İç Sesimi Duyunca 

Çok uzun zamandır kendimi hissedemiyorum. O kadar uzun zaman oldu ki ben bile ne zamandır olduğunu bilmiyorum. Uyurken uyuyup uyumadığımı anlamak için sürekli uyanıyorum. Yaklaşık dört haftadır hiç uyumuyorum. Abartı yapmıyorum, hiç uyumuyorum. Kendimi, “bir gün elbet uyurum” diyerek teselli ediyorum ama zaman uzadıkça uyuduğum zaman bir daha uyanamayacağım bir uykuya dalmaktan korkuyorum. Aslında korkmuyorum. Ne hissettiğimi bilmiyorum. Dört hafta boyunca uyumazsanız, etrafınızdakilerin size yakın olduğunu bilirsiniz ama dokunduğunuzda kopyasının kopyasına dokunuyor gibi boş hissedersiniz.

Henüz hayatımda büyük bir felaket ya da trajik bir olay yaşamadım. Tabi uykusuzluğumu saymazsanız. Çok büyük bir şirkete kardeşlerim ile ortağım. Ancak ben şirketle ve şirketin işleriyle hiç ilgilenmem. Çünkü isteseydim belki bu işi yapmazdım. Şirket babamdan kaldığı için mecburen bu işi yapıyorum. Aslında kardeşlerim yapıyor. Ben sadece resmiyette olan ancak gerçekte olmayan hayalî bir patronum. Tıpkı bir halüsinasyon gibi düşünün. Bundan dolayı da bir halüsinasyon muamelesi görüyorum. Tek başıma kocaman bir evde yaşıyorum. Maddi olarak benim yaşımda bir kişinin sahip olmak istediği ve sahip olamayacağı her şeyim var. Evimde yemek yediğim zamanlar -ki bu son zamanlarda oldukça azaldı- bir ailenin yıllık ev kirasıyla aynı maliyete mal edilmiş mutfağımda tek başıma yemek yerim ve bu sadece on dakika sürer. Bütün masraf on dakikalık bir yemek içindir.

Dışarı çıkmam gerektiği zamanlar ki bunu en asgari derecede tutmaya çalışırım, Mercedes-Benz G63 AMG jipim ile bir yerlere giderim. Bu arabanın parası ile normal bir aile aracından en az elli tane alabilirsiniz ama ben bu arabayı tek başıma kullanıyorum. Elli ailelik bir arabayı tek başıma kullanıyorum. Normal bir aile arabasının aylık yakıt masrafı ile benim arabamın haftalık yakıt masrafı neredeyse aynıdır. Ve bu arabayı sadece ben kullanıyorum. Diğer bakım ve servis ücretleri ise daha saymıyorum.

Bu dünyada, benim dünyamda, hiçbir şeyin olmasını istediğim şekilde olmadığı dünyada elli ailenin masrafı ile benim masrafım aynı. Belki benimki daha fazladır. İşte uykusuzluğumun nedeni bu. Yani bence.

Ben çok iyi bir insan olduğum için mi bunlara sahibim? Ben bunlara, bunları hak ettiğim için mi sahibim? Ya da diğer insanlar ruhlarını şeytana adadıkları için mi bunlara sahip değiller?

Trafikte olduğum zamanlarda kırmızı yandığında ben de duruyorum, diğer normal insanlar da duruyor. Ve onlara baktığımda, bu insanların geceleri en az altı saat uyuduklarını bilirim. Ya da aileleri ve arkadaşlarıyla birlikte konuşup güldüklerini. Ben ise en son ne zaman uyuduğumu ve güldüğümü hiç hatırlamıyorum. Ve bunları satın alabilecek param da yok. İşte uykusuzluğumun nedeni bu. Yani bence.

Benim bu hayatı seçme gibi bir lüksüm olmadı. Ultra lüks bir hayatı seçme lüksüm olmadı. Bir insanın hayatını istediği gibi yaşaması çok büyük bir lüks. Ama insanlar, lüks hayatların içinde hiçbir sorunlarının olmayacaklarına inanırlar, ancak öyle değil. İnanın öyle değil. Ben daha doğmadan hayatım hakkında bütün kararlar verilmiş. Diğer kardeşlerim ve kuzenlerim için de aynı şey geçerli. Ailenin okullarında ve üniversitelerinde oku. Hak etmediğin notları al. Hak etmediğin saygıyı gör. Sırf ailenden dolayı. Yoksa sana sen olduğun için kimse saygı göstermez. Ailenin arkadaşlık yapmana izin verdikleri arkadaşlar ile sahte arkadaşlıklar yap ve arkalarından da etmediğin hakaret kalmasın. İşte benim lüks hayatım.

Hayatımdan şikayetçi değilim. Çünkü benim yaşadığım bu hayatın başka insanların hayali olduğunu biliyorum. Kendi hayallerinden vazgeçip benim hayatımın hayalini kuran insanların hayali. Ve insanların hayallerine karşı saygısızlık yapamam. Ben kendimden memnun değilim. İstemediğim her şeye sahibim ve istediğim çok az şeye sahibim. İşte benim lüks hayatım.

Kendim için bir şeyler aldığım çok nadirdir. Uşağım, ailemizin uşağı ki çok uzun zamandır bu işi yapar, onu hiç kendi olarak görmedim. Hep bizim uşağımız olarak gördüm. Uşağımız her Salı evime gelir ve eşyalarımı kontrol eder. Eksikleri tamamlar ve değiştirilmesi gerekenleri değiştirir. O benim için ne değiştirmişse benim için geçerli ve gerekli olan odur. İşte benim lüks hayatım.

Her yıl doğum günümde, birçoğunu tanımadığım ve birçoğunun da beni tanımadığı birçok kimseden sırf bugün doğdum diye bir sürü hediyeler alırım. Ben olduğum için değil, sırf ailemden dolayı. Bir kimsenin doğumundan ölümüne kadar çalışıp alamayacağı şeyleri ben bir günde sebepsiz yere elde ederim. Sırf o gün doğdum diye. Dünyanın en pahalı saatlerinin limitli modelleri, dünyanın en pahalı ve lüks arabalarının anahtarları ve garajın adresleri ve daha pahalı olan aklınıza gelebilecek ne varsa sebepsiz yere ve istemediğim hâlde bana gelir. Ben bunlara hiç ihtiyaç duymam. Hiçbir şeye ihtiyaç duymam. Çünkü bunlara sahip olmadığı hâlde yaşayabilen insanlar olduğunu biliyorum. Evimde istemediğim ve bu boş yere gelen hediyeler gibi gereksiz eşyaları bir koliye koyarım ve uşağımız bunları şirkete götürür ve ağabeyime verir. O icabına bakar. O her şeyin icabına bakar. Bazen de annemin evine yollarlar.

Sahip olmaktan mutlu olduğum ve elde etmek istediğim tek şey kitaplarımdır. Yapmaktan sıkılmadığım ve geçerli sebebimin olduğu tek şey kitap okumaktır. Dünyanın en ünlü yazarlarının imzalı eserleri, en kült eserlerin ilk baskıları ve daha niceleri. Ailem bu düşkünlüğümü bildiği için adını hiç bilmediğim ve umursamadığım ünlü bir İtalyan tasarımcıya benim için bir kütüphane ve okuma odası tasarlattı. Normal insanların evlerinden daha pahalı bir kütüphanem ve okuma odam var. Dünyanın en güzel ve nadide ağaçları sadece benim okuma isteğimi karşılamak için kesildi ve hayatında hiç kitap okuyamamış kişiler tarafından kitaplık yapılıp benim evime geldi.

İşte uykusuzluğumun nedeni bu. Yani bence. Müthiş bir adaletsizlik piramidinin en tepesindeki firavun faresi gibiyim. Ben bunları hak etmek için ne yaptım? İşte bu soru bütün hayatımı altüst ediyor.

Neyse lafı çok uzattım. İşte uykusuz kalırsanız böyle olur. Ne kadar konuştuğunuzu bilmez ve karşınızdakinin sıkıldığını anlamazsınız.

Sebepsiz yere uyandım. Bugün Salı. Saatim öyle diyor. Saate baktığımda saatin kaç olduğunu anlamam en fazla iki saniye sürüyor. Ve günde en fazla yirmi defa saate baksam kırk saniye sürüyor. Günde kırk saniyelik bir iş için on bin dolarlık birkaç tane çark ve zemberekten oluşan bir mekanizma kullanıyorum. Tabi bu rakam size fazla gelebilir.

Doğum günümde bana gelen Hublot’ların, Ap’lerin, Patek Philippe’lerin, Breguet’lerin fiyatlarını duysanız mütavazi bir kişi olduğumu anlardınız. Daha Rolex’leri, Tag Heuer’leri falan saymıyorum bile. Umurumda değil çünkü. Çünkü hiçbirini ben seçmedim.

Kalktım ve hiç uyumadığım hâlde yüzümü yıkıyorum. Saat sabahın yedisi ve uşağım her zaman olduğu gibi sekiz buçukta burada olacak. Onun için evden kaçmam lazım. Buzdolabını açıyorum ve bir ailenin bir aylık yeme içme ihtiyacı… Sanki ben çok obur bir adamım ya. Bir de bir kere bile merak etmediğim çeşit çeşit şeyler var. Bazısının adını biliyorum, şunlar İsviçre’den gelen Gravyer, şu da galiba Tomme Vaudoise. İçi yumuşak ve eritilerek de yenebilir. İşte benim lüks hayatım. Ben ise her zamanki gibi soğuk süt ile Corn Flakes yiyorum. Şeker attığınızda tadı muhteşemdir.

Trafikteyim. Koca arabamla trafikte duruyorum. Diğer normal arabalar gibi. Durduğum caddedeki bütün arabaları, arabamla satın alabilirim belki. Ama onlarda ben de kırmızı bir ışık gördüğümüzde duruyoruz. Porsche Design gözlüklerim ile karanlık hayatımı daha bir koyu görüyorum. Siyah çerçevelerin ardında hayatta dikkatimi çekecek bir şey var mı diye etrafı seyrediyorum. Arabamda ve evimin yakınlarında olmadığım zamanlarda ki benim evimin civarındaki herkes zengindir, beni çok zengin biri sanmazsınız. Hatta sizden daha fakir bile sanabilirsiniz. Gerçekten öyle olmasına rağmen.

Şirketteyim. Bugün şirkette olmam lazım. Çünkü uşağımız evime gelecek. Bugün şirkette olmam lazım, çünkü bugün Salı ve o lanet sıkıcı toplantı var. Beni ilgilendiren bir şey yok ama ben patronum. Orada bulunmam lazım. Hak etmediğim yerde bulunmam lazım. İşte uykusuzluğumun nedeni bu. Yani bence.

Asansördeyim. Ellili yaşlarda çok şık ve benden daha zengin görünen bir beyefendi ve yanında da oğlu var. O da çok şık. Ama bu insanların zengin olmadıklarını hemen anlıyorum. Çünkü ben zenginim. Ve zengini tanırım. Aralarındaki konuşmadan anladığım kadarıyla çocuk şirkete, benim şirketime iş başvurusunda bulunmuş. Elinde dosyalar falan var. Muhtemelen diplomaları ve referans mektupları vardır. Ve benim şirketimde çalışmak için iş başvurusunda bulunan bu çocuk reddedilmiş. Anlamıyorum.

Bir insan benim şirketimde çalışmak istiyor ama kabul edilmiyor ve benim bundan haberim yok. Çalışıp emekleriyle bir yere gelmeye çalışan bir kişi var ve benim haberim olmaksızın ben buna engel oluyorum. Belki bu çocuk benim bulunduğum yeri daha çok hak ediyor. Çünkü çalışıyor. İşte uykusuzluğumun nedeni bu. Yani bence.

Çok uzun zamandır bu adam ve oğlu aklıma takılan ilk şey oluyor. Bir kat sonra iniyorlar. Sonradan anlıyorum, ben üst kata çıkacaktım. Ama çağırdığım asansöre binmedim ve bu adam ve oğlunun bulunduğu asansöre binivermiştim. Dört hafta uyumazsanız başınıza bunların gelmesi çok normaldir.

Toplantıdayım. Ağabeyim ayakta bir şeyler anlatıyor ve diğer kardeşlerim ve kuzenlerim onu dinliyorlar. Ben ise döner sandalyemde hafif dönerken çenemi göğsüme yaslamış gömleğimin bir kenarı ile oynuyorum. Sonradan farkına varıyorum. Aklımda bir şey var. Evet. Aklıma bir şey takılmış. Bu çocuk işe neden alınmamıştı? Ben hissenin %70’ine sahip iken kardeşlerim kalan kısımları kendi aralarında paylaşıyorlar. Ama benim bu çocuğun işe neden alınmadığı ile ilgili bilgim yok. Bir buçuk saat sonra toplantının sonuna geldiğimizi ağabeyimin: “Sorusu olan?” demesiyle anlıyorum. Alttan ağabeyime hızlı bir bakış atıyorum ve ne o ne de bir başkası benim tarafıma bakmıyor bile. Patron benim çünkü. Ben: “Benim bir sorum var!” diyorum. Herkes birden bana baktı ve o an hayatımın en uzun ve kötü anıydı. Sanki ben de sesimi unutmuş gibiydim.

Ağabeyim ilk defa şirket ile ilgili bir toplantıda sorum olduğunu görünce yüzünde umutlu bir tebessüm belirdi ve: “Lütfen, paylaş bizimle!” dedi.

Ürküp kaçmamdan endişelenir gibi çok dikkatli konuşuyordu. Ben sandalyemde dikleştim ve: “Bugün şirkete geldiğimde asansörde bir baba ve oğlu ile karşılaştım. Çocuk şirkette çalışmak için iş başvurusunda bulunmuş ancak kabul edilmemiş. Bunun nedenini merak ediyorum.”

Herkesin yüzünde: “O kadar zaman sonra soracağın soru bu muydu?” dercesine bir bakış vardı ve belki ağabeyim de aynı şeyi düşünüyordu. Ama benim ağabeyim her şeyin icabına bakar. “Bilmem.” dedi. “Belki mülakatta yetersiz olduğuna karar verilmiştir.”

Ben: “Senin şirketinde kimin çalışıp kimin çalışamayacağına neden sen değil de bir başkası karar veriyor? Bu kararı verenler de aynı mülakatlara katılmış ve kabul edilmiş kimseler. Reddedilme ihtimalleri bu çocuk kadar olan kimseler.” diyorum.

Ağabeyim: “Ne demek istediğini tam anlamadım.” dedi. “Şirketimizde, tabii sen bilmezsin on binden fazla kişi çalışıyor ve bu on bin kişinin mülakatına benim katılmam gerektiğini mi söylüyorsun?”

Ben uzun zamandır hiç yaşamadığım hem duygusal hem de fiziksel reaksiyonlar gösteriyorum. Mesela uzun zamandır hiç sinirlenmemiştim. Uzun zamandır heyecanlanıp kalbim hızlı hızlı atmamıştı. Ama bugün her şey değişiyordu.

“Bu şirkette on bin kişi çalışıyorsa demek ki bu şirkette on bin kere mülakat yapılmış ve kabul edilmiş. Peki, bu çocuk ve bunun gibileri neden on bin birinci olamıyor? Benim asıl sorum, şirketin sahibi olarak bunu neden bilmiyorum? Bu odada bulunan herkes olduğu yeri çalışarak mı hak etti? Hayır. Hepiniz babam sayesinde buralardasınız. Ben de öyle. Hiçbirimiz en ufak bir çaba göstermeden dünyanın en rahat hayatını yaşıyoruz. Ama çalışarak bir yerlere gelmeye çalışan kişilerin hayalleriyle ve umutlarıyla oynuyoruz. Bu insanların ellerinde sadece umutları vardır ve biz bu umutlarıyla oynuyoruz. Umutlarından başka kaybedecekleri bir şeyleri olmayan insanların umutlarıyla oynuyoruz. Bizim ise kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki. Evlerimiz, arabalarımız, saygısız arkadaşlıklarımız, samimiyetsiz ilişkilerimiz, beş para etmez saygınlığımız ve sadece bizim gibilerin tanıdığı o ruhsuz prestijimiz. Peki, bunları kazanmak için ne yaptık? Hiçbir şey. Hiçbirimiz bunlar çalışarak elde etmedik ama çalışarak bir yerlere gelmeye çalışan insanların hayatlarına yön verme hakkını kendimizde-“

“Bu kadarı yeterli, tamam. Bu çocuğu tekrardan çağırtırım ve işe alırım. Tamam mı? Eğer tek isteğin buysa sorun değil.” diyerek sözümü kesiyor ağabeyim. O her şeyin icabına bakar. İnanamıyorum. Uzun zamandır ilk defa kendimi hissediyordum. Kendimin farkına varıyordum. Bunu damarlarımda dolaşan adrenaline mi borçluyum? Teşekkürler. O anda, uzun zamandır olmayan başka şeyler de oluyor. Zihnimde bir sürü düşünce, ihtimal ve hayal curcuna yapıyordu.

Belimde Kımber’da tam yedi kurşun. Odada benim ile birlikte yedi kişi. O anda tabancamı çekip önce ağabeyimi sonra da diğerlerini tam kafalarından vuruyorum, her şey bir saniye sürüyor. Öldüklerini bile anlamıyorlar. En sonunda silahı ağzıma sokuyorum ve klik. Boş. Benimle birlikte sekiz kişi varmış.

Tabii bunların hiçbiri olmadı. Bu zihnimde geçen sayısız düşünce ve hayal cümbüşünden bir kare sadece.

“Anlamıyorsun!” diyorum. “Anlamıyorsunuz, seçme hakkınız olmadığı hâlde, haketmediğiniz hâlde buradasınız ve insanların haklarıyla oynuyorsunuz.”

Kalkıyorum ve kimse ile göz teması kurmamak için azami bir çaba sergileyerek odadan çıkıyorum. O anda havaya zıplayıp sevinç yumrukları atmak geldi içimden. Çünkü ilk defa, uzun zamandır ilk defa istediğim gibi konuştum. İlk defa bir şeyi yapmak istediğim için yapmıştım.

Şirketten ayrılıp eve geçiyorum ve her zaman olduğu gibi sadece kitap okuyorum. Ama daha bir saat olmadan göz kapaklarım düşmeye başlıyor. Sonra da kitap elimden birkaç kere kayıyor. İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Birkaç saniyeliğine paralel evrene mi geçiş yapmıştım yoksa? Hayır. Bunun adı uykuydu. Evet. Dört hafta sonunda ilk defa uykum geliyordu ve tüm çarşafları yeni değişmiş üç kişilik yatağıma gidiyorum. Uyuyamamaktan korkuyorum ama ufak bir kararmadan sonra saate baktığımda saatin on olduğunu görüyorum. Anlamadım. Yatağa girdiğimde saat akşam on bir idi. Şimdi ise saat on. İngiliz malı ve tamamen el yapımı olan Bremont bana tam on bir saat uyuduğumu söylüyordu. Ne olduğunu anlamadım. Ne hissettiğimi anlamadım. Ve içimde uzun zamandır olmayan bir duygu tekrar canlandı, istek duygusu. Yorgana sarılıp tekrardan uyumak istedim. Ve bugün Çarşamba, yani şirkette olmam gereken gereksiz günlerden biriydi. Ve: “Ben patronum. Ve ben patronsam ne zaman istersem yatıp ne zaman istersem kalkabilirim.” diyorum. Evet. Sonunda buldum ilacımı. Benim sorunum bir şeyleri isteyememekti. Çünkü bugüne kadar kimse bana ne isteyip istemediğimi sormamıştı ve tekrardan yattım. Tekrardan uyandığımda Bremont bana yedi saat daha uyuduğumu ve akşam olduğunu söylüyordu. Yatağın kenarına oturdum ve: “İşte bu! Patron benim!” diye bağırıyorum. İlk defa istediğim bir şeyi yapıyorum.

İçimde müthiş bir enerji var. Bir aydır çektiğim uykusuzluğun yorgunluğu on sekiz saatlik bir uyku ile ortadan kalkıyor. Hem de bedava. İlk defa bir şeyi bedavadan elde etmiştim. Oysa ben bu sorunum için milyar dolarlık servetimi harcamaya razıydım.

Hayatta paranın satın alamayacağı şeyler aslında çok normal ve basit şeylerdir. İnsanlar paranın her şeyi yapabileceğine inanırlar. Bundan dolayı da para için her şeyi yaparlar. Oysa hayatlarında onları mutlu eden o kadar küçük ve bedava şeyler vardır ki, benim gibi milyarderlerin onları satın alabilecekleri parası yoktur.

İçimden dışarı çıkmak geliyor. Tabii ki çıkacağım. Çünkü patron benim. Üzerime gri yakasız keten bir gömlek geçiriyorum. Ve siyah bir pantolon giyiyorum. Her zamanki gibi sade.

Benim hayatımın hayalini kuran ve bundan dolayı kendi hayallerinin peşinden gitmekten vazgeçen, bundan dolayı benim kadar zengin olduklarında davranmak ve yaşamak istedikleri gibi görünmeye çalışan insanları görmek istiyorum. Bunun yolu çok basittir. Onları tanımakta çok basittir. Bu insanlar benim kadar zengin insanların yemek yedikleri yerlere giderler ve benim kadar zengin insanların giyindiği şekilde giyinmeye çalışırlar. Dikkat ederseniz benim kadar zengin diyorum. Benim gibi zengin demiyorum. Çünkü benim gibi zenginlerin buna ihtiyaçları yoktur. Gayet sıradan ve normal görünürüz ve bu bizim asıl zenginliğimiz ve gücümüzdür. “Hiçbir şey umurumda değil.” deriz etrafa. Kimin bize özendiği, kimin bizim dikkatimizi çekmeye çalıştığı hiç umurumuzda değildir. Çünkü bizim paramızın yetmediği çok basit mutluluklar vardır bu hayatta ve içimizden etrafımızdaki züppelere: “Siz bu küçük mutluluklara sahipsiniz ama aptal olduğunuz için bunlardan vazgeçiyorsunuz.” deriz. Tabii içimizden. En azından ben içimden derim.

Evimin yakınlarında bir semtteyim. Benim kadar zenginlerin ve zengin görünmeye çalışanların genelde vakit geçirdiği bir semt burası. Bazen de benim gibi zenginlerin uğradığı…

Benim gibi zenginler birbirlerini tanırlar. Çünkü bizim çevremizde dikkatimizi çeken hiçbir şey yoktur. Çünkü biz etrafımızdaki her şeyi satın alabilecek kadar zenginizdir.

Ben öyle çok lüks olmayan bir yerde, kendini zengin ve bilgili sananların takıldığı bir yere gitmek istiyorum. Ve tabii ki gideceğim. Patron benim. Arabamı birkaç sokak arkaya park edip yürüyorum. Saat akşam 21.00 ama her yer o kadar ışıklandırılmış ki sanki gündüz gibi. Gökyüzüne baktığımda yıldızların söndüğünü gördüm. İşte para hayatınızdaki güzellikleri böyle söndürür.

Sokağın sonunda Starbucks’ın yeşil kızının tabelasını görüyorum. Evet. Gidebileceğim gayet sıradan bir yer. İçeri girdiğimde orada bulunan en fakir kişinin ben olduğumu düşünürdünüz. İşte benim gibi zenginler ile benim kadar zenginlerin arasındaki fark budur. Benim kadar zengin bir kişi buraya girmeye cesaret edemez. Ama benim gibi zenginseniz istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Hiçbir şey umurunuzda olmaz. Buradaki kimsenin benim kadar zengin olmadığına eminim. Ama görünüşlerinden ve davranışlarından benden daha zengin olduğunu zannedersiniz. Çünkü buradaki hiç kimse kendisi değildir. Herkes olmaya çalıştığı bir başkasıdır. Bundan dolayı da kimse değildirler. Burada herkes, kimsedir. Belki o bile değil.

Masalarda defter kadar telefonlar. Ne marka olduklarını anlayamıyorum. Çünkü hepsi zaten aynı. Ve umurumda da değil zaten. İnsanların kollarında kafaları kadar saatler, muhtemelen bana doğum günümde gelen saatlerin imitasyonlarıdır, kulaklarında terazinin iki kefesi gibi sallanan koca koca küpeler. Ellerinde pahalı taşlı kelepçeler ve boyunlarında taşlı tasmalar. Üstlerindeki aksesuarların yarattığı kişiler. Onlar varsa onlardır. Yoksa kimsedirler.

“Bunlar zenginlik değil, gözünüzü bunlara dikmeyin. Gece yatağa girdiğinizde uyuduğunuz o uyku, sabah uyandığınız zaman aileniz ile birlikte yaptığınız o kahvaltılar, asıl zenginlik bunlardır. Bakın bana, bunların hiçbirini alacak kadar param yok.” diyorum. Tabii içimden.

Bazılarının masalarında incecik dizüstü bilgisayarlar var. Şu bazı tuşlarını ve giriş yuvalarını söküp yeni model diye satan ve söktüğü parçaları da ayrı olarak satan markadan gibi. Elmalı bilgisayar. Ama ben ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü umursamıyorum. “Sen neden bu bilgisayarını burada kullanıyorsun dostum? Evin mi yok? Çok mu meşgulsün? Yoksa çok mu zengin? Hayır, aslında sen çok fakirsin. Evet, sen. Çünkü sen kendini hayallerinden mahrum bırakmışsın.” diyorum. Tabii içimden.

Kasada beklerken sıra bana gelmiş. Kasiyer bana: “Buraya ait değilsin, çık dışarı.” gibi bakarken ne istediğimi sordu. Ben ilk anda soruyu anlamadım. Çünkü kimse bana ne istediğimi sormamıştı. Sırf bu soruyu bana sorması için her gün buraya gelebilirdim. “Beyefendi, ne istemiştiniz?” diye tekrar soruyor. Şuna bakar mısın? Biri benim ne istediğimi soruyor. “Bir tane filtre.” diyorum ve adımı bardağıma yazıyor. Hazır olunca beni çağıracak ve ben bardağımı gelip alacağım. Çok zenginim ya hani.

Tek başıma köşedeki bir masada oturuyorum ve etrafıma bakıyorum. İçerideki herkes, bütün gözlerin ve dikkatlerin kendi üstünde olduğunu zannederek hareket ediyor. Sanki bir film gibi. Herkes ne yapacağını çalışıp gelmiş gibi. Hiçbir şey doğal ve samimi değil. Konuşma şekilleri, mimikler, hiçbiri gerçek değil. Ben bunları düşünürken kasiyer kız beni kasaya, kahvemi almam için çağırıyor. Kahvenin fiyatını duyduğumda ilk başta anlayamadım çünkü çok ucuzdu. Diğer içtiğim yerlere kıyasen tabi. Ve cüzdanıma baktığımda en bozuk paranın yüz dolar olduğunu görüyorum. İşte benim lüks hayatım. Kıza parayı uzattığımda kızın bozulduğunu anlıyorum.

Kahveyi içemedim. Çünkü çok berbattı. Benim gibi kahveyi özel olarak Brezilya’dan, Kolombiya’dan ve Arabistan’dan getirtseydiniz siz de beğenmezdiniz.

Kahveyi içemedim. Çünkü karşımda, ne kadar entel biri olduğumu ispatlamaya çalıştığım kimse yoktu.

Kahveyi içemedim. Çünkü kahvem ile herkesin sırf okumuş olmak için okudukları kitabı okumadım.

Kahveyi içemedim. Çünkü dirseklerimi masaya dayayıp parmak uçlarımı birleştirerek, çok uzaklara bakar gibi oturmadım.

Kahveyi içemedim. Çünkü bardağımı veya kendimi telefonumun ön kamerasından çekip instagram hesabımda veya başka bir yerde paylaşmadım.

İçimden kahveyi alıp yere fırlatmak geldi. Ve tabii fırlatacaktım. Çünkü patron benim. Ama burada çalışanların hayatlarına karışamazdım ve onlara zorluk çıkaramazdım. Benim gibi zenginler bunu yapmazlar ama benim kadar zengin olanlar veya benim kadar zengin görünmeye çalışanlar emin olun yapardı. Tabii kahveden anlıyorlarsa.

İşte o an kitaplarımı, kitaplığımı ve okuma masamı özledim ve evime dönüyorum. Etrafımda, kimsenin birbirini umursamadığı hâlde herkesin kendisini umursadığını, tüm dikkatlerin kendi üzerinde olduğunu zanneden fakirler var. Ve ben buna katlanamıyorum.

Sabah uyanıyorum. Birinin bunu yapabilmesi için önce uyuması gerekir. Ve uyandığıma göre demekki uyumuşum. Yani bence.

Bugün uyuduğum için elimi yüzümü yıkayıp mutfağa geçiyorum. İçimde müthiş bir enerji var. Canım Corn Flakes çekiyor. Oysa her gün Corn Flakes yerim ben zaten ama bugün yemek istediğim için yiyeceğim.

Şirkete gidiyorum. Ağabeyim beni merak etmiş. Çünkü gün boyunca şirkete gitmem gerektiği hâlde hiç uğramamıştım. Neden uğrayacaktım ki? Ağabeyim her şeyin icabına bakar. Bana hiç gerek kalmaz. Benim fikirlerime hiç gerek kalmaz. Ofis katına çıkmadan önce diğer çalışanların bulunduğu ofis katından geçmem gerektiğine dair bir düşünce geçiyor içimden. Ve tabii ki geçecektim. Çünkü patron benim.

Çalışanların hiçbirini tanımıyorum. Benim şirketimde çalışıyorlar ama ben tanımıyorum. Onlar da beni tanımıyor. Benim şirketimde çalışıyor olmalarına rağmen. Ve sonra, o kadar kişinin arasında gözüm birine takılıyor. Evet, bu o. Bu, geçen asansörde karşılaştığım çocuk. İşe geri çağrılmıştı. Ağabeyim icabına bakmış. Bana hayatta bir şey istemeyi ve istediğimi yapabileceğimi hatırlatan çocuk oradaydı. Çocuğa bakarken: “Bu çocuk farklı” diyorum. “Bu çocukta farklı bir güç var. Benim gibi zenginlerde olmayan bir güç. Evet, bu nadir ve nadide insanlardan. Bulunduğu yere çalışarak, emekleriyle ve hak ederek gelen insanlardan. Bu o fakir zenginlerden.” Tabii içimden.

Ofis şefi ona yapması gerekenleri anlatıyor ve işi öğretiyordu. Ve çocuk çok dikkatli ve heyecanlı. Ve şey, mutlu. Evet çocuk mutluydu. Biraz düşündüğümde bu çocuğu mutlu edenin ben olduğumu anladım. Çok uzun zamandır bir kişiyi mutlu etmiştim. Ve o anda zafer kazandım. Evet, çünkü paramın yetemeyeceği bir şeyi ilk defa kendim olduğum için, kendim istediğim için elde etmiştim.

Diğer çalışanların arasında geçerek çocuğun masasına yaklaştım. Ofis şefi beni gördüğünde hemen saygı pozisyonuna geçti ve: “Sizi görmek çok güzel efendim.” dedi. Bir de bana sor. Bu çocuğu burada görmek ve bu çocuk sayesinde gördüğüm şeyleri görmek ne kadar güzel bir de bana sor.

Şeften müsaade alarak bizi yalnız bırakmasını rica ediyorum. Ve yan masadan bir sandalye çekip çocuğun yanında oturuyorum. Adını, nereli ve nerelerde okuduğunu soruyorum. Ailemin üniversitesinden burslu olarak okumuş ve bir sürü birincilikleri var. Babasının hangi zorluklar ile kendisini ve kardeşlerini okuttuğunu anlattı. Onun bir ailesi vardı. Kendisi için bir şeyler yapan bir ailesi. Onun bir seçim hakkı var ve bunu çalışarak hak etti. Çalışarak elde etti. Hiç kimse bunu bu çocuktan alacak kadar zengin değildir. Kimse bu çocuk gibilerinin hayatına yön verecek kadar zengin değildir.

En sonunda çocuğa teşekkür edip yanından ayrılmak üzereyken: “Neden teşekkür ediyorsunuz efendim, ben bir şey yapmadım?” diyor.

“Her şey için!” diyorum. “Her şey için.”

Bana hayatımda paramın yetmediği şeyleri elde etmenin yolunu gösterdiğin için teşekkür ederim.

Bana hayatın aslında basit ve küçük mutluluklar ile değer kazandığını ve kimsenin bunları satın alacak kadar parası olmadığını öğrettiğin için teşekkürler.

İçimden teşekkür etmek geldi. Ve tabii ki edeceğim. Ben patronum. Ama senin kadar zengin değilim.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver