İlahiyat İnancında Hariclerin İtikadı
‘İlahiyat’tan kastedilen, Allah’ın isim ve sıfatları ve kader meselesidir. Allah’ın sıfatlarına dahil olmasından dolayı ‘Kur’an mahluk mudur?’ meselesi de ilahiyat konusuna dahildir.
Allah’ın sıfatları konusunda, Haricilerden bize ulaşan kesin bir itikad mevcut değildir. Her ne kadar onlardan bir takım fikirler nakledilse de biz, Haricilerin bu konuda neye inandıklarını bilmiyoruz. Sadece bazı firak alimleri Haricilerden Beyhesiyye fırkasının Allah’ın ilmi konusunda Gulatu’l Kaderiyye gibi düşündüklerini söylemekteler.
(dipnot: Gulatu’l-Kaderiyye, ilim sıfatını inkar ederler ve derler ki: ‘Allah’ın ilmi, insanların ilmi gibidir. Nasıl ki insanlar olaylar olduktan sonra bilir. Allah da olayların öncesini bilmez. Olayları olduktan sonra bilir.)
Haricilerden -günümüzde yaşayan tek fırka- İbadiyye fırkası, isim ve sıfat meselesinde Mutezile gibi düşünmektedir.
(dipnot: İbadiyye fırkası, Haricilerden günümüze kadar varlığını devam ettiren tek fırkadır. Günümüzde halen Amman civarlarında yaşamaktalar. Aslı itibari Haricilerden çıkmış olsalar da bu gün itikadın aslı meselelerinde Mutezile’dir.)
İsim ve sıfat konusunda genel olarak Ehli Sünnet’e muhalif olan dört tane mezhep vardır;
1. Cehmiyye: Allah’a ait olan, zatının dışındaki bütün isim ve sıfatları inkar ederler. Bu, Cehm bin Saffan’ın ve Cad bin Dirhem’in mezhebidir.
2. Mutezile: Allah’ın sıfatlarını iki kısma ayırır. Bir kısmını kabul eder, bir kısmını da inkar ederler. Genel itibari ile fiili sıfatları inkar etmişler, zati sıfatları ise sıfatsız bir şekilde kabul etmişler. Mesela, demişler ki; ‘Allah alimdir, ama ilimsizdir. Allah basirdir, ama görmeyendir.’ çünkü insanlar cisimleri göz yardımı ile görürler. Allah ise zatı ile görür. Yani Allah’ın görmek veya bilmek için bir şeye ihtiyacı yoktur.
Delil olarak, ‘sıfatların teaddudu zatların da teaddudunu/tekrarını gerektirir’ aklı mukaddimesini alırlar. Yani onlara göre bu sıfatlar Allah’ta ispat edildiğinde her bir sıfat için birer zat olması lazım. Bu da birden fazla Allah’ın olması demek olur.
Mutezile’nin beş temel esasından bir tanesi ‘Tevhid’dir. Tevhidden kastettikleri, sıfatların inkar edilerek, zatında Allah’ın birlenmesidir.
İbadiyye fırkasının günümüzdeki temsilcileri bu konuda Mutezile gibi düşünmektedir.
3. Eş’ari ve Maturidiler: Sıfatları kabul etmekle beraber beşere benzerlik endişesinden dolayı birçok sıfatı zahirinden tevil ederler. Örneğin; Kitap ve Sünnet’te Allah’ın iki eli olduğu sabittir. Bunlar ise teşbih olacağı için ‘El’den kastın nimet ve kudret olduğunu söylerler.
4. Ehli Tafvîd: Ehli Sünnet’in inancına en yakın olan mezhep, tafvîd ehlinin mezhebidir. Bunlar ise, isim ve sıfatları kabul etmekle beraber manalarını kabul etmezler. Sıfatların manalarını Allah’a havale eder ve ‘Sıfatların manasını sadece Allah bilir.’ derler.
Misal olarak; istiva meselesinde Ehli Sünnet, Allah’ın arşa istiva etmesini ispat ederken aynı zamanda bunun manasını da kabul eder. Allah arşa istiva etmiştir. İstiva ise yukarı yükselmek ve orada karar kılmaktır. Ancak bunun keyfiyetini/nasıllığını Allah’a havale ederler. Tafvîd ehli ise, istiva sıfatını kabul etmekle beraber istivanın ne anlama geldiğini Allah’a havale ederek kabul etmezler.
‘Kur’an mahluk mudur?’ meselesinde, firak alimleri, Hariciler’in bu konuda Mutezile gibi düşündüklerini söylemiştir. Doğal olarak Hariciler’in yanında Kur’an, Allah’ın kelamı değildir. Diğer yaratılmış varlıklar gibi, Kur’an da yaratılmıştır.
Kader inancında Hariciler genel itibari ile üç kısma ayrılmışlar:
1. Firak alimlerinden İmam Eş’ari ve İmam Bağdadi Haricilerden Meymuniyye ve Hamsiyye fırkasının kader-i celd inancına nispet eder.
Bu itikad, gulatu’l kaderiyyenin itikadıdır. Kaderi celd ise Allah’ın ilmini inkar etmektir. Yani Allah, olaylar vaki olduktan sonra bilir. Onun öncesinde olaylar hakkında herhangi bilgisi yoktur.
2. İbn Hazm Ezarika fırkasının, Şehristani ise Şeybani fırkasının kader-i cebr itikadına sahip olduğunu söyler.
Kaderde cebr ise, insanın iradesini inkar etmektir. Yani insan havada olan bir yaprak gibidir. Allah nasıl dilerse o şekilde hareket eder. Bundan dolayı cebre inananlar, günahkâr insanların günahlarından sorumlu tutulmayacağını iddia ederler. Çünkü günah işlemeleri kendi istekleriyle değil Allah’ın dilemesi ile olmuştur.
3. İbadiyye ve Şuabiyye fırkaları kader inancında, birtakım farklılıklar olsa da Ehli Sünnet gibi düşünmüşlerdir.
İsimler ve Hükümler
İsimler; iman, küfür, nifak gibi kavramlardır. Hüküm ise isimlerin gerektirdiği ahkamlara denir. Yani bu ismi alana yapılacak muamelenin şeklidir. İslam itikadındaki en önemli mesele isim ve ahkam meselesidir. Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye itikadda en ehemmiyetli meselenin isimler ve hükümler olduğunu söyler.
İslam tarihinde itikadî ilk ihtilafı çıkaranlar Haricilerdir. Bu ihtilafın temelini iman meselesindeki mezhep oluşturur.
İmanın tanımında umumen üç tane tarif yapılmıştır.
– Ehli Sünnet’in yanında iman, söz ile ikrar, kalp ile tasdik ve organlarla amel etmektir.
– Cehmiyye yanında iman, sadece tasdiktir. İnkar etmediği müddetçe yapılan masiyetler imana zarar vermez.
– Mürcie, imanın sadece söz ile ikrar ve kalp ile tasdik olduğunu söyler. Onların yanında amel imana dâhil değildir. Ayrıca Mürcie fırkalarından Keremiye fırkası, imanın sadece söz olduğunu söyler.
Hariciler, ameli imandan kabul ederek Ehli Sünnet’e bu konuda muvafakat etmiştir. Ehli Sünnet’ten ayrıldıkları nokta ise, Hariciler’in yanında amellerin hepsi aynı mertebededir. Yani Hariciler’in yanında küfür ve günah aynı mertebededir. Şirk işleyen biri ile zina işleyen kimse arasında fark yoktur. Her ikisi de küfre girmiştir. Hariciler’in büyük günahlardan dolayı insanları tekfir etmelerinin sebebini bu oluşturur.
Ehli Sünnet ise amelleri imandan kabul etmekle beraber, Hariciler gibi amelleri aynı mertebede kabul etmemiştir. İmanın içindeki amelleri derecelere ayırmış. Terk edilen amelin derecesine göre insanlara hüküm vermişlerdir.
Ehli Sünnet, imanın mertebelerini şöyle açıklamıştır;
– Aslî imana giren ameller, terk edildiğinde insanı küfre götüren amellerdir. Şirk koşmak ve namaz kılmamak gibi.
– Vacip imana giren ameller, bunlar da Allah’ın insanın üzerine farz ve haram kıldığı amellerdir. Bunlardan birini terk eden küfre girmez. Fakat azabı hak edecek bir amel yapmıştır. Oruç tutmamak, zina yapmak, içki içmek gibi.
– Müstehab imana giren ameller, terk edildiği zaman insanın imanına zarar vermeyen, fakat yapıldığında insanın derecesini yükselten amellerdir. Nafile ameller gibi.
(dipnot: iman meselesinde tafsilatlı bilgi almak isteyen kardeşler ‘Ehli Sünnet ve’l Cemaat’in ve Selefi Salihin’in İtikadı/Veciz’ derslerinden dinleyebilirler. Bu ders silsilesi tevhiddersleri. com sitesinde mevcuttur.)
Emr-i bi’l maruf anlayışları
Ehli Sünnet’in yanında emr-i bi’l maruf, dinin asıllarındandır ve Müslümanların mutlaka yapması gereken bir sorumluluktur.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (3/Âl-i İmran, 104)
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (3/Âl-i İmran, 110)
Ebu Said El Hudri radıyallahu anh, ‘Rasûlullah şöyle buyururken işittim’ dedi:
“Sizden her kim bir kötülük veya çirkin bir şey görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirmeye çalışsın ona da gücü yetmezse kalbiyle onu hoş görmeyip kabullenmesin, ki bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)
Emr-i bi’l marufu terk eden topluluklar Allah’ın azabına ve helakine duçar olur.
“İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yaptıkları ne kötüdür!” (5/Maide, 78-79)
Zeynep radıyallahu anh annemiz anlatıyor:
‘Rasûlullah korkudan yanıma titreyerek girdi ve: “Allah’tan başka ilah yoktur. Yaklaşan şerden dolayı vay Arab’ın haline. Bugün Ye’cüc ve Me’cüc seddinden şu kadar yer açıldı” dedi ve başparmağı ile şehadet parmağını birleştirerek halka yaptı. Bunun üzerine ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde helaka uğrar mıyız?’ dedim. Rasûlullah: “Evet. Kötülükler çoğaldığı zaman (helak olursunuz)” buyurdu.’ (Buhari, Müslim)
Hariciler bu konuda teorik olarak Ehli Sünnet gibi düşünmektedir. Emr-i bi’l marufun nasıl yapılacağı konusunda ise Ehli Sünnet’ten farklı düşünürler.
Ehli Sünnet’in yanında emr-i bi’l marufun yapılabilmesi için bir takım şartlar vardır;
– Emr-i bi’l maruf yapacak olan kişi bilgi sahibi olmalıdır. Bu şarttan kastedilen, emr-i bi’l marufu yapan insanın o konuda yeteri kadar ilmi donanıma sahip olmasıdır. Bir işin cahilinin vereceği mefsedet, sağlayacağı faydadan daha fazladır.
– Emr-i bi’l maruf yapılacak olan konu kat’i olan yani üzerinde ittifak edilen meseleler olmalıdır. Hırsızlık, içki, zina vb. konular gibi. Şayet ümmet bir meselede ihtilaf etmişse burada emr-i bi’l maruf yapılmaz. İçkinin necis olması gibi. Böyle bir konuda sadece nasihat yapılabilir.
– Emr-i bi’l maruf daha büyük bir mefsedete sebebiyet verecekse ondan uzak durulmalıdır. Çünkü emr-i bi’l maruftan gaye, toplumu ıslah etmektir. Yapılan müdahale ile daha büyük münkere sebep olunacaksa bu şekilde toplum ıslah değil ifsad edilmiş olur.
– Halifenin ve Emirin alanına giren meselelerde emr-i bi’l maruf yapılmaz. Bu alan(ceza ve had)da yapılan münkerlere müdahale sadece emir sahiplerine aittir. Aksi halde toplumda fevda/kargaşa oluşur. Normalde bir Müslüman zina yapan birisine ‘zina yapma’ diyebilir. Ama kendi kafasına göre o zaniye had uygulayamaz. İslam, cezaları ve hadleri uygulama hakkını emire vermiştir.
Emir meseleleri tahkik ederek insanların haksız yere birbirlerinin canlarına ve mallarına el uzatmalarına engel olur. Herkesin kendine göre münkerleri yapanlara caza uygulamaya kalkması, birilerinin şeriatı kendi heva ve hevesine göre kullanmasına neden olur.
Hariciler, emr-i bi’l maruf için bu şartların hiçbirini kabul etmezler. Emr-i bi’l marufu vacip kabul ederler. Nasıl yapılacağını kendi anlayışlarına göre yaparlar. Doğal olarak emir hata yaptığında hurucun gerekli olduğuna inanırlar. Onlara göre toplumda bir münker varsa emir de bunu düzeltmemişse buna razı olmuştur. Bunu düzeltmek için elle düzeltme olan huruc yapılmalıdır.
Bu şekilde yapılan emr-i bi’l maruf İslam’ın yönetim anlayışına muhaliftir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanların İslam devletine ayaklanmamaları için belli şartlar koymuştur. Bu şartların arasında en öncelikli olan, emirlerde küfür sadır olmadığı müddetçe ayaklanmanın yapılmamasıdır.
Ubade bin Samit radıyallahu anh şöyle demiştir: ‘Rasûlullah’a zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, emir sahiplerinden apaçık bir küfür görmedikçe ve bizim elimizde apaçık bir delil olmayıncaya kadar işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı yerine getirmeye ve söylemeye, Allah yolunda ve Allah’ın rızası için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair biat ettik.’ (Buhari-Müslim)
Hariciler ise en ufak hatada dahi hurucu vacip kabul ederler. Kendilerine göre emirde veya toplumda bir hata gördüklerinde hemen müdahale ederler. Bunun yapılması İslam toplumunda huzurun ve emniyetin kaybolmasına neden olur.
Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap