Fiten/Melâhim Hadislerine Yaklaşım Metodu

Hamd; gayb ve şahadet ilminin yegane sahibi, güzel isimlerin ve yüce sıfatların sahibi Rabbimize olsun. Salât ve selam, tebliğ ve tebyin vazifesini en güzel şekilde yerine getiren; ümmetini gecesi dahi gündüz gibi aydınlık olan bir yol üzere terk eden Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem olsun.

İnsanoğlu, belli bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Bu fıtratın en belirgin özelliklerinden biri, insanın geleceğe dair olan merakıdır. Bilgisi sınırlı ve perdeli olan insan; işlerin akıbetini, olayların hakikatini kavramak için çoğu zaman Rabbi’nin sınırlarını aşmış, kendisi için perdelenmiş bilgiyi elde ettiği takdirde tabiatında var olan üstünlük duygusunu tatmin edeceğini zannetmiştir.

Bu meraka, birinci dereceden dünyanın akıbeti ve ahir zamanda yaşanacak hadiseler dahildir. (İbni Haldun, Mukaddime’sinde bu noktaya şöyle işaret eder: ‘Bil ki; insan nefsinin özelliklerinden biri, işlerin sonucunu ve meydana gelecek hayat, ölüm, hayır ve şerre dair şeyleri bilme arzusudur. Özellikle de dünyanın ne kadar ömrünün kaldığı, devletlerin müddet ve dereceleri gibi umumi hadiseler, bu kapsamdadır. Bunları bilmek, insanın üzerine yaratıldığı tabiatıdır. Bundan dolayı çoğu insanın, rüyada bu tarz şeylere vakıf olmak istediklerini görüyoruz. Yöneticilerin bu bilgiler için kâhinlere  başvuruyor olduğu da malumdur. Şehirlerde bazı sınıfların, insanların bu bilgiye olan hırsını bildiklerinden, bunu meslek hâline getirdikleri ve bu yolla para kazandıkları da bir gerçektir.’) Hemen her Peygamberin, ahir zamanda birtakım olayların yaşanacağını, kıyametten önce bazı alametlerin zuhur edeceğini haber vermesi, bu meraka dinî bir veche katmış, merakın meşrulaşmasını sağlamıştır.

“Hiçbir Peygamber yoktur ki mutlaka ümmetini tek gözlü yalancıdan/Deccal’den sakındırmamış olsun. Ben de sizleri onun fitnesinden sakındırıyorum…” (Buhari, Müslim)

İnsanın bu tabiatı, dinin haberlerine uygunluk arz edince, insanlar ahir zamanla ilgili haberlere daha fazla eğilip yöneldiler. Bu da her meselede olduğu gibi ifrat, tefrit ve vasat yol izleyenlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı.

Bazı insanlar, bu meraklarını gidermek için işi kehanet ve gaybı taşlama boyutuna taşırken; kimisi yanlışlara tepki olarak, ahir zamana dair rivayetleri toptan reddetti.

Şüphe yoktur ki; zamanlar içinde, Rasûllerin haber verdiği alametlere en çok uyan; içinde bulunduğumuz zamandır. Asrımızda insanların merakı daha da artmış, meseleye olan ilgi fazlalaşmıştır. Bu sayımızda bu konuyu irdelemenin faydalı olacağına kanaat ettik. Hadis literatürümüze ‘fiten ve melâhim’ hadisleri olarak giren, kıyamet öncesi vuku bulacak hadiselere yaklaşımda, ‘nasıl bir metod’ izleneceğine dair, Kur’an ve Sünnet’ten naslarla ışık tutmak istedik.

1. Allah’ın Bildirdiği Kadarıyla Rasûller Gaybdan Haber Verirler

İslam inancının temel taşlarından biri, gayb ilmini yalnızca Allah’ın elinde bulundurduğudur.

“De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur.’ Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (27/Neml, 65)

Geçmiş ya da gelecekle alakalı olması fark etmez, insanların şahit olmadıkları her bilgi, bu kapsamdadır.

Ve insanın elinde semavi bir ilim olmadan bunlara dair konuşması; haddini aşması, ilahi sırlara müdahale etmesidir. Ancak Allah, Rasûllerinden dilediğine, dilediği oranda gaybın bilgisini vahyetmiştir.

“Gaybı bilen O’dur. Gayb bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu Rasûle gösterir.” (72/Cin, 26-27)

“…Allah, sizi gayba muttali kılacak değildir. Fakat Allah, Rasûllerinden dilediğini seçer…” (3/Âl-i İmran, 179)

Bu ayetlerden anlıyoruz ki Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûllerini gayb konusunda bilgilendirebilir. Bunun Kur’an’da pratik örnekleri vardır. Örneğin; İsa aleyhisselam kavmine şöyle demiştir:

“Ben, evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm.” (3/Âl-i İmran, 49)

Burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır; Hiç kimse, Rasûller de dahil, başlangıç olarak gayb bilgisini bilemezler. Bu bilgiye, istedikleri zaman erişme imkânları da yoktur. Rasûllerinden dilediğini seçip, dilediği kadar gayb bilgisini verecek olan, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de uzunca anlatılan Musa ve Hıdır aleyhimusselam kıssası bu kaidenin delilidir. (Geçmişin gayb kapsamında olduğuna dair delil, Rabbimiz geçmiş ümmetlerin kıssalarını aktardıktan sonra: “Bu, sana vahyettiğimiz gaybın haberlerindendir. Bundan önce ne sen ne de kavmin bunları bilirdiniz.” (11/Hud, 49) buyurmasıdır.) Musa, Hıdır’dan daha değerli olmasına rağmen, Allah işlerin akıbetini ona değil, Hıdır’a bildirmiştir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem de bu hakikate işaret etmiştir.

“De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim, muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden bir topluluk için bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim.” (7/Araf, 188)

Bu kaidemizle şunu anlıyoruz; Ahir zaman hadislerinin 1400 yıl önce söylendiğini, gaybı yalnızca Allah’ın bileceği için Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem bunları bildirmesinin mümkün olmadığını, bunların sonradan uydurulduğunu dillendiren ve bunu da Kur’an’a dayandıran anlayış, problemlidir. Aynı şekilde birçok ayette kıyametin ‘ansızın kopacağını’, ancak hadislerin anlattığı şartlar vuku bulduğu takdirde bunun ansızın olmayacağı, bilakis insanların alametlerinden ve gelişinden haberdar olacağı bir şeyin vuku bulacağı tezi de problemlidir. Bu tez, her ne kadar Kur’an’ın bir ayetini esas alıp, hadislerin bu ayete zıt olduğunu iddia etse de, bu parçacı yaklaşımın kendisi Kur’an’a aykırıdır. Çünkü kıyametin ansızın kopacağını bildiren de, onun birtakım şartlarının olacağını söyleyen de Kur’an’ın sahibi olan Allah’tır.

“Artık onlar, kıyamet saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri/alametleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp düşünmeleri, onlara neyi sağlar?” (47/Muhammed, 18) (Kıyametin ansızın kopacak olmasına dair ayetleri, Muhammed suresinde zikrettiğimiz ayetle beraber ele aldığımızda farklı şekillerde izah yapılabilir. Kur’an’a bir bütün olarak yaklaşan; Kur’ancılık adına Kur’an’ı parçalamanın, Kur’an’ın anlaşılmasına engel olduğuna inanan âlimler, konuyu şu vecihlerle izah etmişlerdir:

1. Hadislerde belirtildiği gibi kıyametten önce bir rüzgâr esecek ve müminler vefat edecektir. Yeryüzünde Allah diyecek kimse kalmayınca yani yeryüzünün en şerli insanları kalınca kıyamet kopacaktır. Bu insanlar, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmadıklarından, kıyametin alametlerinden haberdar olmadıkları gibi, haberdar olanlardan da bunlara inanmayanlar olacaktır. Buna binaen kıyamet, kâfirler için ansızın kopacaktır.

2. Kıyametin ansızın kopması, hiç beklenmedik bir zamanda kopmasıdır. Nitekim İmam Buhari ve İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Alışveriş yapmak için elbiselerini açmış iki insan, alışverişlerini yapamadan kıyamet kopacak. Süt sağmış kişi, onu içemeden kıyamet kopacak. Yiyeceğini ağzına doğru götüren, onu ağzına ulaştırmadan kıyamet kopacak.” Buradan anlıyoruz ki; insanlar dünyaya dalmış ve gaflet içindeyken kıyamet kopacaktır. Nitekim çoğu insan, öleceğini bilir. Ancak ölümlerin çoğu, onu yakinen bilmesine rağmen insan için ansızındır.

3. Burada kastedilen, kişinin vefatıdır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Kişi öldü mü kıyameti kopmuştur” buyurmaktadır.)

2. Gayba Dair Olan Meselelerde Asıl Olan Teslimiyettir. Yorum, Allah Adına Söz Söyleme Tehlikesini Barındırır

Yukarıda izah ettiğimiz gibi, ahir zamana dair söylenmiş kıyamet alametleriyle alakalı hadisler, gayb kapsamındadır. Gayb ise içinde aklın payının olmadığı, teslimiyet üzere olması gereken bir alandır.

Kur’an ve Sünnet’in naslarını kaba bir tasnifle iki kısma ayırabiliriz.

Gaybi olan naslar: Allah’ın isim ve sıfatları, melekler, kıyamet alametleri, kabir alemi, kıyamet sahneleri, cennet ve cehennemi anlatan naslar; bu kapsamda değerlendirilir.

Ahkâma dair olan naslar: İbadetler veya muamelat cinsinden olan tüm naslar, bu kapsamdadır.

Birinci gruba dahil olan naslarda yorum olmaz. Çünkü yorum, aklın amelidir. Gayb ise mutlak teslimiyetin  câri olduğu; akla, buna binaen de yoruma asla mahal olmayan bir alandır. Burada Müslüman’ın vazifesi sadece tasdik edip teslim olmak ve haber verilenin muhakkak surette vuku bulacağına inanmaktır. Bu sahaya dahil olan naslarda yoruma kaçmak, Allah’ın; hakkında delil indirmediği bir alanda konuşma ve Allah adına bilgisizce söz söyleme tehlikesini içinde barındırır.

“De ki: ‘Rabbim ancak, gizli olsun açık olsun bütün hayâsızlıkları, günah işlemeyi, haksız yere taşkınlık etmeyi, hakkında bir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.’ ” (7/Araf, 33)

Bu ayette Allah subhanehu ve teâlâ, haram kıldıklarını sırayla zikretmiştir. En alttan üste doğru haramlar peş peşe zikredilmiştir. Bunların en çirkini ve Allah’ın yanında en şiddetlisi ‘Allah adına bilmediklerini söylemek’tir. Çünkü Allah’ın haram kıldığı tüm kötülükler, bundan neş’et eder. (İbn Kayyım rahimehullah, İlamu’l Muvakkiin’in girişinde, ayeti bu şekilde tefsir etmiştir.)

İkinci gruba dahil olan naslarda ise asıl olan, kulların ihtiyacıdır. Sayılı nas karşısında, sınırsız vakıa yaşanmaktadır. Ehliyet sahibi âlimler, bu nasları fıkhederek, onlardan hüküm istinbat edip, bu naslar üzerinde içtihat ettikçe, kulların ihtiyaçları görülecektir. Bundan dolayı bu naslar, teslimiyetle beraber araştırmanın, üzerinde düşünme ve fıkhetmenin mahallidir.

Bu da şunu gerektirir:

Ahir zaman/fiten ve melâhim hadislerine teslim olmalı ve onları yorumlama konusunda dikkatli olmalıyız. Gaybi olan meseleler, yoruma kapalı olduğundan; bu hadisler üzerinde yorum faaliyeti, teslimiyeti zedeleyip kişiyi haddi aşmaya sevk edebilir. Bu konuda aceleci davranmamak gerekir. Vakıada yaşanılan bazı hadiseler, rivayetlerde zikredilen vakıalara benzerlik arz edebilir. Her benzerlik, fiten hadislerini vakıaya indirgeyip, ondan hüküm çıkarma zorunluluğu oluşturmaz. Bu yorumların, insanları amele sevk ettiği ve taraf belirlemelerine sebebiyet verdiği, bir gerçektir. Yanlış yorumlar ve hadisleri vakıaya uyarlamada aceleci yaklaşımlar, kişiyi itikadi ve ahlaki yanlışlıklara sevk edebilir. İslam, meselelere yaklaşırken aceleci davranmayı umumen zemmetmiş; hilm ve teenniyle hareket etmeyi ise övmüştür. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, kendisini ziyarete gelen Abdulkaysoğulları heyetinden Eşec bin Abdulkays’a: “Şüphesiz sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır” demiştir. Eşec radıyallahu anh bunların ne olduğunu sorunca: “Hilm ve teenni/aceleci olmama” (Müslim) buyurmuştur.

Yakın zamandan bu duruma verilecek bazı örnekler, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Birkaç yıl önce bazıları, Usame bin Ladin’i rahimehullah hadislerde zikredilen Kahtani’ye (Sahiheyn’de varid olan bir hadiste: “İnsanları asasıyla sevk eden Kahtani gelmeden kıyamet kopmaz” buyurulmaktadır. Ancak Kahtani’nin ne zaman geleceği, rivayetlerde açık değildir. Bazı rivayetler, onun Mehdi’den sonra geleceğini zikretmiştir. Bazısında ise zaman zikredilmeden, kıyametten önce geleceği söylenmiştir.) benzetmiş; kimi de hızını alamayıp onun Mehdi olabileceğini iddia etmişti. Ancak gelinen noktada, bu yorumların isabetli olmadığı; duygusal saiklerle acele edildiği ve gayba dair konularda insanların yanlış yönlendirildiği anlaşılmıştır. Bu hadislerin Usame bin Ladin’e uyması, onun derecesini yükseltmeyeceği gibi, ona uymaması da onun değerinden bir şey eksiltmez. Müslüman, yorumlarla değil şer’i kaidelerle insanları sever; onlara tâbi olur ya da onlara buğzedip onlardan uzaklaşır.

Bugün Şam hadisleri için de benzer bir durum söz konusudur. Şam’ın faziletine dair varid olan hadisler malumdur. Bu hadisler hakkında hüsn-ü zanda bulunup, dua mahiyetinde bu hadislerin bugün yaşayan Müslümanları kapsamasını dilemek normal, hatta normalin ötesinde hepimizin temennisidir. Ancak haddi aşıp, bire bir yorumlamalara girmek; bazı hadisleri aynen tatbik etmeye kalkmak, nasların irşad ettiği metodun dışına çıkmaktır.

Örneğin, birileri Şam’ın faziletine dair hadisleri direkt İslam Devleti’ne yorumlarken; bir başkası, yeminli İslam Devleti düşmanı fitnelerin Irak’tan olacağı hadisiyle, İslam Devleti’ni karalamaktadır. İki taraf da Allah Rasûlü’nün dilinden konuşmaktadır. Şam’ı öven de odur sallallahu aleyhi ve sellem; fitnelerin Irak’tan çıkacağını söyleyen de…

Sorun; hadislerden lehine olanı yoruma tabi tutup, kabullenmek; aleyhte olanı ise teville savuşturmaktır. İki yöntem de problemlidir. İçinde acelecilik ve henüz Allah’ın ve Rasûlü’nün ne murat ettiği anlaşılmadan, hadisleri vakıaya tatbik etmektir. Şam’ın ve ehlinin faziletine dair hadisleri bire bir, bir gruba tatbik edip, ona katılmanın farziyetini iddia etmek yanlış olduğu gibi; fitnelerle alakalı hadisleri İslam için çalışan insanlara bire bir tatbik edip, onlardan sakındırmak da yanlıştır.

Bizler, grupları ve Müslümanları; akide, menhec ve salih amelleriyle değerlendirmek zorundayız. Gayba dair hadisleri baz alıp, gaybı taşlayarak değil… Bu metotla; ya birilerine zulmedip, onların hakkını teslim etmeyecek; ya da olduğundan büyük göstererek, insanları yanıltma yanlışına düşeceğiz.(Şu hadisler buna örnek verilebilir:

“… Muhakkak ki sizler (ileride) ordular bulacaksınız. Bir ordu Şam’da, (bir ordu) Mısır’da, (bir ordu) Irak’ta ve (bir ordu) Yemen’de’ buyurdu.

Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim için tercih et (hangisine katılalım), dediler.

Rasûlullah da: Şam ordusuna katılın, buyurdu.

Ashab bu defa: Ey Allah’ın Rasûlü! Biz, koyun sürüleri olan kimseleriz. Şam’a gitmeye güç yetiremeyiz, dediler.

Rasûlullah da:  Şam ordusuna katılmaya güç yetiremeyen kimse, Yemen ordusuna katılsın. Şüphesiz Allah, Şam’a (ve ehline) benim için kefil olmuştur, buyurdu.” (İmam Ahmed, Ebu Davud)

“…’Allah’ım! Sa’ımıza ve müddümüze bereket ver/mübarek kıl. Mekkemize ve Medinemize bereket ver/mübarek kıl. Şamımıza ve Yemenimize bereket ver/mübarek kıl’ diye dua etti. Toplulukta bulunan bir adam: ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Irakımıza da (dua et)’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Şeytanın boynuzu orada ortaya çıkacak ve fitne orada yayılacaktır’ buyurdu.” (Tirmizi))

3. Sahih Olan Rivayetleri Esas Almak

Dinin tüm konularında olduğu gibi, ahir zaman hadislerinde de sahih rivayetler esas alınmalıdır. Çünkü rivayetin üzerine amel bina edilmektedir. Amelden de öte, insanlar ahir zamanda yaşadıklarına inandıklarından, yaygın olan hadislere göre konum belirlemekte, hadisleri esas alarak hareket etmektedirler.

Özellikle ‘fiten ve melâhim’ babında, daha çok dikkatli olunmalıdır. Hadis ilminin imamları ve ümmetin bütünlük içinde kabul ettiği hadis hafızları, bu babın hadislerine hususen dikkat çekmişlerdir.

İmam Ahmed rahimehullah şöyle demiştir: ‘Üç sınıf rivayetin aslı/isnadı yoktur: Tefsir, megazi/savaşlar ve melâhim/ahir zaman hadisleri.’ (Âlimler, İmam Ahmed’in bu sözünü farklı şekillerde açıklamışlardır. Hatib El-Bağdadi rahimehullah, sözü aktardıktan sonra: ‘Bundan kastedilen, bu alanlarda hususi olarak yazılmış eserlerdir. Bu eserleri yazanların kötü hâlleri, eserleri nakledenlerin adaletsiz oluşları ve kıssacıların eserleri naklederken rivayetlere ekleme yapmaları; eserlere güvenmemeye ve itibar edilmemesine sebep olmuştur… Melahim hadislerinin çoğu bu kapsamdadır. Onlardan çok azı müstesna, büyük kısmı muttasıl/kopukluk olmaksızın Allah Rasûlü’ne ulaşmaz…’ (Cami li Ahlak Ravi ve Adab Es-Sami)

İbni Teymiyye rahimehullah: ‘…Çünkü umumen bu babın hadisleri mürseldir…’ (Mukaddime fi Usul Et-Tefsir)

Hafız İbni Hacer rahimehullah: ‘…İmam Ahmed’in saydığı bu üç sınıfa, fedail/faziletler babı da eklenmelidir. Bu bablar zayıf ve uydurma hadislerin vadisidir…’ (Lisanu’l Mizan)

Buradan anlıyoruz ki; kimi âlimler, bu sözü bu konuda yazılmış kitaplara hamlederken, kimisi bu babın hadislerinin genelinin zayıf olarak varid olduğunu anlamışlardır. Her iki eğilim de, sonucu değiştirmemektedir. Fiten ve melahim babında olan hadislerin naklinde dikkatli olmak esastır.)

Ayrıca bu babın hadislerini müstakil zikreden hadisçiler, bazen seçici davranmamış olabiliyorlar. Bunun en güzel örneği, bu konuda müstakil eser yazan Nuaym bin Hammad’dır rahimehullah. Son dönemlerde özellikle İslam Devleti’nin aleyhine olan hadisleri kullananların, Nuaym bin Hammad’ın kitabından çokça nakil yaptığını görüyoruz. Öyle ki; bu rivayetler üzerinden karşılıklı tartışmalar icra ediliyor; ilmi olanlar ve olmayanlar, atışmalar yapıyorlar.

Bu kitabı kaynak olarak gösterenler, genelde: ‘Nuaym bin Hammad, İmam Buhari’nin hocasıdır’ diyorlar. Âdeta İmam Buhari’nin hocası olmasını, kullandıkları hadislerin sıhhatine delil alıyorlar. Hadis ilmiyle ilgili olanların bildiği gibi İmam Buhari rahimehullah, Sahih’ini hocalarından aldığı yüzbinlerce hadisi ayıkladıktan sonra oluşturmuştur. Demek ki İmam Buhari, kendisinden hadis aldığı hocalarının her rivayetini Sahih’ine koymaya değer bulmamıştır. (Her ne kadar, sahihine almamış olması; onları zayıf kabul ettiği anlamına gelmese de…)

Ayrıca âlimler, Nuaym bin Hammad’ın bu eseri hakkında, özel beyanda bulunma gereği duymuşlardır.

İmam Zehebi rahimehullah şöyle demiştir: ‘İlim taşıyıcılarının büyüklerindendir. Ancak gönül, onun rivayetlerine meyletmez/mutmain olmaz.’

Hafız İbni Hacer rahimehullah dedi ki: ‘Nuaym bin Hammad’ın sıdkı ve adaleti sabit olmuştur. Lakin hadislerinde evham vardır.’ (Tehzib Et-Tehzib) Başka bir yerde de şöyle der: ‘Saduktur (Ta’dil lafızlarındandır. Düşük rütbeli raviler için kullanılır.), çokça hata eder.’

Âlimlerin, onun hakkında sözleri çok incedir. O, dinde imamdır. Hadis hususunda yalancı değildir. Ancak rivayetlerinde yanılma ve hata çoktur. Ki Hatibu’l Bağdadi rahimehullah, bu durumu şöyle izah etmiştir: ‘Yahya, onu yalancılıkla suçlamaz, hata ettiğini söylerdi.’ (Tarih Ed-Dımeşk)

Burada özellikle altını çizmek istediğimiz bir konu vardır; Ümmetin sıhhatinde icma ettiği hadisler, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de bulunan hadislerdir. Bunun dışında, ümmet arasında Sünen kitapları olarak meşhur olan ve Sahiheyn’le beraber Kutub-i Sitte olarak meşhur olan hadis kaynakları için, aynı şey geçerli değildir.(Bunlar; İmam Nesai’nin ‘Es-Sünen El-Kübra’sı, İmam Tirmizi’nin ‘Es-Sünen’i, İmam Ebu Davud’un ‘Es-Sünen’i ve İmam İbni Mace’nin ‘Sünen’idir.) Müslümanlar, ahir zaman hadislerine yaklaşırken bu esasa dikkat etmeli, hadisin meşhur kitaplardan birinde oluşunu, sahih oluşuna delil almamalıdır. Bu ayrıcalık, sadece İmam Buhari ve İmam Müslim’in Sahih’leri için geçerlidir. Maalesef Müslümanlarda gerek fiten hadisleri, gerek başka konularda böylesi yanlış bir kanaat oluşmuştur.

4. Rivayetle, Rivayete Dair Yapılan Yorumu Birbirinden Ayırmak

Müslümanlar için bağlayıcı olan Allah Rasûlü’nün sözleridir; âlimlerin, o sözlere dair yorumları değil… Âlimlerin ictihad ve yorumları, nasların anlaşılmasına yardımcı olsa da; nassın kendisi gibi bağlayıcı değildir. Bazen ahir zaman hadislerine yaklaşırken, bu durum kayboluyor ve bir âlimin rivayete dair yorumu, nas olarak algılanabiliyor. İster geçmiş âlimlerden isterse de muasır âlimlerden olsun fark etmez, her birinin bu hadislere yaptığı yorumlar, en fazla ictihad olarak kabul edilebilir. Ve İslam tarihi boyunca yapılan yorumlara, yanılma paylarını hesap ederek yaklaşılması gerekir.

5. Zaman Ve Mekân Tahdidinden Kaçınmak

Bazı hadisler yorumlanırken, zamana dair nitelendirmeler yapıldığına şahit oluyoruz. Bu, son derece yanlış ve sakıncalıdır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem 1400 yıl önce: “Ben ve kıyamet, şu ikisi gibiyken gönderildim” (Muttefekun Aleyh) diyerek işaret parmağıyla orta parmağının arasını ayırmıştır. İki parmağın birbirine yakınlığı göz önünde bulundurulduğunda, bu sahneye şahitlik eden biri Rasûlullah hayattayken kıyametin kopacağını düşünebilir. Ki bazı sahabeler, Allah Rasûlü’nün bu ve benzeri sözlerinden böyle bir çıkarımda bulunmuşlardır. (Ebu Zer radıyallahu anh: ‘Ben yaşlılığıma ve zayıflığıma aldırış etmeden, Meryem oğlu İsa’yla karşılaşmayı umuyorum’ demiştir.)

Ancak bu hadisin üzerinden on dört asır geçmesine rağmen, kıyamet kopmamıştır. Buradan anlıyoruz ki; zamansal sınırlamalara gitmek, şu kadar zaman sonunda şu hadiseler yaşanacağını söylemek, gaybı taşlamakla beraber, yaşanmış tecrübeye de aykırıdır.

Buradan hareketle; ‘Şu anda Şam hadisleri tahakkuk etmiştir, yakında Mehdi’nin zuhuru ve buna bağlı olarak İsa’nın inmesi yakındır’ gibi çıkarımlar, bunların on yıl içinde gerçekleşeceği gibi iddialar, maalesef son zamanlarda sıkça rastladığımız yanlışlardandır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem, iki parmak arasını kıyamet ile Nubuvveti arasındaki zaman dilimi olarak göstermesi ve bunun üzerinden on dört asır geçmesi, Şam hadiselerinin süresini anlamamız için önemlidir.

Şu da bilinmelidir ki; bizim yanımızdaki zaman kavramıyla, âlemlerin Rabbinin yanındaki zaman kavramı farklıdır. Allah Rasûlü’nün, olayların yakınlığıyla ilgili kullandığı ifadelerin, hangi zamana göre olduğunu bilmiyoruz.

“Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, vaadine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbi’nin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (22/Hac, 47)

Bu ve benzeri ayetlerin arka planını bildiğimizde, mesele daha iyi anlaşılır. Rabbimiz, ayetlerinde kıyametin yaklaştığını ve ansızın kopacağını söylediğinden (“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (54/Kamer, 1)” İnsanların hesapları yaklaştı. Oysa onlar, gaflet içinde yüz çevirmektedirler.” (21/Enbiya, 1)); müşrikler, kıyametin zamanını soruyorlardı. Onlar bu günün ve kendilerinin korkutulduğu azabın bir an önce gelmesini istiyorlardı. Bunun üzerine zikredilen ‘insanın yanındaki  bir günün, Allah’ın yanındaki bin gün olması’ üzerinde düşünülmelidir.

Mekânsal nitelemeler de buna dahildir. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem “Şam toprakları” diye söz ettiği yer, Suriye değildir. Bunun içine Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan ve şu an Türkiye topraklarına dahil olan Güney Doğu’nun bir kısmı da dahildir. Buralar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bir bütünken, sömürge güçleri tarafından parçalara ayrıldı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Şam” dediğinde, bu toprakların tümü kast ediliyor. Maalesef şu an, bunun zıddına bir algı yayılıyor ve hadislerin Suriye’de yaşanan olaylar hakkında olduğu zannediliyor. ‘Büyük melhâmenin/fitnelerin’ bu topraklarda olacağı kesindir. Lakin bunun sadece Suriye olduğu anlayışı, hatalıdır.

6. Ahir Zaman Hadiseleri Şer’i Hükümleri Değiştirmez

Ahir zaman hadisleri, Müslümanların sorumluluklarını düşürmez. Asıl olan, hadislerde ifade bulan anlamlar değil, şeriatla sabit olmuş anlamlardır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, o dönem insanının anlayacağı şekilde onlara haber vermiş, olayları insanların akıllarının alacağı şekliyle anlatmıştır.

Deccal ile ilgili şu hadise ve sahabenin sorusuna dikkat edelim:

” ‘Ey Allah’ın Rasûlü! O/Deccal, yeryüzünde ne kadar kalacaktır?’ diye sordular. Allah Rasûlü: ’40 gün’ dedi. ‘Onun bir günü sizin bir seneniz gibi, ikinci günü bir ayınız gibi, üçüncü günü bir haftanız gibidir. Kalan günleriyse sizin normal günleriniz gibidir’ buyurdu. Sahabe: ‘Bir günü bir yıl gibi olan zamanda, bir günlük namaz yeterli midir?’ diye sordular. Allah Rasûlü: ‘Hayır, bir yılın namazını hesaplayın ona göre kılın’ buyurdular.” (Müslim)

Deccal’in bir gününün bir yıl olması, muhakkak doğrudur. Çünkü bu Allah Rasûlü’nün sözüdür. Ancak alışılmış kevni kanunlara aykırı olduğundan, bunu anlamayabiliriz. Bu soru-cevap faslından anladığımız; kıyamet öncesi yaşanan olaylar, sabit şer’i hükümlere etki etmez; bilakis hükümler, her şart ve zamanda geçerliliğini korur.

Din adına verilmiş sözler, başlanılmış ameller, şer’i ve bireysel sorumluluklar, bazı hadisleri vakıaya indirgeyerek terk edilmez. Hadisin bire bir vakıaya indirgenmesi, başlı başına bir problem olduğu gibi; bunun üzerine amel bina edip, şer’i sorumlulukları terk etmek, daha büyük bir sorundur. (Allah, Yahudi ve Hristiyanların, Müslümanlara olan düşmanlığına dikkat çekmiş ve onlara karşı düşmanlık akidesinin gerekleriyle muamele edilmesini istemiştir. Bazı ahir zaman hadislerinde Rumlarla/Hristiyan Batı, Müslümanların sulh yapacağı zikredilmiş ve Yahudilere karşı beraber cihad edileceği haber verilmiştir. Buradan yola çıkarak bazıları, Hristiyanlarla dinlerarası diyalog diye bir safsata başlatmıştır. Oysa ahir zamanda yaşanacak hadiseler, şer’i sorumlulukları, yani Hristiyan olup Allah’a çocuk nispet ettikleri sürece, onları düşman edinme zorunluluğunu değiştirmez. Bunun nasıl vuku bulacağı, Allah’ın nasıl bu hadiseleri gerçekleştireceği, bizler için gaybdır. Bizler, bu haberlere teslim olup, tasdik etmekle beraber; bu hadislere dayanarak, sorumluluklarımızı ve şeriatla sabit olmuş ahkâmı terk etmeyiz.)

7. İnsanları Gevşekliğe Sevk Edecek Hadislerin Rivayetinden Sakınılmalıdır

Özellikle Ortadoğu’da yaşanan hadiseler, ahir zaman hadislerinin bir daha gündeme gelmesine neden oldu. Asırlardır farklı dinlere mensup insanların merakını celbetmiş bu konu, son yıllarda iyice hissedilir oldu. Bu rivayetlerin özünde var olan; ‘Dünyanın zulüm ve adaletsizlikle dolacağı, sonra Allah’ın Mehdi ve İsa’yı göndererek bu zulme son vereceği ve yeryüzünün adalet ve hayırla dolacağı’ birçok insanı gevşekliğe itmiş ve kurtarıcı beklemeye sevk etmiştir.

Bir meselenin hak olması, onun anlatılması anlamına gelmez. Şayet hak olan mesele anlatıldığında, yine hakkın tahakkuk etmesine vesile oluyorsa, anlatılmasında sakınca yoktur. Fakat hak olduğunda şüphe olmayan hakikatler, insanları batıl bir sonuca sevk ediyorsa, bunların anlatılması yanlıştır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve Muaz bin Cebel radıyallahu anh arasında geçen şu diyaloğa dikkat edelim:

“Rasûl: ‘Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu bilir misin?’ diye sordu. Muaz: ‘Allah ve Rasûlü bilir’ dedi. Peygamber şöyle devam etti: ‘Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamalarıdır. Peki, bu görevlerini yerine getiren kulların, Allah’ın üzerindeki haklarının ne olduğunu bilir misin?’ Muaz: ‘Allah ve Rasûlü bilir’ dedi. Peygamber: ‘Onların Allah üzerindeki hakları, Allah’ın onlara azap etmemesidir’ buyurdu. Muaz: ‘Bununla müjdelensinler diye insanlara haber edeyim mi?’ diye sorduğunda, Allah Rasûlü: ‘Hayır, o zaman bu müjdeye dayanırlar/ameli terk ederler’ buyurdu.” (Buhari, Müslim)

Tevhidin faziletine dair bir mesele, elbette haktır. Ancak doğuracağı sonuç, şeriatın genel makasıdına aykırıdır. Bu sebeple Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, anlatılmamasını uygun görmüştür.

İslam toplumu, kurtarıcı bekleyerek ömür geçiremez. Her zaman ve mekânda, herkes kendi sorumluluklarını yerine getirerek zulme karşı koyar. Allah’ın değişmez kanunlarından biri de şu ayet-i kerimede ifadesini bulan hakikattir:

“…Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez…” (13/Rad, 11)

Kıyametin yaklaştığını, insanların hesaba çekileceğini bildiren naslar varid olunca, müşriklerin alay kasıtlı sorularının yanı sıra; Müslümanlardan bazıları da kıyameti sormaya başladılar. Allah Rasûlü’nün onlara verdiği cevap, bu nasların insanları gevşekliğe değil, amele sevk etmesi gerektiğini gösterir mahiyetteydi.

Enes radıyallahu anh anlatıyor:

“Medine dışında çölde yaşayan birisi Peygambere geldi ve: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyamet ne zaman kopacaktır?’ diye sordu. Rasûlullah: ‘Hay yazık sana, sen kıyamet için ne hazırladın?’ diye sordu.” (Buhari, Müslim)

Ahir zaman hadisleriyle meşgul olmak, sürekli bunları yorumlayıp vakıaya indirgemek, olumsuz birçok sonuç doğurmuştur. Bunların başında, insanların bozulan vakıayı düzeltmeyi terk edip, kurtarıcı beklemeye başlamasıdır. Bundan dolayı; ilim adamlarının, bu hadisleri sürekli meclislerinde dillendirmekten kaçınmaları gerekir.

Sonuç olarak;

Fiten/Melâhim hadislerine yaklaşırken belli bir usül izlenmesi zaruridir. Aksi halde akıbeti hayırlı olmayan neticeler ortaya çıkacaktır. Bunları, maddeler hâlinde yazımızda zikrettik. Ayrıca, yapılan birtakım isabetsiz yorumlar, Allah Rasûlü’nün hadislerine güveni sarsacak, sünnet düşmanlarına dayanak oluşturacaktır. Bu ve benzeri sakıncalardan sakınmak için; Kur’an ve Sünnet ışığında bu hadislere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bazı maddeleri kardeşlerimizle paylaştık. Rabbimizden temennimiz her konuda bizleri kendi katından bir nurla aydınlatması ve basiretli kılmasıdır.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver