Hidayete Eren ve Hidayete Götüren: Cerîr ibni Abdullah El-Becelî

جرير بن عبد الله Ebû Amr Cerîr ibni Abdullah ibni Şelîl El-Becelî

Hidayet, hiç kuşkusuz Allah’ın (cc) insana bahşettiği en büyük nimettir. Çünkü kulun dünyada selamet, ahirette saadet kazanması hidayet ehli olmasına bağlıdır. İnsan bu dünyada bazı güzelliklere sahip olabilir. Fakat ahiretin kalıcı nimetlerine ancak hidayetle erişebilir. Hidayet nimetinden mahrum olanlar ahiret nimetinden de mahrum olmaya mahkûmlardır.

Her nimetin şükrü, cinsi mukabilindendir. Hidayete eren mümin şükür gereği, ulaştığı hidayeti başkalarına da taşımalıdır. Kendisi iman dairesine dâhil olduğu gibi başkalarını da bu daireye dâhil etmeye çalışmalıdır. Allah’ın (cc) bahşettiği tüm yeteneklerle bu yolda mücadele etmelidir. Bu çaba, nimete şükrün en net göstergesidir.

İşte böyle biridir Cerîr ibni Abdullah (ra). Kendisi kutlu iman halkasına dâhil olduktan sonra başka birçok kimsenin de katılmasını sağlamıştır. Hidayetten sonraki ömrünü İslam’a hizmet ederek geçirmiştir. Bu uğurda takdire şayan uğraşlar vermiştir. Bazen halktan kimselerin hidayetine vesile olduğu gibi bazen de lider kimselerin hidayetine vesile olmuştur. Yeri gelmiş davetçi olmuş, yeri gelmiş komutan olmuş, yeri gelmiş vali olmuştur. Gerek diliyle gerek eliyle daima davasının yanında yer almıştır. Önce Allah Resûlü’nün (sav) sonra Raşid Halifelerin yanında saf tutmuştur. Bu saadet dönemlerinden sonra şekavet dönemleri gelmiş, akabinde fitneler çoğalınca tüm çekişmelerden uzak kalmaya çalışmıştır. Ve yaşamının sonunda ruhunu Rabbine selamet içerisinde teslim etmiştir.

Hidayete Doğru

Yemen’in Becîle Kabilesi’nden ve kavminin liderlerinden olan Cerîr ibni Abdullah (ra), Allah Resûlü’nün (sav) vefat ettiği yıl iman etmişti.[1] Resûlullah’ın (sav) davetini duyunca zaten hak dini bulma çabasında olduğundan iman için kalkıp gelmişti. Allah Resûlü’nü (sav) henüz görmeden kendisi ve kutlu çağrısı gönlünde bir sevgi oluşturmuştu. Temiz fıtratı tevhidi hemen kabul etmişti. Gelin, hidayet nurunun Cerîr’in kalbini nasıl aydınlatmaya başladığını okuyalım.

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Medine’ye yaklaştığımda bineğimi çöktürdüm. Sonra çantamı çözüp elbiselerimi giydim. Sonra mescide girdim. O sırada Allah Resûlü (sav) hutbe veriyordu. İnsanlar bana dikkatlice bakmaya başladılar. Yanımda oturan kişiye, ‘Ey Allah’ın kulu! Resûlullah (sav) beni mi andı?’ dedim. ‘Evet, biraz önce seni en güzel şekilde andı. Konuşma sırasında kendisine bildirildi. O da, ‘Yanınıza şu kapıdan veya şu taraftan hayır sahibi Yemenli biri girecek. Onun yüzünde melek dokunuşu vardır.’ dedi.

Cerîr, ‘Beni böyle anmasından dolayı Allah’a (cc) hamdettim.’ dedi.”[2]

Allah Resûlü (sav) hidayetinin hemen öncesinde ondan böyle güzel cümlelerle ve övgüyle bahsetmişti. Bu hoş karşılama ve duyduğu övgünün akabinde Allah Resûlü’ne (sav) gelip, iman ederek biat etti.

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi (sav) (risaletle) gönderilince ona biat etmek için geldim. Bana, ‘Neden geldin ey Cerîr?’ dedi. Ben de, ‘Senin elinle Müslim olmak için geldim.’ dedim. Beni; Allah’tan başka ilah olmadığına ve kendisinin Allah’ın resûlü olduğuna şehadet etmeye, farz olan namazı kılmaya, farz olan zekâtı vermeye ve hayrıyla ve şerriyle kadere iman etmeye davet etti. Sonra elbisesini benim için serdi ve ashabına yönelip, ‘Sizlere kavminin saygın birisi geldiğinde ona ikramda bulunun.’ dedi.”[3]

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav) geldim ve ‘Sana İslam üzere biat ediyorum.’ dedim. Allah Resûlü (sav) elimi tuttu ve ‘Her Müslim’e nasihat etmek üzere, de.’ dedi.”[4]

Cerîr ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bana biat için şartlarını söyle.’ Allah Resûlü (sav), ‘Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi ona şirk koşmayacaksın, farz olan namazı kılacaksın, farz olan zekâtı vereceksin, her Müslim’e samimi olacaksın, her kâfirden uzak duracaksın.’ ”[5]

Öncelikle Allah Resûlü (sav) çağlar üstü davet metoduyla Cerîr’i (ra) İslam’a kazandırmıştır. Bir kavmin liderine nasıl davranılması, nasıl tebliğ edilmesi gerektiğini hem fiilî hem sözlü olarak ashabına öğretmiştir. Tabii ki onlar üzerinden de bizlere. Demek ki davetçi, insanların konumlarına göre davranmasını bilmelidir.

Sonra, “Kim teslim olmuşsa bunlar, doğru yolu araştırıp bulmuş olanlardır.”[6] kaidesi gereği Cerîr de doğruyu araştırıp bulmuş ve sonra teslim olmuştur. Oturduğu yerden hidayetin kendisine gelmesini beklememiştir. Kalkmış, kilometrelerce uzaktaki Yemen’den çıkıp Medine’ye gelmiştir. İslam’ın peşinden koşmuş ve hidayete muvaffak olmuştur.

Bugün pek çok kimsenin hidayetten mahrum olmasının sebebi aslında budur. Hidayet için çaba sarf etmemeleridir. İslam’a ilgisiz kalmalarıdır. Dinden yüz çevirmeleridir. Yoksa Allah (cc) elbette kendi yolunda çaba gösterenleri hidayete eriştirecektir.

İmana erişmek için çaba gerektiği gibi iman üzere kalmak için de çaba gereklidir. Bu yüzden müminler imanlarını muhafaza etmek için ortaya bir gayret koymak zorundadır. Dinlerine benliğinden bir şeyler katmayan kimseler er ya da geç, sahip olduğu dinin kıymetini zamanla yitirecek ve bu dini kaybedeceklerdir. Nebi’nin (sav) tabiriyle iman bir gömlek gibi eskiyecek, yırtılacak, sonra da çıkarılıp atılacaktır.[7] Unutulmamalıdır ki nefsimizi İslam üzere teslim etmenin tek yolu, Allah’ın dinine yardım etmektir:

“Ey iman edenler! Siz Allah’a yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”[8]

Bu Ümmetin Yûsuf’u

Allah (cc) El-Cemîl’dir. Tüm güzelliklerin sahibi ve var edenidir. Cerîr de (ra) Allah’ın (cc) bu isminin bir tecellisiydi. En güzel şekilde yarattığı kullardan biriydi. Uzun boylu ve güzel yüzlü bir görünüme sahipti. Allah Resûlü (sav) bu güzelliğinden dolayı “Onun yüzünde melek dokunuşu vardır.”[9] buyurmuştur. Ömer (ra) onun için, “Yûsuf (as) hakkında anlatılanlar dışında insanlardan Cerîr’den daha güzel suret verileni görmedim.”[10], başka bir sözünde ise “Cerîr, bu ümmetin Yûsuf’udur.”[11] demiştir.

Ömer’in (ra) sözüyle o bu ümmetin Yûsuf’uydu. Fakat Yûsuf olmak sadece yüz güzelliğini değil, aynı zamanda ahlak güzelliğini de gerektirmektedir. Bu yüzden Allah Resûlü (sav) ona, “Sen Allah’ın, hilkatini güzelleştirdiği birisin. O hâlde ahlakını da güzelleştir.”[12] buyurarak onu ahlakını güzelleştirmeye irşad etmişti. O da hidayetten önceki güzel ahlakını, hidayetten sonra daha da bir güzelleştirmişti. Bunu Ömer (ra) ile arasında geçen bir kıssadan daha iyi anlıyoruz.

Eş-Şa’bî’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ömer bir evdeydi ve yanında Cerîr ibni Abdullah vardı. Ömer kötü bir koku aldı ve sonra ‘Bu kokunun sahibi kalkıp abdest alsın.’ dedi. Cerîr, ‘Ey Müminlerin Emîri! Acaba bu topluluğun hepsi abdest alsa olmaz mı?’ dedi. Ömer şöyle cevap verdi: ‘Allah sana rahmet etsin! Cahiliyede ne güzel bir efendiydin, İslam’da da ne güzel bir efendisin.’ ”[13]

Biri abdestini bozuyor, Ömer (ra) ise onun abdest almasını istiyor. Adam kalkıp abdest alsa herkes kimin abdest bozduğunu öğrenecek. Cerîr (ra) adamı utandırmamak için hemen Ömer’den (ra) herkesin abdest almasını rica ediyor. Ömer (ra) onun bu davranışından çok memnun oluyor.

Daha önce Allah Resûlü’nden (sav) öğrendiğimiz bu davranışı Cerîr’de de (ra) görüyoruz. Demek ki Nebi’nin (sav) ahlakını taşıyordu. Onun gibi büyük bir hayâ ve edep sahibiydi. Allah Resûlü (sav) onun aklının olgunluğuna ve cemalinin hoşluğuna şaşırırdı.[14] Bu güzel ahlakından olsa gerek onu çok severdi. Daima yüzüne bakmaktan çekinmez, sıcak tebessümünü kendisine armağan ederdi.

Cerîr ibni Abdullah’tan rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Nebi (sav) Müslim olduğumdan beri hiçbir zaman yüzünü benden çevirmedi. Beni gördüğü her zaman mutlaka bana tebessüm etti.”[15]

Müminler, İslam davetinin en güzel şekilde temsil edilmeye en çok ihtiyaç duyulduğu şu zamanda Allah Resûlü’nün (sav), “Allah’ım, yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlakımı da güzelleştir.”[16] dua ve çabası içinde olmalı, Cerîr (ra) gibi ahlaklarını güzelleştirmelidir. Ancak bu şekilde yüce mertebelere erişmek mümkün olacaktır. Ayrıca sadece bu ahlaklı hâlleri bile başkalarını hidayete çekecektir.

Hani “Herkes tıynetine/mizacına/meşrebine uygun hareket eder.”[17] ya, Cerîr de bu tabiatından dolayı davete uygundu. Allah Resûlü (sav) de onu bu alanda kullanmıştı. Göğsüne vurup, “Allah’ım, onun ayaklarını sabit kıl ve onu hidayete ulaştıran ve hidayet üzere kalanlardan kıl.”[18] diyerek mübarek duasıyla şereflendirmiş ve kavmine öyle göndermişti.

Hidayete Eren ve Hidayete Götüren

Cerîr (ra) imanla kazandığı kuvveti artık dava yoluna sarf etmeye başlamıştı. Sahip olduğu hidayeti kavmine de taşımıştı. Evvela kavminin lideri olarak onların hidayeti için endişeleniyordu. Hak yolda onlarla birlikte yürümek istiyordu. Önceleri zaten kavminden yüz elli kişiyle birlikte iman etmek için gelmişti.

Abdulhamid ibni Ca’fer (rh), babasından şöyle rivayet etmiştir:

“Cerîr ibni Abdullah El-Becelî Hicretin onuncu yılında kavminden yüz elli kişiyle birlikte Medine’ye geldi. Allah Resûlü (sav), ‘Şu dağların arasındaki yoldan size doğru, yüzünde melek dokunuşu olan Yemenli ve hayırlı biri gelecek.’ buyurdu. Cerîr, bineğiyle birlikte göründü. Yanında kavmi de vardı. Gelip Müslim oldular ve biat ettiler.”[19]

Sonra bir müddet kavminin yanında kalmış ve onları İslam’a davet etmişti. Hemen hemen hepsi İslam’ı kabul etmiş ve şiarlarını ikame etmeye başlamıştı:

“Allah Resûlü (sav) Cerîr’e kavminden arkada bıraktığı kimselerin durumlarını soruyordu. Cerîr, ‘Allah, İslam’ı üstün kılıp açığa çıkardı, mescidlerinde ve meydanlarında ezanı duyurdu, kabileler daha önce tapılan putları yıktılar.’ dedi.”[20]

Ne var ki orada hâlâ Beytullah’a paralel olarak kurulmuş bir tağut, Yemen’in Kâbesi diye anılan büyük bir put vardı. Bu putların yıkılıp oranın tamamen özgürleştirilmesi gerekiyordu.

“Allah Resûlü (sav), ‘Zu’l Halasa’nın durumu nedir?’ diye sordu. Cerîr, ‘Olduğu hâl üzere kalmaya devam ediyor. Allah (onun yıkılmasını nasip ederek) bu konuda seni sevindirecektir, inşallah.’ dedi. Allah Resûlü (sav) ona bir bayrak verip Zu’l Halasa’yı yıkmak için gönderdi.”[21]

Allah Resûlü (sav) bu kutlu görev için Cerîr’den (ra) talepte bulundu. O da Nebi’nin (sav) bu talebini hoşnutlukla kabul etti. Adamlarını toplayarak putperestlerin üzerine yürüdü.

Cerîr’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Resûlullah (sav) bana, ‘Beni Zu’l Halasa’dan kurtarıp rahata erdirmez misin?’ dedi. Ben, ‘Tabii ki olur.’ dedim. Sonra Ahmeslilerden yüz elli atlıyla beraber yola koyuldum. Onlar ata iyi binen kimselerdi. Ben ise atın üzerinde duramıyordum. Durumu Nebi’ye (sav) söyleyince eliyle göğsüme vurdu ve hatta göğsümde elinin izini gördüm. Sonra, ‘Allah’ım, onun ayaklarını sabit kıl ve onu hidayete ulaştıran ve hidayet üzere kalanlardan kıl.’ diye dua etti.

Cerîr (ra), ‘Bundan sonra asla atın üzerinden düşmedim.’ dedi.

Cerîr, ‘Zu’l Halasa, Yemen’de Hasam’a ve Becile’ye ait, içinde ibadet edilen putların dikili olduğu bir evdi. Ona Kâbe adı veriliyordu.’ dedi.

Cerîr, Zu’l Halasa’ya gitti, onu ateşle yaktı ve kırıp parçaladı. Cerîr, Yemen’e gelince orada fal oklarıyla kısmet arayan bir adam vardı. Ona ‘Resûlullah’ın (sav) elçisi buradadır. Seni ele geçirecek olursa boynunu vurur.’ denildi. Falcı fal oklarını çekerken Cerîr de onun yanı başına geliverdi ve ‘Ya bu okları kırar ve Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edersin ya da boynunu vururum.’ dedi. Bunun üzerine falcı okları kırdı ve şehadet getirdi. Daha sonra Cerîr, Ahmes’ten Ebû Erta künyeli bir adamı Peygamber’e (sav) bu müjdeyi vermek üzere gönderdi. Peygamber’in (sav) yanına varınca, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak ile gönderene yemin ederim ki ben Zu’l Halasa’yı uyuz bir deve gibi bırakarak geldim. Bunun üzerine Nebi (sav) Ahmeslilerin atlılarına da yayalarına da beş defa mübarek dualar etti.”[22]

Cerîr (ra), atası İbrâhîm’in (as) izinde, onun sünnetini bir kez daha ihya etmişti. Hidayetin önündeki engelleri kırmış ve ortadan kaldırmıştı. Tevhidi ikame ederek kavmine en güzel şekilde daveti ulaştırmıştı. Yüzlerce kişi onun sayesinde imana kavuşmuştu. Bir müddet kavminin yanında kalıp iman edenlerle birlikte Allah Resûlü’nün (sav) yanına varmış, yüzünü aydınlatmıştı.

Cerîr (ra), sadece kendi kavmine değil, aynı zamanda yakın kabilelere de davette bulunuyordu. Tevhid çağrısını onların liderlerine de götürüyordu. Allah Resûlü (sav) ile tanıştırarak iman etmelerini, iman etmiyorlarsa da müminlere yardım etmelerini hedefliyordu. Nebi (sav) bir vakit onu Yemen’e göndermişti. Orada Ben-i Kela ve Ben-i Amr’ın liderlerinden iki adamla karşılaşıp davette bulunmuştu. Sonra onları Allah Resûlü’ne (sav) getiriyordu ki Nebi (sav) vefat etmişti. Onları Allah Resûlü’ne (sav) yetiştirememişti, fakat kendilerinden dikkate değer bir nasihat almıştı:

“Yemen’de bulunuyordum. Yemenlilerden Zû Kelâ ve Zû Amr adında iki adamla karşılaştım. Onlara Resûlullah’tan (sav) bahsetmeye başladım. Zû Amr, ‘Eğer arkadaşının durumu hakkında söylediklerin doğruysa onun ecelinin gelişi üzerinden üç gün geçmiş bulunuyor.’ dedi. İkisi de benimle birlikte geldi. Nihayet yolun bir kısmındayken Medine tarafından gelen bir kafileyle karşılaştık. Onlara haberlerden sorduk. Onlar da bizlere ‘Resûlullah (sav) vefat etti, Ebû Bekir halifeliğe getirildi, insanların durumu da iyidir.’ dediler. Zû Kelâ ile Zû Amr bana, ‘Arkadaşına gelmiş olduğumuzu haber ver. İnşallah, hemen döneriz.’ diyerek Yemen’e geri döndüler. Ben de Ebû Bekir’e onların söylediklerini haber verdim. Ebû Bekir de ‘Niye onları getirmedin?’ dedi. Bu olanlardan sonra Zû Amr bana, ‘Ey Cerîr, senin benim yanımda bir değerin var ve sana bir şeyi haber vereceğim. Siz Araplar, bir emîriniz vefat etti mi diğerleriniz hemen onun arkasından bir başkasını seçtiği sürece hayır içinde kalmaya devam edersiniz. Fakat bu iş kılıçla (ele geçirilen bir şey) olursa onlar melik olurlar, meliklerin öfkelenmesi gibi öfkelenir, meliklerin hoşnut olmaları gibi hoşnut olurlar.”[23]

Gerçekten de öyledir. Yönetim Nebevi menhec üzere devam ederse yer gök hayırla dolar. Ama meliklerin kılıçla birbirlerinden aldığı bir şey hâline gelirse yer gök şerle dolar. Çünkü melik, yönetimi altında bulunanları kendi sevgisi ve öfkesi için uğraştırır; Allah’ın (cc) sevgi ve öfkesi için değil. Gayesi Allah’ın rızası olmayan her yönetim artık yöneticisiyle tebasıyla zulüm kusar.

Cerîr’e (ra) gelecek olursak o, Yemen ile Medine arasına köprü olup pek çok kimseyi hidayet kervanına dâhil etti. Kavmini kula kulluktan kurtarıp Allah’a (cc) kul olmalarını sağladı. Dünya ve içindekilerden daha kıymetli bir hayra muvaffak oldu.

Cerîr’in (ra) bu örnekliği üzerinden bir soru soralım. Peki, bizler bugün kimlerin hidayet kervanına dâhil olmasını sağladık? Ailemiz için, arkadaşlarımız için, akrabalarımız için ne kadar kaygılandık? Bu kaygı akabinde davet adına hangi adımları attık?

Hani Allah Resûlü (sav) bu konuyla ilgili bir örnek veriyor ve “Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”[24] buyuruyor ya, bugün yakınlarımızla durumumuz gerçekten de böyledir. O hâlde bizler de çevremizdeki cırcır böcekleri gibi ateşe koşan kimseleri kuşağından tutup çekmeli ve onları kurtarmalıyız. Cerîr de kavmini ateşten böyle kurtarmıştı. Şair onun hakkında ne güzel söylemiş:

لَوْلَا جَرِيرٌ هَلَكَتْ بَجِيلَهُ… نِعْمَ الْفَتَى وَبِئْسَتِ الْقِبِيلَهْ

Cerîr olmasaydı Becile helak olurdu,

Ne güzel bir genç ne kötü bir kabile…[25]

Devam edecek, inşallah…


[1] bk. El-İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 1/237

[2] Ahmed, 19180

[3] Ma’rifetu’s Sahabe, Ebu Nuaym, Daru’l Vatani lin Neşri, 2/592

[4] Ahmed, 19161; Müslim, 56

[5] Ahmed, 19153

[6] bk. 72/Cin, 14

[7] bk. Hâkim, 5

[8] 47/Muhammed, 7

[9] bk. Nesai, 8244

[10] bk. Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Zehebî, Muessesetu’r Risale, 2/534

[11] bk. Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Zehebî, Muessesetu’r Risale, 2/535

[12] bk. Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Zehebî, Muessesetu’r Risale, 2/534

[13] Et Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Dâru’s Sıddîk, 4/813

[14] bk. Siyeru A’lâmi’n Nubelâ, Zehebî, Muessesetu’r Risale, 2/534

[15] Buhari, 3035; Müslim, 2475

[16] bk. Ahmed, 3823

[17] bk. 17/İsrâ, 84

[18] bk. Buhari, 6089; Müslim, 2475

[19] bk. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Dâru’s Sadr, 1/347

[20] bk. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Dâru’s Sadr, 1/347

[21] bk. Et-Tabakâtu’l Kubrâ, İbni Sa’d, Dâru’s Sadr, 1/347

[22] Buhari, 4357; Müslim, 2476

[23] Buhari, 4359; Ahmed, 19224

[24] Müslim, 2285; Ahmed, 15211

[25] bk. El İstîâb fî Ma’rifeti’l Ashâb, İbnu Abdilber, Dâru’l Ceyl, 1/238

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver