Allah’ın (cc) adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Geçen ayki yazımızda gıybetin tanımını, Kur’ân ve Sünnette gıybetin mahiyetini, gıybetten korunmanın en etkili yolu olan tevbe ve takva konusunu ve gıybeti yapılan kişiyle helalleşme usulünü işledik. Bu ayki yazımızda ise insanları bu çirkin eyleme sevk eden sebepler üzerinde duracağız, Allah’ın (cc) izniyle. Zira gıybete sevk eden her sebep, aynı zamanda gıybet bataklığını kurutmanın vesilesidir. Sebepler izale edildiğinde, sebep oldukları münkerin izale olacağı; sebeplerden sakınıldığında, sebep oldukları kötülükten de uzak durulmuş olacağı izahtan varestedir.
Gıybetin Sebepleri[1]
1. Gıybeti Yanlış Tanımlamak
Allah Resûlü (sav) hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde gıybeti tanımlamıştır.
Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Resûlü (sav) ashâbına, ‘Gıybet nedir bilir misiniz?’ diye sordu.
Sahabe, ‘Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Gıybet, kardeşini, hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.’ buyurdu.
Bu sırada Allah Resûlü’ne (sav), ‘Benim söylediğim şey kardeşimde varsa o zaman ne buyurursun?’ diye soruldu.
Bunun üzerine Allah Resûlü (sav), ‘Söylediğin şey kardeşinde varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer söylediğin şey onda yoksa o zaman kendisine iftira etmişsin demektir.’ buyurdu.”[2]
Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi gıybet; Müslim kardeşinin kusurlu olduğunu ima eden, başkasının o Müslim’de kusur vehmetmesini sağlayan her şeydir.[3] Gıybet sözle ve açıktan olabileceği gibi bazen ima yoluyla ve yazıyla da olabilir.[4] Bazen biri hakkında konuşulurken, “Allah hepimizi affetsin, afiyet versin.” gibi imalar, o insanda bir kusur olduğunu imleyen imalardır. Sosyal medyada olumsuz özelliğiyle anılan birine yorum yapmak, yapılan yorumu destekleyici imada bulunmak veya emoji göndermek gıybet olabilir. Birinin hoşlanmayacağı bir taklit, gördüğünde rahatsız olacağı el, yüz ve kaş hareketi gıybet olabilir. Ölçümüz bellidir: Kardeşinin hoşlanmadığı ne olursa olsun; ona açıktan, ima yoluyla, yazılı veya işaret diliyle yapılan her çekiştirme dedikodudur.
Gıybetin tanımını önemli kılan bir diğer şey şudur: Gıybeti yanlış tanımlayan insanlar, gıybeti başka isimler adı altında yapmaya başlarlar. Örneğin, “Ona da söyledim!” gibi cümlelerle gıybet yapan insanlar, birinin yüzüne söylenenin onun arkasından da söylenebileceğini düşünürler. Bazısı da “Olanı söylüyorum.” iddiasıyla, söylediklerinin doğru oluşunu gıybet yapmadığına delil sayar. Oysa gıybetin tanımı bellidir. Bir Müslim’in hoşlanmayacağı şekilde arkasından konuşmak, gıybettir. Bunun onun yüzüne söylenmiş olması ve söylenen şeyin onda olması, yapılanın gıybet olduğu gerçeğini değiştirmez.
2. Öfke Duymak
Dil, kalbin aynasıdır. Şayet kalpte İslam’ın yasakladığı olumsuz duygular ve kalp hastalıkları varsa bu mutlaka bir şekilde dile yansıyacak ve dilin, Allah’ın sınırlarını çiğnemesine sebep olacaktır.
Bu olumsuz duyguların başında öfke gelir. Birine karşı öfke, ondan intikam alma isteği meydana getirir. Öfkelenilen insan aleyhine konuşmak, onu ayıplamak ve ona dair çirkin sözler söylemek öfkeyle tutuşan kalbi bir nebze teskin eder. Örneğin Âişe Annemiz (r.anha), kıskandığı ve dolayısıyla içten içe öfke duyduğu Safiyye Annemiz (r.anha) hakkında, bulduğu ilk fırsatta gıybet yapmış ve Allah Resûlü’nün uyarısına maruz kalmıştır.
Âişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:
“Nebi’ye (sav), ‘Safiyye’nin boyunun kısa olması sana yeter.’ dedim.
Bunun üzerine Nebi (sav) bana, ‘Sen öyle bir söz söyledin ki eğer (o söz) deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı kesinlikle denizin suyunu değiştirirdi.’ buyurdu.
Bir gün Nebi’nin yanında bir adamın taklidini yapmıştım. Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şöyle demişti: ‘Bana şöyle şöyle şeyler verseler dahi bir insanın taklidini yapmak hoşuma gitmez.’ ”[5]
Birine veya bir topluluğa karşı içten içe öfke duyan, onun hakkında konuşulduğunda susmalıdır. Çünkü öfke çok güçlü ve keskin bir duygudur, çoğu zaman insanın ahlaki ilkeler ve akl-ı selimle hareket etmesine engel olur. Öfkeli bir kalbin ilacı, dili tutmak ve adaletten sapmamak için çaba göstermektir.
Öfkeyle ilgili bir diğer mesele şudur: Yüce Allah öfke duygusunu insan fıtratına yerleştirmiştir. İnsan bu duygu ile nefsini, dinini, vatanını… korur. Öfke; Allah, İslam ve insanlık düşmanlarına yönelmeyince, yönelmemesi gereken yere, kişinin öz kardeşlerine yönelir. Bu da gıybete kapı aralar. Tabiinden İyâs ibni Muâviye (rh) gıybet yapan bir öğrencisini böyle terbiye etmiştir.
Sufyân ibni’l Husayn’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“İyâs ibni Muâviye’nin yanında oturuyordum. Derken bir adam geçti, ben de onun aleyhinde konuştum (gıybet ettim).
Bunun üzerine İyâs bana, ‘Sus!’ dedi.
Sonra bana sordu: ‘Sufyân! Sen hiç Rumlara karşı savaşa katıldın mı?’
Dedim ki: ‘Hayır.’
Tekrar sordu: ‘Hiç Türklere karşı savaşa katıldın mı?’[6]
Ben de ‘Hayır.’ dedim.
Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Rumlar senden selâmette kaldı, Türkler de senden selâmette kaldı; ama senin Müslüman kardeşin senden selâmette kalmadı!’
Bundan sonra bir daha böyle bir şey yapmadım.”[7]
Bunca İslam düşmanı bir Müslim’in elinden ve dilinden eminken, kardeşleri emin değilse durup düşünmelidir.
3. Hased Etmek
Kalbi, dolayısıyla dili zehirleyen kalp hastalıklarından biri de hasettir. Denebilir ki hased, gıybetin en etkili sebeplerinden biridir. Zira; “Hased, insanlar tarafından övülen, sevilen ve ikram edilen bir kimseyi çekememek demektir. Böyle yapmakla o adamdan o nimeti gidermek ister ve o nimeti gidermek için de onun aleyhinde atıp tutmayı çıkar yol sanar. Böylece halkın yanında o adamın itibarını düşürmek ister ki halk ona ikram etmekten, onu övmekten vazgeçsin. Çünkü halkın o adamı övmelerini dinlemek, halkın o adamın methini yapmasını ve ikramda bulunmalarını görmek ona ağır gelir. Bu ise hasedin ta kendisidir.”[8]
4. Su-i Zan Yapmak
Bunlardan bir diğeri su-i zandır. En fazla gıybeti yapılan insanlar, haklarında su-i zan beslenen insanlardır. Su-i zan her ne kadar bir düşünce olsa da toprağa atılan tohumun kök salıp güçlendiği gibi kalbe kök salıp kökleşir. Zan sahibi düşüncesinin zan olduğunu unutup hakikat zannetmeye başladığında, o insanı da mutlak kötü, şerli bir insan olarak algılar. Kötü insanın gıybetini yapmayı da meşru bir hak olarak görür.
Allah Resûlü (sav), Tebûk Gazvesi’ne çıktığında sahabeden Ka’b ibni Mâlik, onunla birlikte savaşa çıkmadı. Nebi (sav) kendisini sorduğunda, Ka’b’a karşı sahabede iki ayrı tavır görüyoruz.
Ka’b ibni Mâlik (ra) şöyle dedi:
“Allah Resûlü (sav), Tebûk’e varıncaya kadar benden söz etmemiş. Tebûk’te sahabeden bir toplulukla otururken, ‘Ka’b ne yaptı?’ diye sormuş.
Selemeoğullarından bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü, onun kıymetli iki burdesi ve kibirle iki tarafına bakınması onu alıkoydu.’ demiş.
Muâz ibni Cebel de ‘Ne kötü söz söyledin! Allah’a yemin olsun ey Allah’ın Resûlü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz.’ demiş.”[9]
Selemeoğullarından bir sahabi, Ka’b hakkında su-i zan yapmış, onu geri bırakan şeyin zenginlik ve kendini beğenmişliği olduğunu söylemiştir. Muâz ibni Cebel ise onun hakkında hayır şahitlikte bulunmuştur. Aleyhte şahitlik yapan sahabiyi bu gıybete iten, onun Ka’b hakkındaki su-i zannıdır.
Genelde insanlar günah işleyen insanlara karşı su-i zan beslerler. Onların tevbe edebileceğini, tevbelerinin kabul edileceğini, dahası tevbeleri ile derecelerinin yükseleceğini hesaba katmazlar. O sebeple günah işleyen insanların arkasından konuşmayı önemsemez, çoğu zaman “Fasığın gıybeti caizdir.” hükmünce hareket ederler. Oysa günahından dolayı had cezası uygulanan veya tevbe eden insan, fasık değildir.
Sahabe Dönemi’ne baktığımızda zaman zaman sahabenin de bu hataya düştüğünü ve Allah Resûlü’nün onları uyardığını görürüz.
Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Resûlü (sav) zamanında Abdullah adında Himâr lakabıyla bilinen bir adam vardı. Allah Resûlü’nü güldüren birisiydi. Allah Resûlü onu içkiden dolayı celdetmiş/sopayla vurma haddi uygulamıştı. Bir gün yine Allah Resûlü’ne getirildi. Sopa vuruldu. Orada bulunanlardan birisi dedi ki: ‘Allah’ım ona lanet et!’
Allah Resûlü (sav), ‘Ona lanet etmeyin. Muhakkak ki o Allah ve Resûl’ünü seviyor.’ dedi.”[10]
Bureyde ibni Eslem’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Daha sonraları Câmidli bir kadın gelerek, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben zina ettim, beni temizle.’ dedi.
Allah Resûlü (sav) onu geri çevirdi.
Ertesi gün gelince, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Beni niçin geri çeviriyorsun? Galiba beni, Mâiz’i çevirdiğin gibi geri çevireceksin! Vallahi ben hamileyim!’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Eğer sen kendi aleyhine suçu kabullenip (bu sözünden dönmek) istemiyorsan haydi doğuruncaya kadar git (buradan)!’ dedi.
Nihayet kadın doğurunca bir bez parçası içinde çocuğu getirip, ‘İşte çocuğu doğurdum.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Git, sütten kesinceye kadar onu emzir.’ buyurdu.
Çocuğu sütten kesince onu elinde bir ekmek parçasıyla getirip, ‘Ey Allah’ın Nebisi! Ben bu çocuğu memeden kestim, (ekmeği göstererek) ve yemek yemeye de başladı.’ dedi.
Bunun üzerine, Allah Resûlü (sav), çocuğu Müslimlerden birine verdi ve emretti, kadın için göğsüne kadar bir çukur kazıldı. Cemaate de emir verince kadını taşladılar. Hâlid ibni Velid bir taşla gelerek başına taş atınca kan Hâlid’in yüzüne sıçradı.
Hâlid de kadına hakaret edince Allah Resûlü (sav), ‘Yavaş ol, ey Hâlid! Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki bu kadın öyle bir tevbe etti ki onu bir vergi toplayıcısı yapsaydı mutlaka mağfiret olunurdu.’ buyurdu.
Sonra kadının (defin için hazırlanmasını) emrederek cenazesini kıldırdı ve nihayet kadın defnedildi.”[11]
Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Mâiz ibni Mâlik El-Eslemî Allah Resûlü’ne (sav) gelip bir kadınla haram ilişkide bulunduğuna dört kez şehadette bulundu. Her seferinde Allah Resûlü (sav) ondan yüz çeviriyordu.
Beşinci seferde ona döndü ve ‘Onunla birleştin mi?’ dedi.
Mâiz, ‘Evet, Allah’ın Resûlü.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Senin uzvun ondakinde kayboluncaya kadar mı?’ diye sordu.
Mâiz, ‘Evet.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Mil sürme kabında (ya da) kova ipi kuyuda kaybolduğu gibi mi?’ diye sordu.
Mâiz, ‘Evet.’ dedi.
Allah Resûlü (sav) bu defa, ‘Zinanın ne olduğunu biliyor musun?’ diye sordu.
Mâiz, ‘Evet, insanın hanımı ile helal olarak yaptığını ben onunla haram olarak yaptım.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Bu sözle ne demek istiyorsun?’ buyurdu.
Mâiz, ‘Beni temizlemeni istiyorum.’ dedi.
Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) emretti ve Mâiz recmedildi.
Allah Resûlü (sav), ashâbından iki kişiden birinin diğerine, ‘Şu adama bak! Allah onu gizlemişken nefsi onu bırakmadı da köpek taşlanır gibi taşlandı.’ dediğini duydu. Hiç ses çıkarmadı, sonra bir müddet yürüdü ve ayağını dikmiş bir eşek leşine rastladı. ‘Falan ve falan neredeler?’ dedi.
Onlar, ‘Buradayız, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler.
Allah Resûlü (sav), ‘İnin ve şu eşeğin leşinden yiyin.’ buyurdu.
Adamlar, ‘Ey Allah’ın Nebisi! Bundan kim yiyebilir ki?’ dediler.
Allah Resûlü (sav), ‘Sizin az önce kardeşinizin ırzına sataşmanız, bunu yemekten daha şiddetlidir. Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki o şimdi cennet nehirlerine dalmaktadır.’ buyurdu.”[12]
5. Dolaylı Olarak Kendini Övmek
Nefis hastalıklarından biri insanın kendini övmesi, nefsini temize çıkarma arzudur. Allah (cc), insanı terbiye ederken nefsi temize çıkarmayı, nefsi övmeyi yasaklamıştır.
“Nefislerini temize çıkaranları görmedin mi? (Hayır, öyle değil!) Bilakis, Allah dilediğini temize çıkarır. Ve onlar kıl kadar da olsa zulme uğramazlar.”[13]
“Nefislerinizi temize çıkarmayın. O, korkup sakınan (takva sahiplerini) en iyi bilendir.”[14]
Gıybet dolaylı olarak nefsi övmek, nefsi temize çıkarmaktır. Gıybet yapan kişi lisan-ı hâliyle şöyle der: Falanca zikrettiğim kusurların hiçbiri bende yoktur, bende olmadığı için de başkalarını eleştiriyorum. Nefsin derinliklerinde yer eden bu düşünüşün tarifsiz bir hazzı vardır. Âlimlerin “Gıybet Şehveti” ifadesinden kastettikleri de bu hazdır.
6. Başkalarının Kusurlarını Dillendirip Kendi Nefsini Unutmak
İnsanın ruhunu ve kalbini daraltan manevi çelişkileri, ahlaki tutarsızlıkları vardır. Bunların başında da olmak istediği kişiyle olduğu kişi arasındaki fark vardır. Bu durum çoğu zaman insan ruhunda tarifsiz bir sızıya sebep olur. Hakikatte bu sızı İlahi rahmettir. İnsanın kendine çekidüzen vermesi ve hayatındaki çelişkileri düzeltmesi için fırsattır. Allah’ın rahmet ettikleri hariç, genelde insanlar ruh sızılarını rehber edinip ıslah olmak yerine başkalarını çekiştirmek suretiyle ruh sızısını uyuşturmayı tercih ederler. İçlerindeki sızı arttıkça başkalarını eleştirmenin, yani gıybetin dozunu arttırırlar.
Allah Resûlü (sav), insan nefsindeki bu hastalığa dikkat çekmek için şöyle buyurur:
“Sizden biri kendi gözündeki kütüğü görmez de kardeşinin gözündeki çeri çöpü görür.”[15]
İnsan kendi nefsinden razı olmamalı, öz nefsinin ıslahıyla ilgilenmeli ve onu geliştirmek için çabalamalıdır. Allah’ın Nebisi Yûsuf (as) dahi der ki:
“Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis -Rabbimin merhamet ettiği müstesna- çokça kötülüğü emreder.”[16]
Nefsin ayıp ve kusurları konusunda arif insanlar, bu hakikatin farkına varmışlardır. Seleften Rebî’ ibni Husyem’e, “Neden kimseyi ayıplamıyorsun?” diye sorulunca veya onun yanında birinin kusurları zikredilince, “Ben kendi nefsimden razı değilim ki onu bırakıp da başkalarının kusurlarıyla uğraşayım. (Ne şaşılası şey; gıybet yapanlar) başkalarının günahlarından dolayı Allah’tan korkuyor, kendi günahları söz konusu olunca güven içinde yaşıyorlar.” cevabını vermiştir.[17]
Yine Hasan El-Basrî (rh) der ki: “Ey Âdemoğlu! Kendinde olan kusuru görmeyip onu ıslah için çabalamadan, başkalarını o kusurdan ötürü ayıpladıkça imanın hakikatini idrak edemezsin. Kendi nefsini ıslahla uğraştıkça, her ıslah ettiğin hatadan sonra ıslah edilmesi gereken başka bir hata göreceksin. Bu da seni kendi nefsinle ilgilenmeye sevk edecektir. Allah’ın en sevdiği kullar böylesi kimselerdir.”[18]
7. Dalga Geçme Ahlakı
“Ey iman edenler! Bir erkek topluluğu, başka bir erkek topluluğuyla alay etmesin. Belki (alay ettikleri) kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınlarla alay etmesinler. Belki (alay ettikleri) kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi nefislerinizi ayıplamayın, birbirinize lakap takmayın. İmandan sonra fasıklık, ne kötü bir isimdir. Kim de tevbe etmezse bunlar zalimlerin ta kendileridir.”[19]
Başkalarıyla alay etme ahlakının ardında onları küçük görmek yatar. Bu nedenle alayı yasaklayan ayet, alay edilenin alay edenden daha hayırlı olabileceği gerçeğine dikkat çeker. Başkalarını küçük görenin yanında onların şahsiyetlerinin bir kıymeti olmaz. Hâliyle onlara hakaret etmeyi, onları aşağılamayı ve şahsiyetlerini ayaklar altına alacak şekilde çekiştirmeyi önemsemezler.
Ayrıca alay etmek, bir ahlaktır. Alaycı birey ve toplumlar, üzerinde tepinecekleri dalga malzemesi ararlar. Çoğu zaman ya birbirlerini ya da ortamda bulunmayan birilerini alaya alırlar. Bu da gıybetin kapılarını açar.
8. Konuşmayı Amelden Saymamak
Çoğumuz dilimizin amelini, amel defterimize kaydedilen amellerden saymayız. Bu da dil ile işlenen masiyetleri kolaylaştırır. Allah Resûlü (sav) ile Muâz ibni Cebel arasında geçen diyalog, bu gerçekliğe işaret eder.
Muâz ibni Cebel’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Resûlü, ‘Sana (Tevhîd, namaz, zekât, oruç, sadaka, gece namazı, cihad gibi) tüm bu amellerin temelini bildireyim mi?’ buyurdu.
Ben de ‘Evet, ey Allah’ın Resûlü, bildir.’ dedim.
Allah Resûlü (sav) dilini tuttu ve ‘Şu dili tutman sana yeterdir.’ buyurdu.
Ben de ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bizler konuşmalarımız yüzünden sorguya çekilecek miyiz?’ dedim.
Şöyle dedi: ‘Anan hasretine yansın ey Muâz! İnsanları yüzükoyun ve burunları yerde sürünerek cehenneme dolduran, dillerin kazandığından başkası değildir.’ ”[20]
Fudayl ibni İyâd ve Ömer ibni Abdulazîz gibi selef imamları, “Sözünü amelinden sayan, kendini ilgilendirmeyen konular hakkında az konuşur.”[21] demiş, sözü amelden saymanın dil üzerindeki terbiye edici etkisine dikkat çekmişlerdir.
9. Şahsiyete Yönelik Masiyetleri Önemsememek
İslam, insanların can ve mallarını emniyet altına aldığı gibi onların şeref, haysiyet ve kişilik haklarını da koruma altına almış; insanların kişilik haklarına yönelik her türlü saldırıyı yasaklamıştır. Gıybet, kovuculuk, iftira ve alay gibi ahlakların masiyet sayılma hikmetlerinden biri de budur. Maalesef gıybet masiyetinin bu denli yaygın olma nedenlerinden biri de insanların bu konudaki bilinçsizliğidir. Çoğu insan, insanın kanını dökmenin haram olduğunu bilir, ancak şahsiyetini ayaklar altına almanın haram olduğunu idrak edemez. Yine çoğu insan başkasının malında Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnemenin haram olduğunu bilir, ancak dedikodu yaparak onun şahsiyetini ayaklar altına almanın haram olduğunu bilmez. Oysa Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:
Saîd ibni Zeyd’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:
“En tehlikeli faiz (veya faizden dahi daha büyük günah) kişinin Müslim kardeşi hakkında haksızca ileri geri konuşmasıdır.”[22]
10. Allah’ın Murakabesini Unutmak
Kuşeyrî der ki: “Yaratılmışlar hakkındaki gıybet, Yaratan hakkındaki gaybetten kaynaklanır.”[23] Bu, şu demektir: Allah’ın (cc) bizi gördüğü ve duyduğunu unuttuğumuzda gıybet yapmak kolaylaşır. Bu sebeple Allah Resûlü (sav) gıybet yapmayı iman zayıflığına bağlamış, dilden kalbe inmeyen imanın insanı gıybete sevk edeceğini haber vermiştir.
Ebû Berze El-Eslemî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Ey diliyle iman ettiğini söyleyen, fakat kalbine iman girmeyen insanlar topluluğu! Müslimlerin gıybetini yapmayınız. Onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü kim onların ayıplarını araştırırsa Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah (cc) kimin ayıbını araştırırsa onun ayıbını evinde dahi olsa açığa çıkarır.”[24]
Özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla insanlar gerçek ile sanal ayrımını yitirdiler. Normal zamanda dahi çokça Allah’ı unutan ve çokça unuttuğu için nisyan kökünden insan diye isimlendirilen bizler, sosyal medyada tamamen unutuyor, sosyal medyada yazıp çizdiklerimizden, beğeni ve yorumlarımızdan sorumlu olmadığımızı düşünüyoruz. Bu da sanal dedikodunun yaygınlaşmasına vesile oluyor.
11. Arkadaşlara Uymak, Onlarla Arayı Bozmaktan Çekinmek
“Emsâl ve akranına uymak, arkadaşlarına ayak uydurmak ve konuşma hususunda onlara yardım etmektir. Çünkü arkadaşları halkın gıybetini yaptıkları zaman, kişi onların yaptıklarını inkâr ettiği veya meclislerinden kalktığı takdirde arkadaşlarının ağrına gidip kendisinden nefret edeceklerini düşünür. Böylece bu hususta onlara yardımcı olur ve bunu da güzel muaşeretten sayar. Arkadaşlıkta müsamahalı davrandığını zanneder. Bazen arkadaşları öfkelenirler. Onlara uymak için o da öfkelenmeye mecbur olur ki sıkıntıda ve bollukta onlarla beraber olduğunu göstermiş olsun. Dolayısıyla onlarla beraber başkalarının ayıplarını ve kötü sıfatlarını saymaya dalar.”[25]
Kul olduğunun idrakine varan insan, şunu asla unutmamalıdır: Hiç kimsenin hatırı bizi yaratan Allah’ın (cc) hatırından ve kimsenin rızası O’nun rızasından daha değerli değildir. Yine hiçbir öfke O’nun (cc) öfkesinden daha çetin değildir. Arkadaşını razı etmek pahasına O’nu (cc) kızdıranlar, dünyada da ahirette de hüsrana uğrarlar. Zira O razıysa, hükmettiği tüm kalpleri insandan razı edebilir. O razı değilse, tüm kalpleri insandan sarf edebilir.
Âişe Annemizden (r.anha) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Her kim insanlar gücense bile Allah’ın rızasını isterse Allah o kimseyi insanların sıkıntısından kurtarır. Ve her kim de Allah’ın gücenmesine karşılık insanları hoşnut etmeye çalışırsa Allah da o kimseyi insanlara havale eder.”[26]
Kaldı ki arkadaşın rızasının insana ne faydası olacaktır ki? Bugün razı olan arkadaş yarın herhangi bir sebepten yüz çevirecek, ilgisi başka şeylere kayacaktır. Geçici ve faydasız bir rıza için ebedî ve iki cihan saadeti olan bir rızayı kaybetmemek gerekir. Hele ki en yakın arkadaşın dahi hesap ânında insanı terk edeceği haber verilmişken…
“O gün kişi, kardeşinden kaçar, anne ve babasından, hanımından ve çocuklarından, o gün, bunlardan her birinin kendisine yetecek bir işi/derdi vardır.”[27]
Yine unutmamak gerekir ki gıybet yapmak ile gıybeti dinlemek arasında fark yoktur. Çoğu insan arkadaş ortamında gıybete iştirak etmediklerini iddia eder. İbni Kudâme, Muhtasaru Minhâci’l Kâsidîn kitabında der ki:
“Şunu bilmelisin: Gıybeti dinleyen kişi, gıybet edenle ortaktır. Onu dinlemekten doğan günahtan ancak diliyle itiraz ederse kurtulabilir. Şayet korkarsa kalbiyle buğz etmesi gerekir. Eğer yerinden kalkmaya ya da başka bir sözle konuyu kesmeye gücü yeterse, bunu yapması gerekir.
Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Bir müminin izzeti ayaklar altına alınırken, onu savunmaya gücü yettiği hâlde savunmayanı Allah Teâlâ, Kıyamet Günü mahlûkatın önünde zelil eder.’
Ve yine şöyle buyurmuştur: ‘Bir mümini çekiştiren bir münafığa karşı onu savunan kimse için, Allah Kıyamet Günü onun etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir.’
Ömer ibni Utbe, kölesini bir kimseyle birlikte bir başkasının gıybetini ederken görünce şöyle dedi: ‘Yazıklar olsun sana! Nasıl ki dilini kötü söz söylemekten koruyorsan kulağını da onu dinlemekten koru. Çünkü dinleyen, söyleyenle ortaktır. O adam, kabındaki pisliği senin kabına boşalttı. Eğer o sefih kimsenin sözünü ona geri çevirmiş olsaydın, onu söyleyenin mutsuz olduğu gibi sen de onun karşısında bahtiyar olurdun.’ ”[28]
12. Dilin Allah’ın Zikriyle Meşgul Olmaması
İbni Kayyim (rh) şöyle der:
“(Zikir;) dili gıybet, kovuculuk, yalan, çirkin söz ve batıldan korur. Çünkü kul, mutlaka konuşacaktır. Şayet konuştuğu şey Allah’ın zikri ve O’nun emri değilse, insan mutlaka zikredilen haramları veya bir kısmını konuşacaktır. Tecrübe ve müşahede şahittir ki dilini Allah’ın zikriyle ıslak tutan insan, batıl ve boş sözden dilini koruyacak, dili Allah’ın zikriyle ıslanmayanın dili ise batıl, boş ve çirkin sözlerle ıslanacaktır.”[29]
Yukarıda okuduğumuz sebeplerin her biri gıybeti kolay ve yaygın hâle getiren vesilelerdir. Gıybetten sakınmak isteyen kişi bu sebep ve vesilelerden uzak durmalıdır. Rabbim; sevdiği hasletleri bize sevdirsin, sevmediklerini bize kerih göstersin. Allahumme âmin.
[1] bk. İhyâu Ulûmi’d Dîn, Dâru’l Ma’rife, 3/146 vd; Mevsûatu Nadreti’n Naîm 11/5163; Âfâtu’l Lisân fî Dev’i’l Kitâbi ve’s Sunne s.19 vd; Mevsûatu’l Ahlâki’l İslâmiyye, 2/415 vd.
[2] Müslim, 2589
[3] bk. El-Ezkâr li’n Nevevî, Dâru’l Fikr, s. 338
[4] bk. Muhtasaru Minhâci’l Kâsidîn, Mektebetu Dâri’l Beyân, s. 170
[5] Ebu Davud, 4875
[6] İslam’a girmeden önce Türklerle savaşı kastediyor.
[7] Tenbîhu’l Ğâfilîn bi Ehâdîsi Seyyidi’l Enbiyâi ve’l Murselîn, s. 165
[8] İhyâu Ulûmi’d Dîn, Dâru’l Ma’rife, 3/147
[9] Buhari, 4418; Müslim, 2769
[10] Buhari, 6780
[11] Müslim, 1695
[12] Ebu Davud, 4428
[13] 4/Nisâ, 49
[14] 53/Necm, 32
[15] Sahîhu İbni Hibbân, 4597
[16] bk. 12/Yûsuf, 53
[17] bk. Kitâbu’z Zuhd li’l İmâm Ahmed, 1969; Sıfatu’s Safve, 2/35
[18] Sıfatu’s Safve, 2/138
[19] 49/Hucurât, 11
[20] Tirmizi, 2616; İbni Mace, 3973
[21] Ez-Zuhd l’ibni Ebî Âsım, Dâru’r Reyyân, 61; El-Ezkâr li’n Nevevî, Dâru’l Fikr, s. 335, 1029 No.lu rivayet
[22] Ebu Davud, 4876; Ahmed, 1651
[23] Nazmu’d Durer, Dâru’l Kitâbi’l İslâmî, 18/379, Hucurât Suresi, 12. ayetin tefsiri
[24] Ebu Davud, 4880
[25] İhyâu Ulûmi’d Dîn, Dâru’l Ma’rife, 3/14
[26] Tirmizi, 2414
[27] 80/Abese, 34- 37
[28] Muhtasaru Minhâcu’l Kâsidîn, Mektebetu Dâri’l Beyân, s. 170-171
[29] El-Vâbilu’s Sayyib, Dâru Atââti’l İlm, 1/98-99