletmez misiniz?”[2]

Ruhumuzu vahiy aynasına tuttuğumuzda gördüğümüz yansımalardan biri, insanın aceleci oluşudur:

“İnsan çok acelecidir.”[3]

“İnsan, aceleden yaratılmıştır.”[4]

Acelecilik insanın zaaflarındandır ve sabır, sekinet, hilm, vakar gibi Rabbani ilaçlarla tedavi edilmelidir. İnsanın olduğu her yerde bir acelecilik sorunu olsa da acelecilik en fazla modern insanın problemidir. İnsanlık tarihine baktığımızda şunu görürüz: Eski çağlarda günlük yaşam yavaş, insan hızlıydı. İnsanın tüm çabası hayatı biraz daha hızlandırmak; doğanın, toplumun ve tarihin ağır akışını insanın ritmine/hızına uydurmaktı. İnsanın ısrarlı çabası dua niyetine geçti ve yaşam olabildiğince hızlandı. Tekerleğin icadıyla başlayan hızlanma öyle boyutlara ulaştı ki Suleymân (as) kıssasında şahit olduğumuz zaman ve mekân sınırlarını zorlamaya başladı. Bugün insan yaşamın ritmine ayak uydurmakta zorlanıyor, bedenin ritmi ruh bariyerine çarpıyor ve bunalıma giriyor. Zira insan yaşamıyor, sadece bir şeylere yetişmeye çalışıyor. O kadar yoruluyor ki bu hızdan, nefesinin düzene girmesi için sakinleştiricilere ihtiyaç duyuyor. Hızın insan ruhu üzerindeki etkisini gören duyarlı toplumlar; hıza karşı örgütleniyor, daha yavaş bir yaşam için çabalıyorlar.[5] Ancak bu çaba, tespitlerini ve çözüm önerilerini vahiyden bağımsız üreten her çaba gibi akim kalıyor, çoğu zaman kaş yapayım derken göz çıkarıyor. Öyleyse insanın, hususen de modern insanın problemi olan “Acelecilik nedir, insana verdiği zararlar nelerdir ve insan bu zararlardan nasıl korunmalıdır?” sorularını Kur’ân ve Sünnete soracak, gözlem ve tecrübenin de yardımına başvurarak sorularımızı cevaplandıracağız. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

Acelecilik nedir?

“A-c-l” kökünden türeyen kelimenin iki kök anlamı vardır. İlki sürat/hız, ikincisi bazı hayvanlara -buzağıya icl denmesi gibi- verilen isimdir.[6] Kur’ân ıstılahında “zamanından önce bir şeyi elde etmek” anlamında kullanılır. (Acelecilik) şehvetin (insan güdü ve dürtülerinin) gereğidir.[7] İnsanı üç katmanda ele alabiliriz. Birinci katmanda insanın dürtüleri/arzuları, yani insanın ilkel ve hayvani yönü; ikinci katmanda insanın bilinci ve temyiz gücü, yani akli yönü; üçüncü katmanda ise iman, yani İlahi rehberlik vardır. Acelecilik insanın en alt düzeyinin, ilkel benliğinin yansımasıdır. Genel anlamda aceleciliğin kınanması da bundandır. Zira insan, aceleciliği oranında aklın ve İlahi rehberliğin yönlendirmesinden mahrum kalır.

Aceleciliğin Zararları

Kur’ân ve Sünnete göre aceleciliğin insana birçok zararı vardır. Bunları dört başlık altında zikredeceğiz.

1. Allah’ın Haklarında Acelecilik

Acelecilik bir kulluk afetidir. Kur’ân ve Sünnetin tezkiye metodu gözetilerek terbiye edilmezse kulluğa zarar verir.

“İnsan, aceleden yaratılmıştır. Ayetlerimi size göstereceğim, acele etmeyin! Derler ki: ‘Şayet doğru söylüyorsanız (bize) vadettiğiniz (azap) ne zaman? (Gelsin de görelim!)’ ”[8]

İnsan acelecidir; vadedilen şeyin bir ân önce olup bitmesini ister. Bu özelliği nedeniyledir ki ahireti inkâr eder. Zira ahirete iman, uzak vadede gerçekleşecek hazlar için şu ânın -meşru olmayan- hazlarından vazgeçmeyi gerektirir. Şayet insan aklı ve duyguları sabır, Allah’tan ummak ve O’na (cc) güvenmek gibi ahlaklarla donanmamışsa vadedilen gelecek için bugünün hazlarından feragat etmesi imkânsızdır. Vahiyden uzak aceleci insanlar ahireti inkâr ederken vahiy kültürüne sahip aceleci insanlar ise ahirete imanın gereklerini yerine getiremezler. Acelecilikleri ahirete imanın etkisini azaltır; meşru olmayan gündelik hazlar ahireti, hesabı ve mükâfatı unutturur.

“İnsan hayra dua ettiği gibi, (öfkelenip sıkıldığında beddua ederek) şerre de dua eder. İnsan çok acelecidir.”[9]

İnsan acelecidir; hoşlanmadığı bir şeyle karşılaştığında kendine, yakınlarına ve sahip olduklarına beddua eder, lanet okur. Oysa hayır da şer de Allah’tandır ve hayrın tüm anahtarları O’nun (cc) katındadır. Ancak acelecilik insanın gözüne ve kalbine perde indirir, yaşadığı şeyin bir imtihan olduğunu unutturur. Basit bir ailevi sorunda dahi, “Allah canımı alsa da kurtulsam!” dedirtiverir. Oysa o sıkıntı Yüce Allah’ın insana yolladığı bir mesaj, ona gösterdiği bir ayettir. O (cc), indirdiği ayetlerle insana rehberlik ettiği gibi yarattığı kaderle de insana rehberlik eder ve öğüt verir. Çoğu zaman sıkıntılar insanı arındırmak, olgunlaştırmak ve büyük işlere hazırlamak için gelir; insanın kapasitesini arttırır. İmtihanın getirdiği mesajı anlamayan insan, Yüce Allah’ın sınırlarını çiğner, şeriatın yasakladığı işler yapar.[10]

Câbir’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) ile Batnu Bevât Gazvesi’nde beraberdik. O sıra kendisi, Mecdiyye ibni Amr El-Cuhenî’yi takip ediyordu. Su taşıyan deveye bizden beş, altı veya yedi kişi nöbetleşe biniyordu. Derken Ensâr’dan bir adamın sırası kendisinin su taşıyan devesine döndü. Onu çöktürüp ona bindi. Sonra onu çöktüğü yerden kaldırınca bir süre durakladı, gitmek istemedi. Bunun üzerine deveye, ‘Deh, Allah’ın laneti üzerine olsun!’ dedi.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav), ‘Devesine lanet okuyan bu kişi kim?’ buyurdu. Adam, ‘Benim, ey Allah’ın Resûlü!’ deyince Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Ondan in! Lanetlenmiş birisiyle birlikteyken bizimle arkadaşlık etme. Kendinize beddua etmeyin, çocuky larınıza beddua etmeyin, mallarınıza beddua etmeyin. Böylelikle Allah’ın bir şeyin verilmesini istediği bir âna denk gelirsiniz de sizin duanız kabul olunmuş olur.’ ”[11]

Sehl ibni Sa’d’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi (sav) ile katıldığı gazvelerden birinde diğer Müslimlerden çok daha fazla azimle savaşan bir adam için Nebi (sav), ‘Cehennemlik bir adam görmek isteyen, bu adama baksın.’ buyurmuştu. Bunun üzerine Müslimlerden biri bu adamı izlemeye başladı. Adam müşriklere karşı büyük bir cesaretle savaşıyordu. Sonunda yaralandı ve hemen ölmek istedi. Kılıcının ucunu göğsüne batırdı, kılıç kürek kemiklerinin arasından çıktı. Onu izleyen kişi koşa koşa Nebi’nin (sav) yanına geldi ve ‘Şahitlik ederim ki sen, Allah’ın resûlüsün!’ dedi. Nebi (sav), ‘Bu ne demek?’ diye sordu. Adam şöyle dedi: ‘Sen falanca hakkında, ‘Cehennemlik bir adam görmek isteyen bu adama baksın.’ buyurmuştun. Oysa o kimse hepimizden çok daha azimliydi. Ben onun bu hâliyle ölmeyeceğini anlamıştım. Yaralanınca ölmek için acele etti ve kendisini öldürdü.’ Bunun üzerine Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘Kul, cehennem ehlinin amelini işler, ancak cennet ehlinden olur. Cennet ehlinin amelini işler, cehennemlik olur. Ameller son nefese göre değerlendirilir.’ ”[12]

Okuduğumuz hadislerde lanet/beddua ve intihar, birer acelecilik hasletidir. Birinci örnekte acelecilik, Nebi’nin (sav) yol arkadaşlığına; ikinci örnekte acelecilik, bir ömür yapılan iyiliğin mükâfatını almaya engel olmuştur. Acelecilik birinci örnekte yolun başında, ikinci örnekte yolun sonunda insanın ayağına dolanmıştır. Acelecilik kulluk yürüyüşünün afeti, yolun tuzağıdır. Ne zaman insanın başına iş açacağı meçhuldür.[13]

Fedâle ibni Ubeyd (ra) anlatıyor:

“Allah Resûlü (sav), kendisine salât ve selam getirmeden dua eden bir adamın duasını duydu ve ‘Bu adam acele etti.’ buyurdu. Sonra onu çağırıp şöyle buyurdu: ‘Sizden biri dua ettiğinde (duasına) Azîz ve Celîl olan Allah’a hamd ve övgüyle başlasın, sonra Nebi’sine salât getirsin, ondan sonra istediği duayı yapsın.’ ”[14]

Okuduğumuz Nebevi öğüt, dua edebine riayet ile insanın aceleciliği arasındaki olumsuz etkileşime ışık tutar. İnsan o kadar acelecidir ki Yüce Allah’ı hakkıyla övmeyi, Nebi’sine salât ve selam getirmeyi atlayıp bir ân önce talebini sıralamak ister. Duadan daha önemli bir şey varsa o da Allah’ı (cc) övmek, O’nu (cc) tazim etmek ve O’nu eksikliklerden tenzih etmektir. Zira bu hem dua hem Allah’a (cc) yakınlaştırıcı bir vesile hem de nefsi hastalıklarından arındıran bir ilaçtır.

Acelecilik genel anlamda bir kulluk afetidir. Kulun duasına zarar verdiği gibi Rabbine sunduğu ibadetlerin de çoğuna zarar verir. Cemaatle namaza yetişmek için dahi olsa acele eden insana zarar verdiği gibi.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Namaz için kamet getirildiğinde namaza aceleyle koşarak gelmeyin. Tam bir vakar ve sükûnet içinde yürüyerek gelin; yetişebildiğiniz kadarını kılın, yetişemediğiniz kısmı ise daha sonra tamamlayın.’ ”[15]

Namaza yetişeyim diye acele eden insan, namazın ruhu olan huşu ve sükûnetini zayi eder; hem kendinin hem de cemaatin dikkatini dağıtır. Bazen tabi olduğu imamı beklemeye sabredemez, aceleciliğiyle imamın önüne geçer. Arınmak ve yücelmek için girdiği namazdan kınanmış ve kirlenmiş olarak çıkar.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizden biriniz başını imamdan önce kaldırdığı takdirde başının Allah tarafından eşek başına döndürülmesinden veya şeklinin Allah tarafından eşek şekline sokulmasından korkmaz mı?”[16] [17]

2. Kul Hakkında Acelecilik

Acelecilik, insan ilişkilerine zarar verir. Bazen kul hakkına girmemize bazen de aceleci yargılarla bir ömür pişmanlık duyacağımız kararlar almamıza neden olur. Örneğin;

“Musa kavmine öfkeli ve üzgün bir hâlde döndüğü zaman: ‘Arkamdan ne kötü işler ettiniz. Rabbinizin emrinin bir an önce olmasını istediniz (öyle mi)?’ demişti. Levhaları fırlatmış ve kardeşinin başını (saçından) tutup kendisine çekmişti. (Harun:) ‘Ey anamın oğlu! (Sandığın gibi değil!) Bu topluluk beni zayıf buldular ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Bana, düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni zalimler topluluğuyla bir tutma.’ demişti. (Bunun üzerine) Musa demişti ki: ‘Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetine dâhil et. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.’ ”[18]

Mûsâ (as) Rabbiyle buluşmasından dönünce İsrailoğullarının putperestleştiğini gördü. Haklı olarak öfkelendi, onların sapkınlığına tepki gösterdi. Ancak İsrailoğullarını suçlamakla yetinmedi, Hârûn’u da (as) suçladı. Öfkeyle onun (as) saçını sakalını çekiştirdi, İsrailoğullarına engel olmamakla suçladı. Mûsâ (as) sabır ve teenniyle hareket etse Hârûn’un (as) onlara engel olmaya çalıştığını, ne ki İsrailoğullarının onu dinlemediğini ve dahası onu (as) katletmeye yeltendiğini görecekti. Gerçek anlaşılınca tevbeyle Rabbine yöneldi, O’ndan (cc) kendisini ve Hârûn’u (as) bağışlamasını istedi.

İnsan ilişkilerinde acelecilik, her zaman pişmanlığa neden olur. Aceleci insan sürekli başkalarından özür dilemek, helallik istemek mecburiyetinde kalır.

“Ey iman edenler! Fasık biri size bir haber getirdiğinde, onu (iyice araştırıp doğru olup olmadığını) açıklığa kavuşturun. Ta ki bilmeden bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmayasınız.”[19]

Okuduğumuz ayet şu olay üzerine inmiştir:

Hâris ibni Dırâr El-Huzâî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav) geldim. Beni İslam’a davet etti. İslam’a girdim ve onu ikrar ettim. Beni zekât vermeye de davet etti. Onu da ikrar ettim. Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben kavmime dönüyorum, onları İslam’a ve zekâtı vermeye davet edeceğim. Bana icabet edenlerin zekâtını toplayacağım. Siz de topladığım zekâtları getirsin diye şu şu vakitte bana bir elçi gönderirsiniz.’

Ne zaman ki Hâris kendisine icabet edenlerin zekâtını topladı ve Allah Resûlü’nün gönderilmesini istediği zamana erişti; elçi (sanki) ona gelmekten engellendi ve kendisine gelmedi. Hâris, Allah ve Resûl’ünün kendisine karşı öfkelenmiş olabileceklerini düşündü. Bunun üzerine kavminin önde gelenlerini çağırıp onlara şöyle dedi: ‘Allah Resûlü (sav) bana bir vakit tayin etmişti. Elçisini, yanımda bulunan zekât mallarını alması için gönderecekti. Allah Resûlü (sav) sözünden geri dönmez. Elçisinin gelmeme nedeninin ancak meydana gelen bir öfkeden ötürü olduğunu düşünüyorum. Kalkın, Allah Resûlü’ne (sav) gidelim!’

Allah Resûlü (sav), Velîd ibni Ukbe’yi Hâris’in topladığı zekât mallarını alsın diye göndermişti. Velîd yolun bir bölümüne gelinceye kadar yürümüş, (sonra) korkmuş ve geri dönmüştü. Daha sonra Allah Resûlü’ne gelip dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Hâris zekâtı almamı engelledi ve beni öldürmek istedi.’

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) Hâris’e bir elçi heyeti gönderdi. Hâris ve arkadaşları da (Allah Resûlü’ne gelmek için) yola çıkmışlardı. Elçi heyeti yola koyulup Medine’den ayrılacağı vakit Hâris onlarla karşılaştı.

Dediler ki: ‘Bu Hâris’tir.’

Hâris (yanlarına) gelince onlara, ‘Nereye gönderildiniz?’ dedi.

Heyet, ‘Sana gönderildik.’ dedi.

Hâris, ‘Niçin?’ deyince onlar, ‘Allah Resûlü (sav) Velîd ibni Ukbe’yi sana göndermişti. Zekât mallarını almasını engellediğini ve kendisini öldürmek istediğini söyledi.’ dediler.

Hâris, ‘Hayır, Muhammed’i (sav) hak ile gönderene yemin ederim ki kesinlikle onu ne gördüm ne de bana geldi.’ dedi.

Hâris, Allah Resûlü’nün yanına gelince Allah Resûlü (sav) ona, ‘Zekâttan (alınmasını) engelledin ve elçimi öldürmek istedin.’ dedi.

Hâris, ‘Seni hak ile gönderene yemin ederim ki onu ne gördüm ne de bana geldi. Ben sadece Allah Resûlü’nün elçisi bana gelmediği zaman yola çıktım. Allah ve Resûl’ünün (bana karşı) öfkelenmiş olabileceğinden korktum.’ dedi.

Bunun üzerine Hucurât Suresin’den, ‘Ey iman edenler! Fasık biri size bir haber getirdiğinde, onu (iyice araştırıp doğru olup olmadığını) açıklığa kavuşturun. Ta ki bilmeden bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmayasınız.’[20] ayetinden 8. ayetin sonuna kadar indirildi.”[21]

Bu da Allah Resûlü’nün (sav) hayatından bir örnek. Bir haber iyice araştırılıp açıklığa kavuşturulmadığı için neredeyse felaket yaşanacak, Allah’a ve Resûl’üne iman eden samimi bir topluluğa savaş açılacaktı. Yüce Allah bu olayı Kur’ân ayeti kılarak biz müminlere yol gösterdi: (Velid ibni Ukbe gibi) bizden biri dahi olsa getirdiği haber, bir başkasının veya toplumun hakkına girmeyi iktiza ediyorsa mutlaka araştırılmalı (tebeyyün), emin olduktan sonra hareket edilmelidir. Aksi hâlde insanların (Velid ibni Ukbe gibi) korkaklık, gevşeklik, hased veya kin sebebiyle yaydığı haberler, bizi kul hakkına sokacak ve amel defterimizi kirletecektir.

Yaşadığımız çağ bir enformasyon çağı, biz de ağ toplumuyuz. Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen bir haber, bağlı olduğumuz ağlar aracılığıyla ânında önümüze düşüyor. Bu haberlerle birilerini seviyor, birilerine buğzediyor, bazı olaylar karşısında tutum belirliyor; tüm bunlardan önemlisi de kendimiz için gündem belirliyoruz. Bilgiyi üretenlerin ve onu paylaşan ağların tebeyyün gibi bir sorumluluğu yoksa -ki yoktur- her birimiz dikkatli olmak ve vahyin emri olan tebeyyün ahlakını kimlik edinmek zorundayız. Aksi hâlde ânbeân kul hakkına girmek, kalbimizi hatalı sevgi ve buğzlarla kirletmek ve faydasız gündemlerle meşgul olmak gibi, her biri bir diğerinden tehlikeli kulluk afetlerinden kurtulamayız.

Acelecilik Toplumunda Çocuklar ve Yaşlılar[22]

Aceleci toplumlar yaşlıların ve çocukların hakkına giren toplumlardır. Şöyle ki; aceleci toplumlarda yaşlılar toplumu ağırlaştıran birer yük olarak görülür. Aceleci toplumlar için olgunluk, tecrübe ve hikmet anlamsız kavramlardır. Hâliyle aceleci toplum için yaşlılar anlamsız, üretmedikleri hâlde yer kaplayan birer gövdeden ibarettir. Onlar için yaşlılar, çözüm bulunması gereken sorundur. İslam toplumunda ise yaşlılar ak saçlı, bilge insanlardır. Onlara saygı ve merhamet, Yüce Allah’a yakınlaştırıcı vesilelerdendir.[23]

Aceleci toplumlarda çocuklar birer yarış atıdır. Dersler, kurslar, eğitimler… arasında çocuklar zayi olmaktadır. Çocukların tüm hayatı sınav maratonuna ayarlıdır. Ola ki bir çocuk fıtri ritmine uyarak sisteme direndi, hemen pedagoglar devreye girmektedir. “Sorun” itinayla tespit edilmekte, derslerin yoğunluğu yetmezmiş gibi çocuk bir de pedogojik arınma seanslarına maruz bırakılmaktadır. Oysa her çocuk, doğal ritmiyle dünyaya gelmekte; Yüce Allah’ın bahşettiği “şakile”[24] ile kimisi içe kimisi dışa dönük, kimisi hareketli kimisi de sakin olmaktadır. Sakin çocuğu hareketlendirmek veya hareketli çocuğu sakinleştirmek, Yüce Allah’ın bahşettiği “şakile”ye müdahale etmenin yanında çocuğun haklarını da ihlal etmektir. Ki, aceleci toplumlar birer ihlal toplumudur.

3. Aceleciliğin İnsan Şahsiyeti Üzerindeki Etkisi

Her birimize bahşedilen nefsin hem ten/beden hem de tin/ruh olarak üzerimizde hakkı vardır:

“Şüphesiz ki senin nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.”[25]

Bu haklardan biri de nefsin cehaletini ilimle, bencilliğini infakla/isarla/diğerkâmlıkla, nankörlüğünü şükürle, aceleciliğini sabırla arındırmak; nefsi, Allah (cc) ve insanlar nezdinde değerli kılacak hasletlerle süslemektir. Arınma ve olgunlaşma çabası, insana İslami şahsiyet kazandıracaktır. Acelecilik, insanın İslami bir şahsiyet kazanmasının, dolayısıyla hakkıyla arınıp olgunlaşmasının önünde engeldir. Örneğin;

Acelecilik insanın dinini öğrenmesine ve olgunlaşmasına, yani ilim ve hikmete engel olan bir kulluk afetidir. Bu nedenle Allah (cc), başta resûlleri olmak üzere insanların eğitim esnasında aceleci olmasını yasaklamıştır:

“Kur’ân’ın sana vahyedilişi bitmeden (onu ezberlemek için) acele etme! De ki: ‘Rabbim, benim ilmimi arttır.’”[26]

“Onu (anlama ve ezberlemeyi) çabuklaştırmak için, dilini onunla hareket ettirme. Şüphesiz ki onu (kalbinde) toplamak ve okutmak bizim işimizdir. Onu okuduğumuzda sen okunmasını takip et. Sonra kuşkusuz, onu açıklamak da bizim işimizdir.”[27]

Acele eden, öğrenemez. Öğrense bile özümseyemez. Özümsenmeyen bilgi, bir binaya rastgele atılmış harç ve tuğla gibidir. Harç ve tuğla binanın yapı malzemesidir. Bir düzen içinde yerleştirilmezlerse ortaya çıkan ürün bir ucube olur. Kulluk binasının yapı malzemesi de şer’i ilim ve vahyin öğretileridir. Bir düzen içinde alınan eğitim, insanı inşa eder. Acele edilmiş, her bilginin yerli yerine yerleşmediği eğitim ise tuğla ve harcın rastgele yığıldığı binaya benzer. Yani hiçbir şeye… Acelenin yasaklanmasının bir diğer nedeni de insanı hikmetten alıkoyması, olgunluğa engel olmasıdır.

Bunun delili her birimizin bildiği Mûsâ (as) ile Hızır’ın (as) yol arkadaşlığıdır.[28] Mûsâ (as) sabredemediği için yolculuk erken sonlanmış, Yüce Allah’ın takdirindeki birçok hikmeti öğrenmemize engel olmuştur. Allah Resûlü (sav) bu kıssayı anlatırken biraz da Mûsâ’ya (as) sitem ederek şöyle söylemiştir: “Allah, Mûsâ’ya rahmet etsin; isterdim ki (Hızır’ın yaptıklarına) sabretsin, o ikisinin (yolculuğundan) daha çok şey aktarsın bize.”[29]

Mûsâ’nın (as) sabredemeyişi, bizi birçok hikmetten mahrum bırakmıştır.

“Ey Nebi! Kadınlarına de ki: ‘Şayet dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, (size bir miktar dünyalık verip) sizleri faydalandırayım, (sonra da) güzellikle sizi serbest bırakayım/boşayayım.’ Yok eğer Allah’ı, Resûl’ünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız hiç şüphesiz Allah, sizlerden muhsinlere/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[30]

Âişe Annemiz (r.anha) bu ayetler hakkında Nebi’nin (sav) tavrını şöyle anlatır:

“Yüce Allah Nebi’ye (sav), ‘eşlerine dünya ve ahiret arasında seçimde bulunmalarını teklif etmeyi’ emrettiği sırada Nebi (sav) ilk olarak benim yanıma geldi ve bana, ‘Sana bir şey söyleyeceğim, ama acele etmene gerek yok. Hatta anne babanın görüşüne müracaat edebilirsin.’ dedi. Hâlbuki anne babamın ondan ayrılmama razı olmayacağını çok iyi biliyordu. Sonra, ‘Yüce Allah şöyle buyurdu:’ diyerek şu iki ayeti okudu: ‘Ey Nebi! Kadınlarına de ki: ‘Şayet dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, (size bir miktar dünyalık verip) sizleri faydalandırayım, (sonra da) güzellikle sizi serbest bırakayım/boşayayım. Yok eğer Allah’ı, Resûl’ünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız hiç şüphesiz Allah, sizlerden muhsinlere/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.’ ’[31]

Ben de ona, ‘Bunun neyini anne babama danışacağım ki! Elbette Allah’ı, Nebi’sini ve ahiret yurdunu istiyorum.’ dedim.”[32]

Allah Resûlü (sav) eşleriyle bir sorun yaşamış, onları iki seçenek arasında muhayyer bırakmıştır. Âişe Annemize (r.anha) “Ebeveyninle istişare edene kadar aceleyle karar verme.” tavsiyesinde bulunmuştur. Çünkü aceleyle alınan ânlık kararlar, çoğu zaman kişinin bütün hayatını olumsuz etkilemektedir. Okuduğumuz örnekten yola çıkarak söyleyecek olursak aceleyle alınan ânlık kararlar aile hayatını olumsuz etkilemektedir. Aile insanın kendisiyle sükûnete erdiği sığınak[33] ve dış dünyanın zararlarından korunduğu örtüdür.[34] İster yeni bir aile kurmak, ister var olan bir aileyi yıkmak olsun; aileye dair verilen her acele karar, insanın tüm yaşamını ve şahsiyetini olumsuz etkilemekte, ilaveten o ailede dünyaya gelen çocuklara da zarar vermektedir.

Hiç şüphesiz aile her zaman önemliydi. Nasıl olmasın ki? Yüce Allah ilk insanı aile olarak yaratmış, insanın yeryüzü hikâyesini/imtihanını aile olarak başlatmıştır. Günümüzde aile, bugüne kadar yapılan tanımlardan çok daha fazlasını ifade etmektedir. Zira aile, küresel tuğyanın hedefindedir. LGBTI’cileriyle, tüketim kültürüyle, medyasıyla, sözde bilimsel tespitleriyle… bir bütün olarak aileyi hedef almakta, bireyi aileden soyutlamaya çalışmaktadır. Aile kurumunu müdafaa etmek toplumsal bir mesele olmaktan çıkmış, itikadi bir zorunluluk hâlini almıştır. Böyle bir vasatta aile kurarken de bir aile kurumunu yıkarken de iyi düşünmek, teenniyle karar vermek gerekmektedir.

4. Aceleciliğin İslami Hareket Üzerindeki Etkisi

Yüce Allah’a hamdolsun, bizleri İslam’la şereflendirdiği gibi İslam dinine hizmet etmekle de şereflendirdi. İslam davasının bizim üstümüzdeki haklarından biri de sabırla hareket etmek, aceleden uzak durmaktır. Aceleyle hareket etmek, canımızdan aziz bildiğimiz bu davaya zarar verecektir. Örneğin;

Habbâb ibni Eret’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne, Kâbe’nin gölgesinde elbisesini yastık gibi yapmış dayanırken şikâyette bulunduk ve ona, ‘Bizim için yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah’a dua etmeyecek misin?’ dedik.

O (sav) şöyle buyurdu: ‘Sizden öncekilerden bir adam getirilir, yerde onun için bir çukur kazılır, o çukura konulurdu. Daha sonra testere getirilerek başının üzerine konulur, iki parçaya ayrılırdı. Bu dahi onu dininden çevirmezdi. Eti kemiğinden veya damarlarından demir taraklarla taranarak ayrılırdı. Bu dahi onu dininden geri çevirmezdi. Allah’a yemin ederim ki Allah bu işi tamamlayacaktır. Hatta atlı biri San’â’dan Hadramevt’e kadar yol alacak, Allah’tan başkasından ya da kurdun koyunlarına saldırmasından başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.’[35]

Sahabe Mekke’de sözlü ve fiilî ezaya maruz kalmış, baskılar nedeniyle bunalmıştır. Allah Resûlü’nün (sav) kendileri için dua etmesini, baskıları bitirecek zafer talebinde bulunmasını istemişlerdir. Nebi’nin (sav) cevabı gayet açıktır: “Fakat siz acele etmektesiniz!” Zira o (sav), Allah’ın elçisidir ve O’nu (cc) en iyi tanıyandır (sav). İstese Allah’a (cc) dua edebilir, O’ndan yardım isteyebilirdi; ancak o (sav) biliyordu ki bu yol, tabiatı gereği zordur. Yolun zorlukları müminleri arındırmak ve olgunlaştırmak içindir. Her şeyin bir zamanı olduğu gibi zafer ve yardımın da bir zamanı vardır. Nefisler zaferi taşıyacak olgunluğa ulaşmadan gelecek zafer bir nimet değil, musibet olacaktır. Tarih şahittir ki zafer birçok toplum için yıkıma dönüşmüştür.

Mümini acelecilikten koruyacak olan; sorumluluklara odaklanıp sonuçlardan, sefere odaklanıp zaferden sarf-ı nazar etmektir. İnsan bir defa gözünü sonuçlara dikti mi o sonuca ulaşmak için her yolu mübah görür. Bir zaman sonra kulluk sorumluluğunu unutur, tek sorumluluğunun sonuca ulaşmak olduğunu düşünür. Oysa insan sorumluluklarını bihakkın yerine getirdiğinde Yüce Allah onun çabasını zayi etmeyecek, hikmetiyle her şeyi yerli yerine koyacaktır. Sonuca odaklanmak ise yalnızca insanı sorumlululuğundan mahrum edecek, sonuca da hiçbir etkisi olmayacaktır.

Âişe Annemiz (r.anha) şu tavsiyede bulunur:

“(Osmân meselesinde) unutulup giden biri olmak isterdim. Osmân’ın başına gelmesini istediğim ne varsa benim de başıma geldi. Öyle ki onun ölümünü isteseydim (zannımca) ben de ölürdüm/öldürülürdüm. Ey Ubeydullah ibni Adiyy! Bildiğinden (kesin emin olduğundan) sonrası seni aldatmasın. Osmân’ı eleştiren grup çıkana kadar ben, Allah Resûlü’nün (sav) ashabının amelini küçümsememiştim. Bu grup öyle sözler etti ki bir söz ancak o kadar güzel söylenir. Öyle güzel (Kur’ân) okudu ki ancak o kadar güzel okunur. Öyle güzel namaz kıldılar ki ancak o kadar güzel namaz kılınır… Sonra yapılanı (fitneyi) görünce onların, Nebi’nin (sav) ashabına yaklaşamayacağını anladım. Birinin sözü hoşuna giderse Tevbe Suresi’nin 105. ayetinin ilk cümlesini oku: ‘De ki: ‘Amel yapın! Allah, Resûl’ü ve müminler yaptıklarınızı görecektir…’ ’ Kimsenin (ameli/sözü) seni gevşekliğe sevk etmesin.”[36]

Âişe Annemiz (r.anha) Haricilerin ilk nüvesi olan “kurra” takımını görünce onların ameline aldanmıştır. Onların “çok” amellerini sözlerinin/eleştirilerinin de haklı olduğuna delil saymış, onlardan övgüyle söz etmiştir. Zamanla bu insanlar önce Osmân’ı (ra) şehit etmiş, sonra Alî’ye (ra) karşı ayaklanmış, ardından İslam toplumuna topyekûn savaş ilan etmişlerdir. Âişe Annemiz sonuçları görünce yanıldığını anlamış ve hatasını itiraf etmiştir. Âişe Annemizi yanıltan topluluğun ameli çoktur, ancak sürekli değildir. Çoktur, ancak arındırıcı değildir. Çoktur, evet, ancak sahibine olgunluk/hikmet katmamaktadır. Hatta o amelin sahipleri amellerinin çokluğuyla aldanmış, kendileri dışında herkesi -buna sahabe de dâhildir- küçük görmüşlerdir. İşte bu kibirle bütün toplumu karşılarına almış, müminlerin kanını dökmeyi helal görmüşlerdir.

Bir topluluğu değerlendirirken başlangıçlara aldanmamak gerekir. Her yeni başlangıcın kendine özgü bir heyecanı vardır ve bu heyecan o topluluk için itici güç görevi görmektedir. Ne ki bu doğal heyecanın uzun soluklu olup olmayacağı, yapıcı mı yoksa yıkıcı mı bir güce dönüşeceği zamanla anlaşılacaktır. Kaldı ki sahabe, Yüce Allah’ın seçip razı olduğu ve sonradan gelenlere örnek gösterdiği bir toplumdur. Herhangi bir topluluğun ameli onlarınkinden farklıysa -bu farklılığın kemiyet ve keyfiyetine bakmaksızın- o amelin sorunlu olduğuna hükmetmek gerekir. İhtiyacımız olan, saman alevi gibi parlayan ânlık çıkışlar değildir. İhtiyacımız olan; vakur, istikrarlı ve yapıcı amellerdir. Amellere yönelik aceleci değerlendirmeler, Sahabe Dönemi’nde olduğu gibi toplumsal felaketle sonuçlanabilir.

Bedir Günü’nde esirler arasında Suheyl ibni Amr vardır. Suheyl, Mekke’nin hatiplerindendir ve insanları Allah Resûlü’ne (sav) karşı kışkırtmaktadır. Ömer (ra), Allah Resûlü’ne (sav), “Bırak, şunun dişlerini sökeyim, sökeyim ki bir daha senin aleyhine konuşmasın!”[37] demiştir. Allah Resûlü (sav), Ömer’in (ra) bu talebini iki gerekçeyle reddetmiştir:

Bu, musledir/işkencedir. Korkarım ki (insanlara işkence yaptığım için) Allah da bana işkence yapar.[38]

Bir gün Suheyl herkesin razı olduğu bir konumda (Müslimlerin lehine) konuşmalar yapabilir.[39]

Gerçekten de Suheyl Mekke’nin Fethi’nde iman edecek ve İslam’ın hatiplerinden birine dönüşecektir. İrtidat hadiseleri baş gösterdiğinde Suheyl ibni Amr (ra) o meşhur hutbesini irad etmiş, Mekke halkının İslam üzere sebat etmesine vesile olmuştur:

“Ey Mekke ehli! Müslimlerin sonuncusu ve mürtedlerin ilki olmayın. Allah (cc) bu işi tıpkı Allah Resûlü’nün (sav) haber verdiği gibi tamamlayacaktır. Yemin olsun ki ben Nebi’yi şu ân bulunduğum bu yerde, ayakta ve tek başınayken gördüm ve o şöyle diyordu: ‘Benimle birlikte ‘Lailaheillallah’ deyin ki Araplar sizin dininize girsin, Acemler size cizye versin. Siz elbette Allah yolunda Kisrâ ve Acemlerin hazinelerini harcayacaksınız.’ Sizlerden bazıları o gün doğruluyor, bazıları ise alaya alıyordu. Fakat iş gördüğünüz gibi (onun dediği gibi) oldu. Geri kalan vaadleri de gerçekleşecektir.”[40]

Ömer (ra) öfkeyle hareket edip Suheyl’i cezalandırmak istedi. Allah Resûlü (sav) ise acele etmedi, onu kazanmayı ve hatipliğini İslam için kullanmayı umdu. Onun (sav) ifadesiyle “Mekke’nin ciğerparelerini” öyle bir kazandı ki her birinin İslam aleyhine kullandığı yeteneğini İslam için seferber etti.

Acelecilikten Korunmanın Yolları

Yazı içinde aceleciliğin zararlarına dair örnekler verdik. Yine yer yer acelecilikten nasıl korunacağımıza temas ettik. Bunları derleyecek olursak maddeleri şöyle sıralayabiliriz:

a. Aklı Yetkinleştirmek, Bilinçli Davranmak

Râğıp El-İsfahânî’nin belirttiği gibi acelecilik insan şehvetinin/dürtülerinin gereğidir. Acelecilik insan nefsine ilham edilmiş fücurun, insanın ilkel yönünün yansımasıdır. İnsan dürtülerini kontrol etmenin iki yolu vardır. İlki aklı yetkinleştirmek, şeylere karşı bilinçli olmaktır. İkincisi ise -bu maddeden sonra anlatacağımız üzere- şeriata tabi olmak, bilinç/farkındalık sahibi aklı şeriatla aydınlatmaktır. Aklı yetkinleştirmek; akışın dışına çıkabilmek, şeyleri sorgulamak, süreçlerin bizi sürüklemesine müsaade etmemektir. Karşılaştığımız şeylerin faydasını zararından ayırt etmek, yaşamdan veya kitaplardan edindiğimiz tecrübelere arz etmek, belli bi süre düşündükten sonra bir karara varmaktır. Aklın yetkinleşmediği yerde duygular ve dürtüler aktiftir. Yani insanın fücur yönü, hamurundaki çamur aktiftir. Duygular ve dürtüler manipüle edilmeye, aldatılmaya açıktır.

b. Sükûnet ve Teenni Sahibi Olmaya Çalışmak

“Ey insanlar öğrenin! Çünkü ilim, ilim sahibi olmaya çabalamakla, fıkıh da fıkıh sahibi olmaya çabalamakla mümkündür.”[41]

Okuduğumuz Nebevi öğüt, İslam eğitim metodunun önemli ilkelerinden birini ihtiva eder. Buna göre bir şeyi elde etmenin yolu, onun için çabalamak ve emek harcamaktan geçer. Zira her çaba bir niyazdır ve kul, çabasıyla şunu demiş olmaktadır: “Rabbim! Senin razı olduğun şu hasleti elde etmek, seni razı etmek istiyorum.” Yüce Allah’ın biz kullarına en büyük merhameti; bizlere amellerimizdeki kusur ve eksiklerle değil, O’nu (cc) razı etme niyet ve çabamızla muamele etmesidir. Yoksa, hangi amel/çaba O’nun şanına layık olabilir ki?

Sükûnet ve teenniyle hareket etme çabası, insanın öz benliğine karşı direnmesidir. Karşılaştığı olaylar karşısında nefsine nasihat edebilmesi; sükûnetin Allah’tan, aceleciliğin ise şeytan ve nefisten olduğunu hatırlatabilmesidir. Elbette bu direnç ve hatırlatma benim yazdığım sizin de okuduğunuz kadar kolay değildir. Zaten güzel ahlak için harcanan çabanın bu denli değerli olması,[42] zorluğundandır. İnsanın kendi nefsinin dürtü ve arzularına karşı direnmesi, akıntıya karşı yüzmek gibidir. Zordur, evet, ancak kesin olan bir şey varsa o da akıbetinin esenlik olmasıdır. Çünkü insan meleke kazanabilen bir varlıktır. Bir şeyi sıkça tekrarladığında o şey onda meleke hâlini alır. Bir meseleyle karşılaştığında zorlanmadan, tabii olarak o ahlakın gereğiyle amel eder. Bu da kulun güzel ahlak sahibi olma çabasına verilen dünyevi mükâfattır.

Bugün insî ve cinnî şeytanlar bilinçli olarak hayatı hızlandırıyorlar. Zira hızlanan insanın aklını kullanamadığını ve hazlarının esiri olduğunu biliyorlar. İnsanın Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden ayetlerini görmesini, görse bile anlamasını istemiyor; fıtratın çığlığı olan “Niçin yaratıldık?” ve “Evet, sen bizim Rabbimizsin!”[43] sadasını boğmaya çalışıyorlar. Tüm bu sayılanların anlaşılması için durmaya, düşünmeye, gidişatın muhasebesini yapmaya ihtiyaç var. İşte tam da bunun için, o muhasebe olmasın diye hayat hızlandıkça hızlanıyor. Peki, bu muhasebenin olmasını neden istemiyorlar? Çünkü insan fıtri olarak kuldur, onu Allah’a kulluk etmekten engellerseniz var olan en güçlü şahsa/sisteme kulluk edecektir. Bir diğer neden, yaşadığımız Kapitalist cahiliyenin tabiatıdır. Kapitalizm demek tüketim demektir. Tüketim için düşünmeyen, hazlarının peşinden sürüklenen, her albenili ürüne alıcı olan insan lazımdır. Sözün özü dürtüleriyle hareket eden aceleci insan…

Madem modern cahilî düzen hayatı bilinçli olarak hızlandırıyor, öyleyse bizler de bilinçli olarak yavaşlayacağız. Hem İslam bizden bu ahlakı istediği için hem de cahiliyeye karşı direnmek için… Unutmayacağız: Her şeyin bir doğası, Yüce Allah’ın ona vahyettiği bir tabiatı vardır.[44] Ancak o tabiata uygun davranırsak o şeyi elde edebiliriz. Örneğin, ilim talep etmek vaciptir. Bize ilim aktaran kitapları hızlı hızlı okuyarak birçok meseleden haberdar olabiliriz; ancak, asla o meseleleri öğrenmiş olmayız. Yine ilim aktaran video kayıtları hızlandırarak bir gün içinde yüzlerce konuya vâkıf olabiliriz; ancak, asla o meselelerin derinliğine nüfuz edemeyiz. İslam bizden malumatfuruş, çok bilmiş, lafazan olmamızı istemez. Bizden dinde tefakkuh etmemizi, derin derin düşünmemizi, hikmet ve basiret sahibi olmamızı ister. Her meseleden biraz bilmek yerine bir meselede derin bilgiye sahip olmamızı talep eder. Bu da ancak yavaşlamak, dış sesleri kısmak, yoğunlaşmakla mümkündür.

Sekinete Dair Hatırlatma

Kur’ân’dan öğrendiğimiz kadarıyla sekinet, Yüce Allah’ın ordularından bir ordudur. Müminlerin zor zamanında göklerden iner; onların kalbini yatıştırır, ayaklarını sabit kılar. Böylece müminler dürtülerle, duygusallıkla ve cahiliye fanatikliğiyle hareket etmezler. En zorlu imtihanlar karşısında dahi asalet, vakar ve ağırbaşlılıklarını korurlar:

“Siz ona (Resûl’e) yardım etmezseniz, muhakkak Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler iki kişiden biri olarak onu (Mekke’den) çıkarmışlardı ve ikisi mağaradayken arkadaşına (Ebu Bekir’e): ‘Üzülme! Allah bizimle beraberdir.’ demişti. Allah onun üzerine (güven veren ve kalbini yatıştıran) sekinetini indirmiş, görmediğiniz ordularla onu desteklemiş ve kâfirlerin sözünü (şirke davetlerini) en alçak kılmıştı. Allah’ın sözü (tevhid daveti) ise en yüce olandır. Allah (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.[45]

“İmanlarına iman katsınlar diye, müminlerin kalbine sekineti indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, (her şeyi bilen) Alîm, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.”[46]

“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, Allah müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerinde olan (samimiyeti) bilmiş, üzerlerine sekinet indirmiş ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır. Ve alacakları birçok ganimeti de (mükâfat olarak vermiştir). Allah (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.”[47]

“Hani o kâfirler, kalplerine asabiyeti, cahiliye asabiyetini koymuştu. Allah da, Resûl’ünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirmiş ve onları takva kelimesi (olan Lailaheillallah’a) bağlı kılmıştı. (İşin aslı) onlar da buna layık ve ehil kimselerdi. Allah, her şeyi bilendir.”[48]

Ayetler dikkatle okunduğunda sekinetin geçtiği yerlerde Yüce Allah’ın üç ismine, bir de sıfatına vurgu yapılır: El-Azîz, El-Hakîm, El-Alîm ve O’nun yardım etme sıfatı. Acelecilikten muzdarip olanlarımız Allah’ın (cc) bu isimlerini ve yardım etme sıfatını vesile edinerek O’ndan (cc) sekinet istemelidir.

c. Namazda Devamlılık

“Şüphesiz ki insan, helu’ (sabırsız/aceleci, bencil) olarak yaratılmıştır. Ona bir şer dokundu mu (sabredip ecrini Allah’tan beklemez), vaveylayı koparır. Ona bir hayır dokundu mu cimrilik edip (başkalarıyla paylaşmaz). Ancak namaz kılanlar hariç. Onlar ki; namazlarında süreklilerdir.”[49]

İnsanın helu’ bir yapısı vardır. Helu’ olması hasebiyle sabırsız, aceleci ve bencildir. İnsanın bu yönünü tedavi edecek arındırıcılarından biri de namazda süreklilik ve namazları aksatmadan ifa etmektir. Burada hatırlamamız gereken şudur: Kur’ân ve Sünnet ıstılahında iki ayrı namaz vardır. İlki; ikame edilen,[50] huşu içinde kılınan,[51] korunan ve hakkı verilen namazdır.[52] İkincisi ise aceleyle, huşudan uzak, zihin ve kalbin başka şeylerle meşgul olduğu, rükûsundan ve secdesinden çalınan… namazdır.[53] İnsanı tedavi eden namaz birincisidir. Bu namazdır ki insana Allah’ı (cc) hatırlatır, onu fahşa ve münkerden alıkoyar. Namazın bu arındırıcı ve olgunlaştırıcı etkisi nedeniyle şeytan en çok kulun namazıyla uğraşır, onun zihnini ve kalbini meşgul ederek namazını talan eder. Buna mukabil kulun namazını koruma çabası, hakikatte kulluğunu koruma çabasıdır.

d. Tebeyyün Ahlakını Kazanmak

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman (emin olmak için) meseleleri açıklığa kavuşturun. Size selam veren kimseye, dünya hayatının malını isteyerek: ‘Sen mümin değilsin.’ demeyin. (Oysa) Allah’ın yanında çok fazla ganimet vardır. Siz de bundan önce böyleydiniz. Allah size (hidayet edip küfürden kurtararak) iyilikte bulundu. (Emin olmak için) meseleleri açıklığa kavuşturun. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[54]

“Ey iman edenler! Fasık biri size bir haber getirdiğinde, onu (iyice araştırıp doğru olup olmadığını) açıklığa kavuşturun. Ta ki bilmeden bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmayasınız.”[55]

Tebeyyün, Kur’ân’ın emrettiği ahlaklardandır. Beyan kökünden türeyen kelime, bir şeyi açıklığa kavuşturmak, onun doğruluğundan emin olmak, bir haberi tahkik etmek ve tüm bunlar için bir çaba içinde olmaktır. Her meselede sekinet ve teenniyi emreden İslam, bir başkasıyla ilgili meselelerde bu öğretinin altını çizer ve bu çabayı tebeyyün kelimesiyle kavramlaştırır. Zira bir başkasını ilgilendiren her haber/olay, bizi bir düşünceye, tutuma veya eyleme sevk eder. Bu da bilinçsizce bir başkasına zarar verme, dolayısıyla kul hakkına girme tehlikesi barındırır. Yazı içinde temas ettiğimiz gibi tebeyyün ahlakı; kişinin değerini, onurunu ve şahsiyetini koruması için de elzemdir. İzahtan varestedir ki her duyduğuyla harekete geçen insan için bir şahsiyetten söz edilemez. Taş yerinde ağırdır, bir şahsiyete ağırlık/değer kazandıran da teennidir/ağırbaşlılıktır.

Tebeyyün ahlakını kazanmanın yolu; kendi hayatımız, çevremiz ve tarihte aceleciliğin sebep olduğu zararları araştırmak, gerekli dersleri çıkarmaktır. Bir hasletin zararları somutlaştıkça insanın onu idrak etmesi kolaylaşır. Ayrıca aceleciliğin zıddı olan unat/teenni ahlakını Allah’ın (cc) sevdiğini ve bu sıfata sahip kullarını Resûl’ünün (sav) diliyle övdüğünü hatırlamak gerekir:

“Ey Eşec! Sende iki haslet vardır ki Allah ve Resûl’ü onları sever: Hilm ve unat (ağırbaşlılık)!”[56]

Abdullah ibni Sercis El-Muzenî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Davranış güzelliği ve ağırbaşlı/ölçülü olmak, nübüvvetin yirmi dörtte biridir.”[57]

e. Allah’ı ve Ahireti Ummak (Ölümle Barışmak)

“De ki: ‘O, kendisinden kaçtığınız ölüm, hiç şüphesiz sizi bulacaktır. Sonra, gayb ve şehadet (âleminin) bilgisine sahip olan (Allah’a) döndürüleceksiniz ve yaptıklarınızı size haber verecektir.’ ”[58]

İnsanın aceleci olmasının ardında yatan sebeplerden biri de ölüm korkusudur. Bugün insanı inceleyen tüm disiplinler -inançlı olsun veya olmasın- insanın en köklü güdüsünün yaşamak, en köklü korkusunun da ölmek olduğunu tespit etmiştir. Kur’ân da insanın bu korkusunu “ölümden kaçmak/ölümden firar etmek” olarak isimlendirmiştir. Adını koymamış olsa bile insan, bir şeyden kaçıyormuş veya bir yere yetişmek istiyormuş gibi nefes nefese yaşamaktadır. İslam, insanın bu kaçışına bir isim koymuş ve ona istikamet kazandırmıştır. Ölümden kaçmak yerine Allah’a (cc) kaçış kavramını ikame etmiş; ölümün bir son değil, başlangıç olduğunu insana öğretmiş ve Allah’ı ve ahireti umma şuurunu kazandırmıştır:

“O hâlde (sizi Allah’tan alıkoyan put, dünya sevgisi, aile, toplum baskısı gibi her türlü prangadan kurtulup) Allah’a kaçın. Hiç şüphesiz ki ben, size O’nun tarafından (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcıyım.”[59]

“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûl’ünde güzel bir örneklik vardır.”[60]

İnsan ölümden kaçışı Allah’a (cc) kaçışla, ölüm korkusunu ise Allah’ı ve ahireti ummakla değiştirdiğinde onu hızlandıran endişe, kaygı ve korkularından kurtulur. Sebep ortadan kalkınca sonuç da ortadan kalkar.

Allah (cc) bizleri sekinet nimetiyle ve teenni ahlakıyla süslediği kullarından eylesin. Bizi öz nefsimizin şerrinden, acelecilikten korusun. Bayramınız mübarek olsun.


[1] “Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru olana iletir ve salih amel işleyen müminleri, onlara büyük bir ecir olduğu (gerçeğiyle) müjdeler.” (17/İsrâ, 9)

[2] 21/Enbiyâ, 10

[3] bk. 17/İsrâ, 11

[4] bk. 21/Enbiyâ, 37

[5] bk. Küreselleşme Karşıtı Bir Hareket: Yavaş Hareketi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Dergisi, C 5, s. 4; Yavaş Hareketi: Çevreden Kültüre Hayatın Her Alanında Küreselleşmeye Başkaldırı, İnönü Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi (İNİF E-Dergi), C 1, S 2, s. 38-49

[6] bk. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 4/237-239, a-c-l maddesi

[7] bk. El-Mufredât, s. 548, a-c-l maddesi

[8] 21/Enbiyâ, 37-38

[9] 17/İsrâ, 11

[10] bk. Mevsûatu Nadreti’n Neîm, 10/4949-4952

[11] Müslim, 3009

[12] Buhari, 6607; Müslim, 112

[13] Yukarıda okuduğumuz maddenin iki istisnası vardır: İlki, insanın dininden ötürü fitneye düşmesi ve bu sebeple Yüce Allah’tan ölüm istemesidir. Meryem Annemizin evlilik dışı gebe kalması ve üzüntüsünden dolayı şöyle demesi gibi:

           “Doğum sancıları onu bir hurma ağacına yaslanmaya zorlamış ve ‘Keşke!’ demişti, ‘Bundan önce ölseydim de tamamen unutulup gitseydim.’ ” (19/Meryem, 23) (Geniş bilgi için bk. Vahyin Rehberliğinde Yûsuf Suresi Tefsiri, s. 411)

           İkincisi, zulme uğrayanın zalimine beddua etmesi, lanet okuması ve kötü söz söylemesidir:

           “Allah, kötü sözün açıktan söylenmesinden hoşlanmaz. Zulme uğrayan müstesna. Allah (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir.” (4/Nisâ, 148)

           Hufâf ibni Îmâ’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Allah Resûlü (sav) rükûya gitti, arkasından başını kaldırdı ve ‘Ğıfâr Kabilesi’ni Allah bağışlasın, Eslem Kabilesi’ne de selamet versin, Usayy Kabilesi Allah ve Resûl’üne karşı geldi. Allah’ım, Lihyânoğullarına lanet et, Rı’l ve Zekvân Kabilelerine de lanet et.’ diye dua etti. Bunun arkasından secdeye gitti. Kâfirlere lanet etmek, işte bu uygulamadan alınmıştır.” (Müslim, 679)

[14] Ebu Davud, 1481; Tirmizi, 3476

[15] Buhari, 908; Müslim, 602

[16] Buhari, 691; Müslim, 427

[17] Başın eşek başına çevrilmesi hakkında âlimlerimiz iki farklı yorum yapmışlardır:

           Bazı âlimler hadisi zahiri üzere almış ve imamın önüne geçmenin cezası mesh, yani suretin değiştirilmesidir, demişlerdir. (bk. Fethu’l Bârî, 691 No.lu hadis şerhi)

           Şu âna kadar bunun gerçekleşmemiş olmasını şöyle açıklamışlardır: “Hadis cezayı zikretmiş, bu cezanın ne zaman vuku bulacağını zikretmemiştir. Birçok hadiste kıyamet öncesinde bazı insanların domuz ve maymunlara çevrileceği haber verilmiştir.”

           Âişe Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “ ‘Bu ümmetin kıyamete yakın zamanlarında topluca yere batma, kılık değiştirilme ve patlamalar meydana gelecektir.’

           Ben ‘Ey Allah’ın Resûlü! Aramızda salih insanlar olduğu hâlde yine helak olur gider miyiz?’ dedim.

           Resûlullah (sav), ‘Evet, çirkin durumlar ortaya çıktığı vakit.’ buyurdu.” (Tirmizi, 2185)

           Yine derler ki: “Nadiren de olsa bazı insanların başının eşek başına dönüştüğü nakledilmiştir.” (Tuhfetu’l Ehvezî, 582 No.lu hadis şerhi)

           Bir grup âlim ise hadisteki tehdidi mecazi olarak kabul etmiş, eşeğin aptallıktan kinaye olduğunu söylemişlerdir. Namazda imamın önüne geçen, aptallara özgü bir davranışta bulunmuştur. Zira imam kendine uyulsun diye imam kılınmıştır. Bu davranışa mukabil, amelinin cinsinden ceza verilerek aptallığı arttırılmıştır.

           Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Namazda imamın önüne geçenin perçemi/kontrolü şeytanın elindedir.” (Muvatta, 245)

           Eşeğin aklı yoktur ve kontrolü sahibinin elindedir. Namazda imamın önüne geçen, kontrolünü şeytanın eline vermiştir. Bu yönüyle de eşeğe benzemektedir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

           Namazda acele eden ve acelesi sebebiyle namazın önüne geçen, ne yaparsa yapsın imamdan önce namazdan çıkamayacaktır. Bu yönüyle de aceleci, aptal durumuna düşmektedir. Allah (cc) en doğrusunu bilir. (bk. Fıkhu’l Hadis – Sünnet İlmihâli, 2/382, 171 No.lu dipnot)

[18] 7/A’râf, 150-151

[19] 49/Hucurât, 6

[20] 49/Hucurât, 6

[21] Ahmed, 18459

[22] bk. Yavaşla, Kemal Sayar, s. 25, 40

[23] Abdullah ibni Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin hak ettikleri kıymetini bilmeyenler bizden değillerdir.” (Ebu Davud, 4943; Tirmizi, 1920)

[24] “De ki: ‘Herkes tıynetine/mizacına/meşrebine uygun hareket eder. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.’ ” (17/İsrâ, 84)

[25] Buhari, 1968

[26] bk. 20/Tâhâ, 114

[27] 75/Kıyâmet, 16-19

[28] bk. 18/Kehf, 66-82

[29] Buhari, 122; Müslim, 2380

[30] 33/Ahzâb, 28-29

[31] 33/Ahzâb, 28-29

[32] Buhari, 4785; Müslim, 1475

[33] “Kendilerinde sükûnet bulup (huzura kavuşasınız diye) sizin için nefislerinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” (30/Rûm, 21)

[34] “Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtüsünüz.” (bk. 2/Bakara, 187)

[35] Buhari, 3612

[36] Fethu’l Bârî, Kitâbu’t Tevhîd, 13/505, 46. Bab başlığı şerhi

[37] El-Mustedrek, 5228

[38] bk. Târîhu’t Taberî, 2/465; El-Bidâye ve’n Nihâye, 5/202

[39] bk. age.

[40] El-Kâmilu fi’t Târîh, İbnu’l Esîr, 2/324-325

[41] Fethu’l Bârî, 1/161, Kitâbu’l İlm, 10. Bab

[42] Ebu’d Derdâ’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Kıyamet Günü’nde terazide güzel ahlaktan daha ağır basacak bir şey yoktur.” (Ebu Davud, 4799)

           Âişe Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Mümin kimse güzel ahlakı sebebiyle gündüzleri oruçla, geceleri namazla geçiren kimselerin derecesine ulaşır.” (Ebu Davud, 4798)

           Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Allah Resûlü’ne (sav), insanların cennete girmesine en çok vesile olan amelin hangisi olduğu soruldu. Allah Resûlü (sav), ‘Allah’a karşı takvalı olmak ve güzel ahlaktır.’ buyurdu.

           İnsanların cehenneme girmesine en çok vesile olan amelin hangisi olduğu soruldu. Allah Resûlü (sav), ‘Dil ve ferc/şehvet.’ buyurdu.” (Tirmizi, 2004; İbni Mace, 4246)

           Câbir’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

           “Kıyamet Günü’nde bana en sevimliniz ve meclis olarak en yakın olanınız ahlakı en güzel olanınızdır. Bana en sevimsiz ve meclis olarak en uzak olanınız ise geveze, ağzı bozuk ve kibirli olanlarınızdır.” (Tirmizi, 2018)

[43] bk. 7/A’râf, 172-173

[44] “ ‘Rabbimiz, her şeye hilkatini (cinsine en uygun olanı) veren ve sonra da yol gösterendir.’ demişti.” (20/Tâhâ, 50)

[45] 9/Tevbe, 40

[46] 48/Fetih, 4

[47] 48/Fetih, 18-19

[48] 48/Fetih, 26

[49] 70/Meâric, 19-23

[50] bk. Fıkhu’l Hadis – Sünnet İlmihâli, 1/418; İçeriğe ulaşmak için sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutabilirsiniz.

[51] bk. age, 1/440; İçeriğe ulaşmak için sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutabilirsiniz.

[52] bk. age, 1/444; İçeriğe ulaşmak için sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutabilirsiniz.

[53] İslamın yasakladığı namaz için bk. age, 1/445; İçeriğe ulaşmak için sayfanın aşağısında yer alan karekodu okutabilirsiniz.

[54] 4/Nisâ, 94

[55] 49/Hucurât, 6

[56] Müslim, 18

[57] Tirmizi, 2010

[58] 62/Cuma, 8

[59] 51/Zâriyât, 50

[60] 33/Ahzâb, 21

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver