Abartmayalım

“Şafak sökerken alacakaranlıkta, ormanın o güzel renkleri benzersiz bir ışıkla parlıyordu…

Ama bir dakika… O da ne?

Ağaçların kızıl yeşil yapraklarının arasından süzülen ışık demetinin altında küçük, siyah bir şey duruyordu. O şeyi ilk, leopar gördü. Yaklaştı, dikkatle inceledi, korkuya kapıldı; çünkü o siyah şeyi, lekelerinden biri zannetti. ‘Dün avlanırken düşürmüş olmalıyım, arkadaşlarım da kendi lekelerini kaybetmeden onları uyarmalıyım.’ dedi ve koşarak oradan uzaklaştı.

Sonra karga gördü, hızla indi ve gagasıyla onu tuttu. Tiz bir sesle, ‘Bu kesinlikle bir yıldızın parçası. Gökyüzü yakında başımıza yıkılacak!’ diye bağırdı. Zaman kaybetmeden diğerlerine haber vermeliydi.

Gürültüye uyanan tilki etrafa bakınca siyah şeyi gördü. Uzun uzun kokladı. Hatta biraz düşündü. Ne olduğunu anlayamayınca, ‘Bu kesinlikle prensesin başörtüsü olmalı. Herhâlde rüzgâr getirmiş buraya. Kim bilir prenses ne kadar üzülmüştür. Kral da başörtüyü bulmaları için askerlerini göndermiştir. Saklanmaları için herkesi uyarmalıyım.’ diyerek oradan uzaklaştı.

Geyik, o siyah şeyin at nalı olduğunu düşündü. Nal da olsa olsa bir süvariye aitti. Bir dolu düşman birazdan ormana dalacaktı, kesin.

Ve devam eden satırlarda baykuş, ejderha yumurtasına benzetti o şeyi. Ejderha yumurtadan çıkacak ve tüm ormanı ateşe verecekti.

Kedi, kendi kakası sandı ve üstünü kapattı.

Kısa sürede ormana umutsuz bir kargaşa egemen oldu. Herkes gördüğü şey hakkında diğerlerine bilgi veriyor, ormanı tehdit eden tehlikeden bahsediyordu. O günlerden bu yana çok zaman geçti. O siyah şey hâlâ ormanda olduğu yerde duruyor… Küçük, siyah bir şey… Belki bir ağacın tohumu, belki bir çikolata parçası, belki içi dolu bir kese… Kim bilir?..”

Arden Yayınlarından çıkan, Reza Dalvand isimli yazarın “Küçük Siyah Bir Şey” kitabından bir bölüm okudunuz. Yine bir çocuk kitabı ve yine kısa, öz bir anlatımla kıymetli bir hazine sunuluyor bize. Hayatı kolaylaştıracak bir hazine. Yaşadığımız sorunların bir kısmını giderecek, düşüne düşüne kendimizi hasta ettiğimiz kimi dertlerin aslında ne kadar önemsiz olduğunu bize gösterecek bir hazine.

Hepimiz farklı mizaçlarda yaratıldık. İçimizden bazıları iki zıt kutupta. Düşüncede ifrat ve tefritin müşahhas hâli onlar. Biri konumuzun dışında, yani gamsızlar, dünya yansa umurunda olmayanlar… Onları es geçiyoruz. Biz, zancıları, düşüncede ifratı yaşayanları, küçük bir şeyi düşüne düşüne zihninde büyütenleri, minik bir yarayı kaşıya kaşıya kanatanları, hayatı kendine de çevresindekilere de zindan edenleri mevzubahis ediyoruz.

Onlar;

Minik bir sivilceyi dert edinip, “Kesin kanserim!” diye hayata küsenler.

Ya da eşiyle yaşadığı basit bir sorunu büyütüp de evliliğini cehenneme çevirenler.

Çocuğunun her hareketine takıp olmadık çıkarımlarda bulunan, onu etiketleyen, gözünden düşürüp kara listeye alanlar.

Aradım, dönmedi, mesajıma cevap vermedi, bana gelmeyip filancalara gitti, diyerek öküzün altında buzağı arayanlar.

Bir söz, bir bakış, hiçbir niyet taşımayan nötr bir hareketten huylanıp tavır alanlar.

Acaba ne demek istedi? Neden böyle selamsız sabahsız geçip gitti? Bu hareketiyle kesin şunu kastetti, diyerek şüphe ve zanlarla kurmaca kuranlar.

Gördüğü her rüyayı sahih sanıp korku senaryoları yazanlar.

Herkesi davet etmiş, beni etmemiş deyip arkadaşına kırılanlar.

Gözünün üstünde kaş var, deseniz nem kapanlar; “Bugün nasılsın?” demeyegörün, “Niye, kötü mü görünüyorum?” diyerek evhamlananlar.

“Yemek hazır mı?” sözünden kavga çıkaranlar…

Sorunları büyütüp altında kalanlar…

Kısacası habbeyi kubbe yapan ya da diğer bir deyimle pireyi deve yapanlar…

Bu saydıklarım ve hatta örnek veremeyip sayamadığım kimliklerle karşılaşmışızdır.

Onlar aramızdalar, hatta kimimizde az veya çok bu eğilim var.

Peki, ne yapıyoruz biz? Nedir habbeyi kubbe yapmak? Meseleleri gereğinden fazla uzatmak, büyütmek, abartmak… Bazen de olay, durum ya da sözlere olmadık manalar yükleyip zanda bulunmak… Zihne yeter ki bir malzeme verin, işler. Tabiatı bu. Hayrı verirsen hayrı işler, nakış nakış. İlmi verirsen ilmi işler, satır satır. Şerri, fasid düşünceyi, olmadık şeyleri, zannı verirsen onu da işler, ilmek ilmek. Bu onun tabiatı. Bunu bilerek hareket edip düşünme biçimimizi düzeltmeli; yaşamımızı sekteye uğratan, ruhen bizi çökerten, hatta bedenen hastalıklara neden olan, psikosomatik tüm rahatsızlıklarımızın temelinde yatan, küçük şeyleri büyütme hasletini terk etmeliyiz.

Haftalarca moralsiz gezenlerimiz var aramızda. Uyku düzeni bozulan, aylarca uykusuz kalanlar var. Her şeyi kafasına taktığı için hasta olup tedavi görenler var. Aile hayatı altüst olan mutsuzlar var. Fakat bunların en az yüzde yetmişi incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler yüzünden sıkıntı çekiyorlar. Oysa sorunla karşılaştıklarında hoş görmek; insanın zalim, cahil ve nankör tabiatına vermek; yanlış anlamışımdır, deyip iyi yönden bakmak; affetmek, alttan almak, kolaylaştırmak, zamana bırakmak, özür dilemek; en önemlisi de konuşmak seçeneklerini hiç denemiyor veya düşünmüyorlar. Ormanda yerde duran o küçük siyah şeye hayvanların yorumları ne kadar da absürttü. Durup düşündüğümüzde sadece bir bakıştan işkillenişimiz, söylenmemiş bir söz üzerine kurduğumuz senaryomuz, selamı sabahı bu zanla kesmemiz de o kadar absürt aslında.

Dediğini yapmadı diye hanımımıza/beyimize önce kızmamız, sonra hızımızı alamayıp öfkemizin tesiriyle ortaya koyduğumuz tüm davranışlarımız da absürt.

Hastalığımızı, forumlarda okuduğumuz yorumlarla teşhis edip kulaktan dolma bilgilerle büyütüşümüz ve korkunun esiri olup yaptıklarımız da…

Öyleyse ne yapalım? Önce durum tespiti yapalım. Gerçek bir sorunla mı karşı karşıyayız, yoksa zanlarımızın tesirinde miyiz? Kızacak, tavır yapacak, gemileri yakacak bir sorun mu başımızdaki, yoksa zihnimizin bir kurmacası mı? Bakalım ve sonra gerçek değilse kâle dahi almayalım. İlişkilerimizi, moralimizi, kulluğumuzu, muhabbetimizi ve dahi sağlımızı bozacak bir akışa dalmayalım.

Şayet ortada açık bir hata varsa onu da büyütmeyelim. Sorunlarımızı suhuletle çözmeye çalışalım. Bazen alttan alalım, fedakârlık yapalım, uyum için sabredelim. Haklı dahi olsak çekişmeyi bırakan taraf olalım. Cennetin yukarısına yerleşmek için bunu yapalım.[1]

Üç olay üzerinden örnek vererek bitireyim:

Kızına iftira atana yardımı kesmeyi düşünen Sıddık’a (ra) inen ayeti hatırlayalım. Sorun küçük de değil aslen. Ortada bir iftira var. Buna rağmen İlahi öğüt buyuruyor ki, affet.[2]

İki borçlu tartışıyor mescidde. Resûl’ün (sav) en hassas olduğu konu. Borçlunun cenaze namazını kılmayacak kadar önem veriyor edasına. Bakın, yine basit bir konu değil. Tartışmayı duyunca çıkıyor hücre-i saadetten ve muhataplarından birine, “Borcunu öde.” diyor, diğerine “Sen de borcun yarısını hafiflet.” buyuruyor. Özetle, büyütmeyin sorunu diyor Nebi (sav).[3]

Hanımının, herkesin içinde yaşadığı kıskançlık krizine, tabak kırıklarını toplayıp, “Anneniz kızdı.” diyerek karşılık veriyor Nebi (sav). Küserek, kızarak, işi daha da ileri boyuta götürerek değil. Bu kadar büyük sorunlara yaklaşıma bakın, bir de olmadık şeylere verdiğimiz tepkilere…[4]

Diyeceğim o ki, büyütecek bir durum değil, lütfen abartmayalım…

 


[1]. “Haklı dahi olsa çekişmeyi bırakana cennetin üst kısmında bir ev verilecektir.” (Ebu Davud, 4800)

[2]. “…Affetsinler, hoş görsünler (yaptıklarını görmezden gelsinler). Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?..” (24/Nur, 22)

[3]. bk. Buhari, 471; Müslim, 1558

[4]. bk. Buhari, 5225

Önerilen makaleler