İki Seçenek

 

İki ayrı dünya yaşanıyordu evde de medresede de… Mehlika dilediği, özendiği hayatı yaşamakta ısrarlıydı. Annesi ise buna tamamen karşıydı. Hiçbir sonuç vermemişti kısıtlamalar, ikazlar hatta eve kapatmalar. Mehlika hepten hırçınlaşmıştı. Ne yapıp edip evden çıkmanın yolunu hep buluyordu.

 

Evden ve annesinden nefret ediyordu. Dışarı çıkar çıkmaz yüzünün şekli değişiyor, asık suratına renk ve neşe geliyor, sanki ruhu vücuduna geri dönüyordu. Baskıdan kurtulmanın rahatlığı tüm zerrelerinde hissediliyordu. Yine bir gün hır gür çıkararak çıkıp gitti evden… Ve bu Mehlika’nın son çıkışıydı.

 

İçini çekti derin derin… Toprak kokusunu soludu… Başını çardağın masasına koydu ve hayal dünyasına geri döndü…

 

Bir eve gitmişlerdi. Büyük ve lüks bir evdi. Ayakkabılardan içerisinin bayağı kalabalık olduğu anlaşılıyordu. Müzik sesi apartmanı inletiyordu. İçeriden gelen kahkaha sesleri ortamın gayet eğlenceli olduğunun habercisiydi. Mehlika oldukça heyecanlıydı. Çünkü ilk kez bir partiye katılıyordu. Selamlaşarak içeri girdiler ve bir kenara oturdular. İçerisi oldukça ağır kokuyordu. Ya da Mehlika alkole alışık olmadığı için ona ağır gelmişti. Etrafı şöyle bir süzdü. Arkadaşı beyaz atlı prensini burada bulacağına dair garanti vermişti. Nitekim çok geçmeden iki genç yanlarında belirdi. İkisi de çok güzel giyimli, kibar gençlerdi. Arkadaşı, gençlerden biriyle kucaklaştı. Diğerinin de elini sıkarak Mehlika ile tanıştırdı. Ve Mehlika’ya iyi eğlenceler dileyerek onları yalnız bıraktı…

 

Uzun sessizliği yakışıklı delikanlı bozmuştu. Mehlika’yı ürkütmemek için olsa gerek, oldukça nazik hareket ediyordu. Uzak duruyor, Mehlika’yı sıkmayacak konular açıyor, sorular soruyordu. Ara ara küçük espriler yaparak gülümsemesini sağlayıp, bunu fırsat bilerek iltifatlar ediyordu. Mehlika sözde belli etmese de mest olmuştu. Zaman ilerledikçe de açılmış, karşılıklı güzel güzel konuşmaya başlamışlardı bile. Tabi aralarındaki uzaklık tamamen kapanmış, yan yana oturur hale çoktan gelmişlerdi. Genç çok tecrübeli olsa gerek hiç acele etmiyordu. Nasıl olsa geceye çok vardı…

 

Genç, Mehlika’ya kimi küçük şekerlemeleri, kimi meyve dilimlerini elleriyle yediriyordu. Ara ara saçlarını okşuyor, elini Mehlika’nın beline doluyordu. Mehlika gençten o kadar hoşlanmıştı ki sesini dahi çıkarmıyordu. Bunları aralarında aniden oluşan sıcak sevginin getirileri ve gerekleri olarak düşünüyordu. Bir ara yiyecek bir şeyler getirmek için kalkmıştı genç. Bir müddet gelmedi. Nasıl da sabırsızlanmıştı Mehlika…

 

Şimdi düşünüyordu da ilk gördüğü bu adama nasıl bir anda bu kadar yakınlık hissedebilmişti? O bir yabancıydı neticede. Bedenine dokundukça rahatsız olmamasının sebebi neydi ki? Ne olabilir! Beğenilme duygusu… Karşı cins tarafından beğenilme arzusu… Bu his idi Mehlika’yı baştan çıkaran. Hem ayrıca Allah, kadın ve erkeğin yaratılışını ayrı kılmakla beraber birbirlerini etkileyecek, dikkatini çekecek, cezbedecek şekilde yaratmıştı. Ve nefs denilen bir dürtüyü de insanın içine derc etmiş sevmekten, sevilmekten, şehvetten hoşlanır kılmıştı.

 

Gece ilerledikçe sohbet koyulaşıyordu. Evde tek tük ikililer kalmıştı. Çoğu geç vakitte dağılmış, evlerinin yolunu tutmuştu. Mehlika ise ne saatin farkındaydı ne de eve gitme gibi bir düşünceye sahipti. Bir hayal âlemindeydi. Onu çok beğenen, güzelliğini övmekle bitiremeyen, her saniye ellerine küçük buseler kondurarak iltifatlar eden, gözlerinin içine derin derin, manalı manalı bakan bir sevgilisi vardı artık. Hem yakışıklı, hem çok kibar hem de Mehlika’yı memnun etmek için uğraşan bir genç…

 

Tabi bunlar Mehlika’nın bakış açısıyla görünenlerdi. Yaşı küçük, hayat tecrübesi olmayan bir kızı hiç çaba harcamadan kolları arasında bulan bir erkek açısından durum hiç de öyle değildi… Mehlika o genç için, her gün gezip tozduğu, hevesini alınca mendil gibi kullanıp attığı kızlardan sadece biriydi. Nitekim gence göre artık vakit de gelmişti…

 

Mehlika ağlıyordu… Hatırladıkları onu ezdikçe eziyor, vicdanını sızım sızım sızlatıyordu. Kendinden utanıyordu… Gülüp eğelendikleri son dakikaları hatırlıyordu. Başının ağırlaştığı, içtiği içecekler nedeniyle sersemleştiği aklına geliyordu sadece… Ondan sonrası yoktu. Orada film kopmuştu… Ve filmin sonunda sahnede sadece hastanede başına üşüşen doktor ve hemşireler vardı.

 

Gözlerini hafifçe aralamıştı. Zorlanıyordu. Kulağına gelen sesleri dinlemeye çalışıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Neler olmuştu acaba? Bir an annesinin sesi geldi kulağına. Doktor ona, doğalgazdan zehirlendiklerini, arkadaşlarıyla kaldıkları evde yarı çıplak vaziyette bulunduğunu, evdeki herkesin hayatını kaybettiğini, Mehlika’nın ise hava sirkülasyonu olan bir odada olması nedeniyle ölümden kıl payı kurtulduğunu söylüyordu…

 

Keşke bende ölseydim de o utancı yaşamasaydım diye geçirdi içinden… Ölüme ramak kalmış; ama Allah ona yaptığı günahların karşılığını ilk olarak dünyada göstermek için olsa gerek, onu yaşatmıştı… Ve bu karşılık alemlerin Rabbinden utanmayarak işlenen günahın, insanlar tarafından da bilinmesiydi. Allah’ın nezdinde nasıl değersiz ise, insanlar nezdinde de değerinin hepten kaybedilmesiydi. Kendi gibilere ibret vesilesi olmasıydı.

 

Annesi, hemen kendi annesini arayarak durumu haber vermiş, gelip Mehlika’ya sahip çıkmasını istemişti. Hastaneden taburcu olmasını dahi beklemeden tüm eşyalarını getirmiş, hiçbir şekilde kızının yüzüne bakmadan annesi ile vedalaşıp Mehlika’yı evlatlıktan reddettiğini söyleyip gitmişti. Annesinin yüzünü son bir kez bile görememişti Mehlika… Gerçi bakacak yüzü de yoktu ya… O günden sonra tek bir kez dahi sesini duymamıştı annesinin. O kadar özlemişti ki onu… Burnunda tütüyordu. Birkaç eski resim vardı elinde. Zaman zaman onlara bakıp avunuyor, hasretini dindirmeye çalışıyordu…

 

İnsanoğlu ne garip diye düşündü. Kaybedince anlıyor bir şeylerin kıymetini…

 

Neleri kaybetmedi ki Mehlika… Annesini, hocalarını, arkadaşlarını, medreseyi, en önemlisi de ahiretini… Tüm bunları geri kazanmak mümkün müydü? Tekrar eskisi gibi olabilir miydi? Bu mümkün değildi… O kötü gecede masumiyetini de kaybetmiş, ruhunu kirletmişti. Onu hiçbir ama hiçbir şey temizleyemezdi.

 

Bir an durakladı… 99 kişiyi öldüren adamın hadisini hatırladı. Hatadan dolayı duyulan pişmanlıkla tevbe edilirse, Allah’ın affedeceğini söylüyordu peygamber. ‘Yok, yok!’ dedi kendi kendine. Beni tevbe dahi temizleyemez. O kadar günah işledim ki; hem de günah olduğunu bile bile… O kadar yalan söyleyip Allah’a isyan ettim ki… Ve tüm bunları imandan sona yaptım. Durakladı. Zihninde gelgitler yaşıyordu. İki düşünce hakimdi zihnine: Onu temizleyeceğine kalben inandığı iki düşünce…

 

Ayağa kalktı. Saat epey ilerlemişti. Çantasından minik bir ayna çıkardı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Saçını başını düzelterek ağır ağır eve doğru ilerledi. Asansörü çağırdı ama beklemeden merdivenleri çıkmaya başladı. Nihayet kapının önünde durdu. Anahtarını çıkardı. Tam kapıyı açacaktı ki anneannesi kapıyı açtı. Telaşla:

-Nerede kaldın? Bu halinde ne? Ne oldu sana Mehlika? dedi.

 

Mehlika:

__ Yok bir şeyim anneanne. Sadece üzgünüm. Canım sıkkın. Moralim bozuk… Ve yalnız kalmak istiyorum.

__ Tamam yavrum sen bilirsin. Ben yatıyorum bir şey istersen uyandır muhakkak.

 

Mehlika üzerini çıkardı. Odasına geçti. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Dolabındaki bütün ilaçları önüne döktü. Amacı baş ağrısından kurtulmak değildi. Yaşadığı her şeyi ebediyen unutmaktı. Su almak için ayağa kalktı. Elbise dolabını açarak masum Mehlika’ya dair tek anı olarak kalan namaz kıyafetini çıkardı. İşte zihnindeki iki seçenekle şimdi karşı karşıyaydı. İçinden bir ses tevbesinin geçerli olmayacağını, temizlenmenin yolunun ölümde olduğunu fısıldasa da daha ağır basan başka bir ses daha vardı:

 

Allah’ın affediciliğine sığınmasını söyleyen başka bir ses…

 

Namaz elbisesini giydi. Aynada kendini uzun uzun seyretti. Komodinin üzerindeki sürahiyi alarak bardağa su doldurdu… İlaçları kutularından çıkardı…

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver