Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Allah (cc) her birinize af ve afiyet ihsan eylesin. Sizleri maddi ve manevi hastalıklardan korusun. Bu ayki hasbihâlimize geçen ay virgül koyduğumuz yerden devam edecek, kulluk afetlerinden bir diğerini işleyeceğiz. Her ne kadar “kavram tahrifi” meselesini tek bir örnek üzerinden ele alacak olsak da siz bir örnekle yetinmeyin. Meseleyi kavramaya, inanç ve ahlakımızı belirleyen kavramları bu anlayışla gözden geçirmeye gayret edin. Kavramların tashihine yönelik her çaba, temelin ıslahına yönelik bir çabadır. Yalnızca o kavramı ıslah etmekle kalmaz; o kavramın üzerine inşa edilen inanç ve ameli de ıslah etmiş oluruz. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.
Geçmişin Gölgesi: Kavram Tahrifi (Yalan Örneği)
Kulluk afetlerinden bir diğeri; İslami kavramları geçmiş bilgilerimiz ışığında anlamaktır. Geçmiş tasavvurlarımız bilgi yönünden eksik, amel yönünden defolu olduğundan geçmişten kalan bilgilerimiz -çoğu zaman- muharreftir. Muharref bir tasavvurla ele aldığımız İslami kavramlar, kalp ve zihnimize bozulmuş bir şekilde giriş yapar. Söz, düşünce ve eylemlerimize yön veren bilgiler/tasavvurlar tahrif olunca amellerimizde, yani kulluğumuzda da bozulma başlar. Zira kavramlar kulluğumuzun temelidir; Yüce Allah’a takdim ettiğimiz her amel, O’na (cc) yükselen her söz ve O’nun muttali olduğu her düşünce kavramlar üzerine yükselir. Kavramlarda/Temelde var olan her istikamet veya sapma, direkt kulluğumuza yansır.
Bu kısa girişi bir örnekle pekiştirdiğimde meramımı daha iyi anlatacağımı umuyorum. Şöyle ki; kulluğumuzun en temel kavramlarından biri sıdk/doğruluk ve zıddı olan yalandır. Zira doğruluk ve yalan, geçişli/tetikleyici iman ve nifak şubelerindendir. Allah’a (cc) nasıl kulluk edeceğimizi göstermek için gönderilen elçiden (sav) dinleyelim:
Abdullah ibni Mesud’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz sıdk (doğruluk) iyiliğe götürür. Şüphesiz iyilik de cennete götürür. Gerçek şu ki, kişi doğru söyleyip durdukça sonunda sıddık olur. Muhakkak yalan da günaha götürür. Günah da ateşe götürür. Şüphe yok ki, kişi yalan söyleyip durdukça sonunda Allah’ın yanında da çok yalancı diye yazılır.”[1]
Doğruluk çabası insanı iyiliğe, iyilik de cennete sevk etmektedir. Bir noktadan sonra doğruluk çabası doğruluk sıfatı olarak mükâfatlandırılmakta, insan Rabbi katında “sıddık” unvanı almaktadır; yani, nebilerden hemen sonra, şehitten dahi öncelikli mertebe!
“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaştır bunlar!”[2]
Yalan için de aynısı geçerlidir. Her yalan bir başka fücurun/isyanın tetikleyicisidir ve her yalan, insanın elleriyle kendi ateşine taşıdığı odundur. Biriken yalanlar, Allah katında insana “yalancı” damgası vurmaktadır. Nedir yalan? Geçmiş tasavvurlarımızın söylediği şudur: Bir haberin vakıaya uygun olmaması, yalandır. Bu tanıma göre yalan, dille söylenen ve gerçekliğe aykırı şeydir. Gündelik konuşmalarımızdaki “yalan söylemek” ifadesi, bu yanlış tasavvurun (yalanı söze indirgemenin), dile yansımasıdır. Yanlış tasavvurumuz dilimizi şekillendirmekte, kullandığımız hatalı kelimeler de yanlış tasavvurlarımızı beslemektedir. Hâliyle birçoğumuz yalan veya yalancı dediğimizde aklımıza “teyo emmi” tiplemesi gelmektedir. Peki, yalan bu mudur? Elcevap; hayır, değildir! Okuduğumuz tanım yalnızca yalanın bir suretidir ve belki de en basit suretidir. Vahyin yalan kavramına yüklediği anlam çok daha geniştir. Vahye göre yalanın tanımı inanç ile eylem veya söylem ile eylem arasındaki uyumsuzluktur. Kur’ân ve sünnetten örnekler okuduğumuzda tanımı daha iyi anlayacağız:
“Elif, Lâm, Mîm. Yoksa insanlar, ‘İman ettik.’ dedikten sonra, imtihana tabi tutulmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki, onlardan öncekileri imtihan ettik. Elbette Allah, doğru olanları da yalancıları da bilir. (Ve imtihanlarla insanların da bilmesini sağlar.)”[3]
Ayetleri dikkatle okuyalım ve imtihan ile yalan arasında nasıl bir bağ olduğunu tedebbür edelim. Muharref tasavvurumuza göre imtihan ile yalan arasındaki bağ şöyle olmalı: İmtihana uğradığı hâlde, “Ben imtihan olmadım.” veya imtihan olmadığı hâlde, “Ben imtihan oldum.” diyen “imtihan yalancısı” olur. Oysa ayetin bunu anlatmadığını hepimiz biliyoruz. Ayet imtihan karşısında inandığı gibi durmayı doğruluk, inandığı gibi bir duruş sergilememeyi yalancılık olarak isimlendiriyor. Ayetin yer aldığı Ankebût Suresi, imtihan yalancılığına örnekler de veriyor:
“İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Allah’a iman ettik.’ der. Allah’ın dini uğruna eziyete uğradığında da, insanların ezasını Allah’ın azabına denk tutar. Şayet Rabbinden bir zafer/yardım gelecek olsa: ‘Kuşkusuz biz, sizinle beraberdik.’ derler. (İyi de) Allah, âlemlerin sinesinde olan (iman ve nifakı) en iyi bilen değil midir? (Bunu da mı bilmiyorlar?) Kesinlikle Allah, iman edenleri de münafıkları da bilir (ve imtihanlarla insanların da bilmesini sağlar).”[4]
Yani, imtihanın imanın gereği olduğunu iddia edip imtihanla karşılaşınca iddiasını unutarak inancına aykırı davranışlar sergileyen, yalancıdır. İmani kabullerini eylemleriyle desteklemediği için, ortaya çıkan inanç amel uyumsuzluğu yalancılık kabul edilmiştir. Her birimiz malımız, canımız, ailemiz, çocuklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız veya davamızla imtihan oluyoruz; hem de her ân. Zira Allah (cc) bizleri imtihan için yaratmış. Her birimiz kendimize soralım: İmtihanda olduğumuzun farkında mıyız? Cevabımız evetse sormamız gereken diğer soru şudur: İmtihanımızda doğrulardan mıyız yoksa yalancılardan mı?
“(Onları davet ettiğin görev) elde edilmesi kolay bir ganimet ya da kısa/yorucu olmayan bir yolculuk olsaydı, sana uyarlardı. Fakat o meşakkatli yol onlara zor göründü. ‘Şayet güç yetirebilseydik sizinle beraber (bu sefere) çıkardık.’ diye Allah adına yemin edecekler. (Yalan söyleyerek) kendilerini helak ediyorlar. Allah, onların yalancı olduğunu elbette bilmektedir.”[5]
Bu da başka bir yalancılık örneği! Kendilerine bir görev verildiğinde görevi kolay ve zor diye ayıran, işine gelmeyen görevlerde, “Güç yetiremiyorum.” diyen insanlar, yalancıdır. Yani verilen göreve kulluk olarak bakmayan, hevasına göre görev ayrımı yapan insan yalancıdır. Burada yalancılık tam olarak nedir? Her mümin Allah Resûlü’ne (sav) darlıkta ve genişlikte, canlılık ve tembellikte itaat edip yardım edeceğine söz vermiştir:
Cunâde ibni Ebi Umeyye’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:
“Bizler, hasta yatarken Ubade ibni Samit’in yanına girdik ve ona, ‘Allah sana şifa versin. Bize Nebi’den (sav) işittiğin ve Allah’ın onunla seni faydalandırdığı bir hadis rivayet et.’ dedik.
O da şöyle dedi: ‘Nebi (sav) bizi çağırdı. Biz de kendisine biat ettik.’
Ubade şöyle devam etti: ‘Üzerimize bir borç olarak Nebi’ye (sav) neşeli ve kederli ânlarımızda, zor ve kolay hâllerimizde dinleyip itaat edeceğimize, emirlerimiz haklarımızı vermese bile onlara itaat etmek ve onlarla iktidar ve emirlik konusunda çekişmemek üzere biat ettik. Ancak idarecinin (emirin) açık bir küfrünü görürseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allah’tan kuvvetli bir delil bulunması hâli müstesnadır.’ ”[6]
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Zorlukta, kolaylıkta, neşeliyken, kederliyken, kendilerini senden önceleseler dahi işitip itaat etmelisin.”[7]
İtaat insanın ruh hâline veya arzusuna bırakılmamıştır. Öyle olsa, çokça zalim, nankör ve cahil olan insan, az biraz zorlandığı her işte, “Yapamıyorum.” deyip işin içinden çıkardı. Bu nedenle Allah Resûlü (sav) darlıkta ve genişlikte, canlılıkta ve tembellikte, isteklilik veya isteksizlik hâlinde işitmek ve itaat etmek üzere söz almıştır. Kendisine verilen görevlerde kolay ya da zor ayrımı yapan, canının istemesi veya istememesine göre görev kabul eden insan; verdiği sözle uyumlu bir tavır içinde olmadığından yalancı kabul edilmiştir. Yalanın bu suretine dair Asr-ı Saadet’ten bir örnek okuyalım:
“İçlerinden kimi de Allah’a şöyle söz vermişti: ‘Andolsun ki Allah bize lütuf ve ihsanından verirse hiç şüphesiz Allah yolunda sadaka verecek ve salihlerden olacağız.’ Onlara lütfundan ve ihsanından verince de cimrilik ettiler ve ilgisiz bir hâlde yüz çevirip gittiler. Allah’a verdikleri sözü bozmaları ve yalan söylemelerine karşılık, onunla karşılaşacakları güne kadar kalplerinde var olacak olan bir nifakla onları cezalandırdı.”[8]
Bir grup insan Allah’a (cc) verdikleri sözü bozmaları ve yalan söylemelerine karşılık kalplerine nifak sokulmuş. Öyle böyle değil; Allah (cc) ile karşılaşacakları güne kadar nifak üzere olacaklar. Bu ağır cezanın nedeni ne? Tebuk Seferi’nde Allah Resûlü (sav) mallarını infak etmelerini istiyor. Bir grup, “Bir gün Allah bizi zengin ederse malımızı infak edeceğiz.” diyor. İnsanı her sözüyle imtihan eden Rabbimiz, onları da imtihan ediyor; onları zenginleştiriyor. Fakat onlar mallarını infak etmiyorlar. Aslında onlar, o ilk infak çağrısında imtihanı kaybediyorlar. Neden? İçinde sadakat olan bir kalp, Allah ve Resûl’ünün çağrısını duyduğunda, “Ne yapabilirim?” diye etrafına bakınır, ertelemez. İnfak çağrısını duyduğunda hiçbir şeyi olmayan Ebu Akil’in (ra) yaptığı gibi. O, infak çağrısını duyunca gidip bir kuyuda çalışıyor gece boyu. İki sa’ (sekiz avuç) hurma kazanıyor. Bir sa’ı Nebi’ye getiriyor, diğer sa’ı ailesinin nafakası olarak ayırıyor.[9] Bu, her insanın yapabileceği bir şey. Ancak kalbinde o sadakat olmayanlar, sorumluluklarını erteliyor. İlk imtihanı kaybetme nedenleri (ağırdan alma/erteleme) yerli yerinde durduğundan ikinci imtihanı da kaybediyorlar. Allah (cc) mal verince sözlerini unutuyor, cimrilik ediyorlar. Sonuç? Kıyamete kadar kalplerine yazılan bir nifak! Konu girişinde okuduğumuz Nebevi tehdit başlarına geliyor: Allah katında yalancılar sınıfına yazılıyorlar.
Her birimiz İslami bir yapıda yer alıyor, sürekli farklı görevlerle karşı karşıya kalıyoruz. Her görev aynı zamanda bir imtihan. Yüce Allah sadıklardan olup olmadığımızı açığa çıkarmak istiyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Görevleri zor-kolay, bana uyar-uymaz, sosyal konumuma uygun değil diye ayırıyor muyuz?
“Ehl-i Kitap’tan öylesi vardır ki ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana geri verir. Öylesi de vardır ki ona bir dinar versen üstüne durmadığın müddetçe sana geri vermez. (Bunun nedeni) onların şöyle demeleridir: ‘Ümmilere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur. (Malları bize helaldir.)’ Bilerek Allah’a karşı yalan söylüyorlar.”[10]
Bu da Yahudilerin Allah’a (cc) karşı yalancılığı! Onlar Müslim görmedikleri insanlara karşı kendilerini sorumlu görmüyorlar. Örneğin ticaret yapıyor, borç alıyor, vadesi gelince ödemiyorlar. Gerekçeleri şu: Bunlar müşrik, malları bize helal. Onlar ve bugün ardılları olan Yahudileşmiş tipler, Allah adına yalan söylüyorlar. Zira ahlaksızlıklarının faturasını Allah’a kesiyor, Yüce Allah’ın cihada dair indirdiği özel hükümleri, cihaddan kaçmalarına rağmen hayatın tüm alanlarına yayıyorlar: Kâh ganimet, kâh Dâru’l Harp fıkhı diyorlar. Netice değişmiyor: Allah adına yalan söylüyorlar. Zaten Rabbimiz de onları şöyle yalanlıyor:
“(Hayır, öyle değil!) Kim sözünü tutar ve (Allah’tan) sakınıp korkarsa Allah, muttaki olanları sever. Allah’a olan sözlerini ve yeminlerini az bir karşılıkla değiştirenler! Bunların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Kıyamet Günü’nde Allah onlarla konuşmayacak, onlara değer vermeyecek ve onları arındırmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”[11]
Peki, burada yalancılık tam olarak nedir? Ahlaksızca bir yaşam sürüp bu ahlaksızlıklarının faturasını dine kesmeleri. İnsanlarla sosyal ilişki kurup, sıra bu sosyalleşmenin sorumluluklarına gelince, “Ama bunlar kâfir!” demeleri. Savaşmadıkları hâlde savaş hukukunu uygulamaları. Allah’ın hükümlerini ters yüz etmeleri. Şer’i hükümleri, elde edecekleri çıkarlara göre cımbızlayıp işlerine gelen vakıada uygulamaları. Oysa insan Allah’ın dinini seçtiğinde, “Teslim oldum.” demişti. Teslim olmak nedir? Seçimi Allah’a bırakmak, O’ndan (cc) gelene “baş göz üstüne” diyebilmektir. Yahudiler savaş ve barış hukukunda bu teslimiyete uygun davranmayınca yalancı kabul edildiler.
Bizler de bir şirk toplumunda yaşıyor; akrabalık, komşuluk ve ticaret ilişkileri kuruyoruz. Peki, sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz?
“Nefislerini temize çıkaranları görmedin mi? (Hayır, öyle değil!) Bilakis, Allah dilediğini temize çıkarır. Ve onlar kıl kadar da olsa zulme uğramazlar. Bak! Nasıl da Allah’a yalan iftirada bulunuyorlar. Apaçık bir günah olarak (Allah’a iftira etmek) yeter.”[12]
Yine Ehl-i Kitap, yine Allah adına yalan söylemek! Ayet, Ehl-i Kitap hakkında olsa da insan cinsinin bir yalanına, hem de yalanın en tehlikelisi olan Allah adına yalan söyleme hastalığına işaret ediyor. Hastalık şu: Allah’ın sınırlarını umarsızca çiğneyip kendisi dışındaki şeylerin varlığıyla arındığına, temizlendiğine inanmak. Söz konusu Yahudiler; namazda çocuklarını öne geçirir ve “Bunlar günahsız, Allah katında bize şefaat edecek, biz de onlar gibi arınacağız.” derlerdi. Böylece kendileri günah işler, çocukların masumluğuyla nefislerini temize çıkaracaklarını sanarlardı.[13] Yine bu sapkın düşünceleri onlara şu sözleri söyletirdi:
“Dediler ki: ‘Cennete, Yahudi veya Hristiyan olanlardan başkası girmeyecek.’ Bu, onların kuruntusudur. De ki: ‘Doğru sözlü iseniz (içinde hiçbir şüphe olmayan kesin) kanıtınızı getirin (bakalım)!’ (Hayır, iddia ettikleri gibi değil!) Bilakis, kim muhsin olarak/kulluğunu en güzel şekilde yerine getirerek Allah’a teslim olursa, onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[14]
“Yahudi ve Hristiyanlar: ‘Biz, Allah’ın çocukları ve sevdikleriyiz.’ der. De ki: ‘(Madem öyle) ne diye günahlarınızdan dolayı size azap ediyor?’ (Hayır, öyle değil!) Bilakis sizler, O’nun yarattıklarından birer insansınız. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hâkimiyeti/egemenliği Allah’a aittir. Dönüş O’nadır.”[15]
Bir insanın Yahudi veya Hristiyan olması; Musa’nın (as) veya İsa’nın (as) ümmeti olması, şunun veya bunun yakını olması insanı temize çıkarmaz. İnsanı temize çıkaracak şey, imanı ve salih amelidir. Yüce Allah, sahabeyi dahi şöyle uyarmıştır:
“(Kimin hak ya da batıl üzere olduğu, kimin cennete ya da cehenneme gideceği) ne sizin ne de Ehl-i Kitab’ın temennileriyle olacak iştir. (Bunu belirleyecek olan şudur:) Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah’ın dışında ne bir dost ne de bir yardımcı bulur. Erkek ve kadınlardan kim mümin olarak salih ameller yaparsa bunlar, cennete girerler ve kıl kadar da olsa zulme uğramazlar. Muhsin olarak/Kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışarak yüzünü Allah’a teslim eden ve hanif olan İbrahim’in milletine uyandan daha güzel bir dine kim sahip olabilir? Ki, Allah İbrahim’i dost edinmiştir.”[16]
Burada yalan nedir? İnsanın sözü ile amelleri arasındaki uyumsuzluktur. Şerli insanların amelini yapıp kendisini salihlere nispet etmesi; amelleriyle değil, salihlere yakınlığıyla yargılanacağını iddia etmesidir. Yalanın en tehlikelisi, insanın kendine söylediği ve tekrarlaya tekrarlaya inandığı yalandır:
Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kendisine verilmeyenle doyan (kendisinde olmayan hasletle övünen), iki yalan elbisesini giymiş gibidir.”[17]
Kendisinde olmayan şeyle tezahür eden, iki yalan elbisesi giymiş gibidir. Sokak ifadesiyle söylersek çifte kavrulmuş yalancıdır. Burada yalan, insanın aklındaki ideali gerçekleştirmiş gibi görünmesidir. Her insanın zihninde “olmak istediği” bir profil, ulaşmak istediği bir hedef vardır. El-Hakk, böyle olması iyidir. Zira zihnimizdeki ideal, çoğu zaman davranışlarımıza istikamet kazandırır, bizi hayırlı işlere teşvik eder. Ancak şu da bir gerçektir ki; zihindeki ideal, bir tuzağa dönüşebilir. Şayet insan, olmak istediği şey için çabalamak yerine olmak istediği şey gibi görünmeye çabalarsa bu tuzağa düşer. Hem kendisini hem de insanları aldattığı için iki yalan elbisesini üst üste giyinen insana benzer. Burada yalan, insanın gerçek kişiliği/vasıfları ile kendisini göstermeye çalıştığı insan arasındaki uyumsuzluktur.
Hafs ibni Âsım’dan (ra) rivayet edilidiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kişiye yalan olarak her duyduğunu söylemesi yeter.”[18]
Her duyduğunu başkalarına aktarmak, kişiye yalan olarak yeter. Neden? Çünkü asılsız/yalan haberlerin çoğu, insanın her duyduğunu aktarmasıyla yaygınlaşır. Yalanın yaygınlığı insanları aldatır ve “Bu kadar insan söylüyorsa vardır gerçekliği.” anlayışına götürür. Toplumumuzda var olan “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”, cahiliye zihniyeti işte bu hastalıklı zeminden beslenir. Bu Nebevi öğütten, önemli bir ahlaki kural daha öğreniyoruz: Doğruluk hassasiyetinin yokluğu da yalancılıktır, hem de kişiye yetecek kadar yalancılıktır. Üzülerek belirtmeliyim ki yaşadığımız toplum Müslim’iyle müşrikiyle, sağcısıyla solcusuyla, demokratıyla faşistiyle, amelesiyle, iş insanıyla… yalancı bir toplumdur. Bize haber, analiz, bilgi, hatta din diye aktarılanların büyük çoğunluğu ondan bundan duyulan; Kur’ân’ın “emani/kuruntu”[19], Allah Resûlü’nün (sav) “yalan” olarak isimlendirdiği sözlerdir.
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Zan yapmaktan sakının. Çünkü zan, sözün en yalanıdır. Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın. Satın almayacağınız malın fiyatını kızıştırmayın, birbirinizi kıskanmayın, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize arkanızı çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun!”[20]
Allah Resûlü (sav) insanlar hakkında zanla hareket etmenin, sözün en yalanı olduğunu haber veriyor.[21] Çünkü insanın zanları, kuruntuları ve ön yargıları; İslam nezdinde kendisine itimat edilecek bir asıl değildir. Zanla hareket eden insan, mesnetsiz hareket ettiği için yalancıdır. Nebevi formül şudur: Şer’i bir asla dayanmayan düşünce asılsızdır, yalandır. Allah Resûlü’nün “sözün en yalanı” ifadesine de dikkat etmek durumundayız. Şöyle ki; hakikatte zan, bir düşüncedir. Allah Resûlü’nün, düşünceyi söz kabul etmesi, zannın mahiyetine ışık tutar. Zan, insanın kendisiyle konuşması, kendi öz nefsini aldatmasıdır. Zan, insanın kendine yalan söylemesi, sonra da söylediği yalana inanmasıdır.
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Yalan söylemeyi ve yalancı şahitliği bırakmayan kimsenin yemeyi ve içmeyi bırakmasına Allah’ın asla ihtiyacı yoktur.”[22]
Her salih amelin kendisine özgü bir ahlakı, onu diğer amellerden ayıran özel bir etkisi vardır. Orucun ahlakı; insanın midesini ve şehvetini tuttuğu gibi duygu ve düşüncelerini de tutması, söz ve amellerinde dikkatli olmasıdır:
Âişe Annemizden (r.anha) Allah Resûlü’nün (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Oruç, kişiyi cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Kişi oruçlu olduğu gün cahilce davranışlarda bulunmasın. Kendisine karşı böyle davranıldığı zaman da laf atarak veya söverek karşılık vermesin. Ona sadece, ‘Ben oruçluyum.’ desin. Muhammed’in nefsi elinde olana yemin olsun ki oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.”[23]
İnsan oruç tuttuğu hâlde oruç ahlakına uygun davranmazsa, yalan sözü ve onunla amel etmeyi bırakmamış olur. Kendisini tutacağına dair Allah’a verdiği dolaylı sözü tutmaması ve tuttuğu oruç ile dilindeki/amellerindeki masiyetin zıtlığı nedeniyle yalana düşmüş, amelden ona kalan da yalnızca yorgunluk olmuş olur:
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Nice oruç tutanlar vardır ki o orucundan kendisine sadece açlık kalır ve nice gece namazı kılanlar vardır ki o kalkmasından kendisine sadece uykusuzluk kalır.”[24]
Yukarıda sekiz ayrı örnek okuduk. Bu örneklerin her biri, bizim yalan kavramına yüklediğimiz anlam ile vahyin yüklediği anlamın aynı olmadığını gösterdi. Vahyin ıstılahında yalan; insanın inancı ile amelleri, sözü ile eylemleri ve hakikati ile görünüşü arasındaki uyumsuzluktur. Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya olmuş bir şeyin olmadığını söylemek, yalanın yalnızca bir şubesi, bir çeşididir. Yukarıda okuduğumuz örnekler arasında belki de en basitidir. Bu zaviyeden bakınca hayatında hiç yalan söylemediğini düşünen biri, en azılı yalancı olabileceği gibi; teyo emmi gibi biri de sıradan bir yalancı olabilir.
Okuduğumuz örnek bize şunu da göstermeli: Geçmişten getirdiğimiz dinî bilgiler, muharref bilgilerdir. Kur’ân’ı ve sünneti muharref bir tasavvurla okuduğumuzda, edindiğimiz bilgileri de tahrif ediyoruz: Allah ve Resûl’ünün anlamını daralttığı bir kavramı genişletebiliyor veya genişlettiği bir kavramı daraltabiliyoruz. Hatırlayanlarınız olacaktır; daha önce nasihat kavramının nasıl bir anlam kaymasına uğradığını, özü samimiyet olan bir kavramın nasıl gevezelik/sataşma aparatına dönüştürüldüğünü anlatmıştım. Tanıdığınız en geveze insanların, “Din nasihattir.” hadisini vird-i zeban eylemesi biraz da bu anlam kaymasındandır. Yakın zamanda yayınlanmasını umduğum, “Tevhid İnancını İnşa Eden Kavramlar” kitabı da İslam/Şirk, Din, Cahiliye, Şeriat, Tağut, Hâkimiyet ve Millet-i İbrahim kavramlarının Kur’ân ve sünnetteki anlam örgüsüne ve zaman içerisinde bu kavramlarda yaşanan tahrife dikkat çekmek için kaleme alındı. Sözün özü şudur: Kavramların tahrifi bir kulluk afetidir. Çünkü o kavramla ilintili tüm sorumluluklar, kavramın tahrifine bağlı olarak ifsad olmaktadır. Kavramların tahrifindeki en tehlikeli sebep, geçmişten getirdiğimiz muharref dinin kalıntılarıdır.
Din adına edindiğimiz muharref bilgiler, Kur’ân ve sünnet ışığında tashih edilmezse yeni ve sahih bilgileri de kirletmektedir. Malumdur ki bizler, dini inkâr eden bir toplumdan gelmiyoruz. Yani sahabe gibi ilk defa duydukları kavramlarla imanlarını inşa eden topluluktan değiliz. Daha ziyade İsrailoğulları gibi, tahrif edilmiş bir dinin içinden çıkarak sahih dine talip olduk. Eski bilgilerimizin gölgesinden kurtulamazsak, istikamet bulamayacağız. Peki, bu cahilî bilgilerimizin gölgesinden nasıl kurtulacağız? Allah’tan çokça bağışlanma dileyerek ve kalbimizi vahye açarak… Yüce Allah içtenlikle kendisine yönelenleri mutlaka hidayet edecek, O’nu (cc) razı etmek için çabalayanları istikamet yoluna sevk edecektir:
“…O, kendine yönelenleri/inabe hidayet eder.”[25]
“Bizim yolumuzda cihad edenlere elbette (en doğru olan) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, muhsinlerle/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlarla beraberdir.”
[26]
[1]. Buhari, 6094; Müslim, 2607
[2]. 4/Nisâ, 69
[3]. 29/Ankebût, 1-3
[4]. 29/Ankebût, 10-11
[5]. 9/Tevbe, 42
[6]. Buhari, 7055; Müslim, 1709
[7]. Müslim, 1836
[8]. 9/Tevbe, 75-77
[9]. bk. Buhari, 4668; Müslim, 1018
[10]. 3/Âl-i İmran, 75
[11]. 3/Âl-i İmran, 76-77
[12]. 4/Nisâ, 49-50
[13]. bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 6/465-467, Nisâ Suresi, 49. ayetin tefsiri
[14]. 2/Bakara, 111-112
[15]. 5/Mâide, 18
[16]. 4/Nisâ, 123-125
[17]. Buhari, 5219; Müslim, 2130
[18]. Müslim, 5 (Mukaddime)
[19]. “Onların içinden Kitab’ı bilmeyen ümmiler vardır. (Kitab’a dair) birtakım emaniyye/kuruntuya/kulaktan dolma bilgiye sahiplerdir ve onlar yalnızca zannetmektelerdir.” (2/Bakara, 78)
[20]. Buhari, 6066; Müslim, 2563
[21]. Suizannı haram kılan Hucurât Suresi’nin 12. ayeti ile Allah Resûlü’nün zannı yalan kabul ettiği hadis, zandan kastın insanlar hakkında sahip olunan olumsuz yargılar olduğunu göstermiştir. Zira hem ayetin hem de hadisin bağlamı bir Müslim’in diğer Müslim üzerindeki hakları, özellikle de kişilik haklarıdır.
[22]. Buhari, 1903
[23]. Nesai, 2234
[24]. İbni Mace, 1690; Darimi, 2762
[25]. 13/Ra’d, 27
[26]. 29/Ankebût, 69