Ali bin Ebi Talib’ten radıyallahu anh nakledildiğine göre o şöyle demiştir:
“Bakî mezarlığında bir cenaze defnediyorduk. Rasûlullah geldi, oturdu. Biz de onun etrafında oturduk. Eline bir baston vardı. Bastonunun ucunu aşağıya doğru eğerek ucuyla yere vurmaya başladı. Daha sonra şöyle buyurdu:
‘Aranızda Yüce Allah’ın cennet ve cehennemdeki yerini yazmadığı, bedbaht mı yoksa bahtiyar mı olduğu yazılmadık hiçbir kimse yoktur.’ Bir adam: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! O hâlde biz niçin hakkımızda yazılanlara bel bağlayıp ameli terk etmiyoruz, diye sordu. Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Bahtiyarlardan olan kimse bahtiyar kimselerin ameli ile amel edecektir. Bedbahtlardan olan da bedbaht kimselerin ameli ile amel edecektir.’ Daha sonra şu ayetleri okudu: ‘Artık kim (infak edip) verir, sakınır ve en güzeli (el-Husnâ’yı) tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız (onda başarılı kılarız). Kim de cimrilik eder ve kendisini müstağni görür ve en güzeli (el-Husnâ’yı) yalanlarsa biz de ona en zor olanı kolaylaştırırız.’ [1] ” [2]
Allah subhanehu ve teâlâ yüce zâtını tevhid eden, indirdiklerini içtenlikle onaylayan, Rasûlü’ne itaat eden ve ashab-ı kirâma radıyallahu anhum ihsân üzere tâbi olan, Rasûlü’nün ashabı gibi sağa sola eğrilip bükülmeden dosdoğru yolu üzere yürüyüp sa’y-u gayret gösteren bahtiyar kulları hakkında büyük hayırlar murad buyurmuştur. Cömertliklerinden, sadakatlerinden ve takvalarından ötürü rızasını ve hoşnutluğunu celbeden söz ve amellerde onları başarılı kılar, türlü türlü hayır yollarını kendileri için elverişli ve ulaşılabilir hâle getirip kolaylaştırır. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem vefatından sonra seçkin ashabının da radıyallahu anhum ebedî âleme göçmesinden sonra onların izlerini takip ederek peşlerinden güzelce gidenler yine istikamet üzere yürümüşlerdir. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yöntemini izlemiş, hidâyetiyle hidâyet bulmuş, neye davet ettiyse kendileri de ona davet edip çağırmış ve üzerinde bulundukları Tevhid ve Sünnet hâli onlar için musahhar ve müyesser kılınmıştır. Tevhid ve Sünnet ehlinin sözleri akıl sahipleri için yeterli, özlü, şifa verici ve faydalıdır. Çünkü yazdıklarının ve konuştuklarının kaynağı tevhiddir, sünnettir ve Nebevî menhecdir. Bunlar ise nurların ortaya çıktığı, hidâyetin esası ve her bir hayrın vesilesi olan kaynaklardır.
Abdullah bin Amr radıyallahu anh, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
“Şüphesiz ki Allah mahlukatı bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara kendi nûrundan bıraktı. Bu nûrdan kendisine birşey isabet eden hidayet bulur, bir şey isabet etmeyen de dalâlette kalır.” [3]
“Muhakkak biz her şeyi bir kader ile yarattık.” [4] diye buyuran Yüce Allah’ın kaza ve kaderini kabul etmeyenler: “Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da şirk koşmazdık.” [5] diyen müşriklerin safında hiza ve istikamete geçmişlerdir. Bunlar Allah’a subhanehu ve teâlâ hasım olmuş bedbaht ve mahrum kalmış biyolojik varlıklardır.
Kur’an-ı Kerim’de tevhide dair gösterilen her bir ayet/delil, aynı zamanda kader için de delildir. Zira kaderin kabulü, tevhidin olmazsa olmaz esaslarındandır.
Tevhidle tanışarak kalbine iman girdikten sonra yalanlayıp irtidat eden kafirin küfrü, henüz iman ile tanışmadan yalanlamakta olan kafirlerin küfründen daha büyük bir küfürdür.
Allah subhanehu ve teâlâ, kalbin kendisiyle hayat bulup, hayatına hayat kattığı ve nûr üstüne nûra kavuştuğu kitabını/vahyini ‘ruh’ diye nitelendirmiştir. Böylece temiz fıtratın üzerine ayrıca vahiy nûru da eklenmiş olur.
Nûr, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden ve sıfatlarından birisidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vitir namazını bitirince: “Allah’ım! Kalbimde, gözümde, kulağımda, sağımda, solumda, üstümde, altımda, önümde, arkamda bir nûr yarat. Sana kavuşma gününde benim için bir nûr yarat!” [6] diye dua etmiştir. İslâm nûrdur, bahtiyar Mümin/e/lerin kalbi iman nûruyla parıl parıldır, Mümin/e/lerin dilinden nûr akar, yüzlerinde de nûr vardır. Yarasanın ışıktan rahatsız olması gibi bedbaht müşriklerin nevrini döndüren de işte bu nûrdur.
Şeytanın, bir masiyet işlemeleri için kafirlere ve facirlere bir kez dahi emredip onları talimatlandırması kâfidir. Zira kâfir ve facir kimseler, şeytanın telkinlerini çabucak kabul eder ve tıpkı bir erin komutanına itaat etmesi gibi ona itaat ederler. Mümin kimseleri masiyete davet etmesi yahut Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı haddini aşmayı emretmesi ise sürekli ve ısrarlı bir şekilde devam eder. Müminler üzerinde herhangi bir egemenlik kuramamaktan ötürü bu hıncını, yeryüzünün doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden ve Orta dünyada tüm enis-u cenislerini ‘Ahzab’laştırıp onların üzerine saldırtmakla almaya çalışır.
“Onun musallat olup, hakimiyet kurması ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlar üzerinedir.” [7]
Mümin bir kulun Yüce Allah’tan kendisi için hayırlı olanı dilemesi ve sonra da Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendisi hakkındaki kaza ve kaderine (hoşuna gitse de, gitmese de) razı olması, El-Aziz ve El-Celil olan Rabbimizin o Mümin kuluna tevfiki ve onu bahtiyar kılmasının bir neticesidir. Rıza; hayrın sevdiği şeylerde mi, hoşlanmadığı şeylerde mi olduğunu bilmediği hâlde, hükümlerin mecrâsı altında Mümin kalbin sükûn bulmasıdır.
Her bir insanın kalbi, rahmanî ve şeytanî orduların kesintisiz olarak mücadele hâlinde bulundukları bir harp meydanı gibidir. Rahmanî ordudaki meleklerin kalbe yönelik akını (ilhamı) hayr vaad etmek ve bu vadolunanı tasdik etmek doğrultusundadır. Şeytanî güçlerin akını (fitlemeleri) ise her daim şerri vaad etmek, hakkı yalanlamak ve isyâna davet etmektir.
Dünya hayatındaki en büyük nimet olan tevhid ile hayr ve hayra ulaştıran sebepler onun için bulunmuyorsa bu hâl, o kimse hakkında şerrin ta kendisidir.
Nûr ile zulûmatı, yeryüzü ile gökleri, cennet ile cehennemi, melekler ile şeytanları, müminler ile kâfirleri, salihler ile facirleri, sıcağı soğuğu, hastalığı ilacı, acıları lezzetleri, kederleri sevinçleri yaratan Allah subhanehu ve teâlâ, her türlü hayr, hidayet, iman ve salahın elçisi olan Cebraîl’i de, her türlü şerre çağıran, tüm kötülüklerin kaynağı ve maddesi olan İblis’ide yaratmıştır. Dileyen, Cebraîl’in aleyhisselam getirdiklerine gönülden bağlanıp bahtiyar, ulvî, duru, pâk ve şerefli ruhların arasına katılsın. Dileyen de, şerîr İblis’in üfürüklerine ve telbisatına aldanıp habis, bedbaht ve zelil ruhlar arasında yer alsın.
Bir kimsenin aklı kemâle erdirilir, eksiksiz basiret sahibi kılınır, önünde bulunan hayrı engelleyici sebepler birer birer ortadan kaldırılır, hayırlı ve şerefli arkadaşlara sahip olur, hayrın yollarına ulaşmak kendisi için kolaylaştırılır, hak yolundan geri bıraktıran oyalayıcı hâlleri giderilir, gafletin illetleri kaldırılır ve kendisine Allah’a yakınlaştırıcı amelleri işleme imkânı bahşedilirse o kimse, Yüce Allah’ın kendisine büyük bağışlarda bulunup hakkında hayır murad ettiği mutlu kılınmış bahtiyar kullardandır. Bu hâllerin tam tersiyle müptela kılınıp bedbahtlardan olan ise, o hâl üzere devam ettiği müddetçe bizzat kendi öz nefsi için bir taziye çadırı kursun.
Kişinin El-Aziz ve El-Celîl olan Rabbini anması onun en büyük menfaati ve nefsi lehindeki en büyük paydır. Kalbin, zihnin ve ruhun bunca sayısız nimetten hakiki mânâda istifade etmesi, felah bulması, saadete ermesi ve ıslahı, ancak Allah’ı subhanehu ve teâlâ anması, O’nu benzersiz bir muhabbetle sevmesi, O’na pazarlıksız bir şekilde itaat etmesi, O’na yönelmesi ve O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirmesiyle mümkündür.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendisi üzerindeki sayılamayacak nimetlerini dile getirip itiraf ederek O’na şükretmek her bir kul üzerinde fıtrî, aklî ve şerî bir vecibedir. Allah subhanehu ve teâlâ, kendisine şükreden, O’na itaatle boyun eğen, O’nu ta’zim ve tekbir eden, nimetlerini ve ihsânını dile getiren, O’nu seven, O’nu tevhid eden ve O’na hamd eden kullarını sever. Allah subhanehu ve teâlâ şükredilmeyi ve şükredenleri sever. Yapılan her bir iyilik, geçmişte yapılan bir kötülüğü siler. Yapılan bir kötülüğün cezası(nın tamamı değil, bir kısmı) da, ondan sonra yapılan başka bir kötülüktür.
Musibet ve belalarla sınandıktan sonra afiyet bulmanın, yokluk ve fakirlikten sonra zenginleşenin, koyu bir dalâletten sonra hidayete ulaşanın ve türlü türlü meşguliyetlerle darmadağın olmuş kalbi itminan bulan kimsenin duyacağı tarifsiz sevinç ile bu acıları hiç tatmamış birisinin sevinci arasında gece ile gündüz gibi fark vardır. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem Taif dönüşü Mut’im bin Adiyy’in himayesinde Mekke’ye girişi ile Fetih gününde Mekke’ye girişi arasındaki fark ne kadar da büyüktür…
Hem itikadî, hem de menhecî olarak çağımızın en büyük belası ‘Demokrasi Dini’dir. Bu Din-i racim’e ferdî, cemaî veya parti olarak intisap ettikten sonra İslam coğrafyasında henüz bir tek örneği olmadığı hâlde aynı dinin kurallarına göre laik-batıcı-sol-sosyalist-milliyetçi tüm rakip partilere velev ki ağır bir hezimet(!) yaşatarak siyasal iktidarı ‘Silahsız Fetih’ diye isimlendirip ele geçirmek ile; mesela, Kudüs’ün fethini müjdeleyen ve o dönem hemen hemen tümüyle haçlılaştırılmış Şam bölgesinin tamamen İslam ordularının kontrolüne geçtiği savaşta Hıttîn kalesini fethederek günümüz batılı demokratların ataları olan haçlı ordularını zillet içinde bırakıp darmadağın eden Komutan Selahaddin’in zaferi, üstünlüğü ve şerefi birbirinden ne kadar da uzak…
Bir kimse yahut bir zümre eğer tevhid ümmeti nazarında zelil ise, o kimse veya o topluluğun bu hâlini hakiki nedeni onları Yüce Allah’ı Rabb ve Veli edinmekten yüz çevirmeleri ve nefisleriyle baş başa bırakılıp şeytanın her iki türünü de dost edinmeleridir.
Basiret ve feraset sahibi bir mümin, herhangi bir bedbaht müşrik/kâfir kişiliğe nazar ettiğinde onun şu hâllerden biri yahut birkaçıyla malul olduğunu müşahade edecektir: Ruhunda ve göğsünde bir darlık ve sıkıntı vardır ki bu hâl imanı kabul etmeye engel olur. Hidayet bulmalarından ve temizlenmelerinden alıkoyacak şekilde her türlü masiyeti cazip ve süslü görüp severler. Temiz fıtrat ve selim kalplerin idrak etmekte zorlandığı bir şekilde hak ile bâtılı karıştırırlar. Öyle ki, onların nazarında bâtıl hak, bidat sünnet, katıksız şirk ise tevhid olarak görülür ve isimlendirilir. Bu sınıf beni âdemin marazî hâli hakiki anlamda körlük, sağırlık, dilsizlik, dalâlet, gaflet ve bedbahtlığın sonucudur.
Dilsizliğin/lâl olmanın en ağır olanı kalbin hakka karşı dilsizliğidir. Kalbin hakka karşı kör olması gözlerin görmemesinden, sağırlığı da kulakların sağırlığından daha ağır ve uhrevi neticeleri itibariyle telâfisi mümkün olmayan büyük bir kayıp ve yıkımdır.
Uzun ömürlülerden olacağını vehmederek aldanan da, ardı arkası kesilmeyen emellerden ötürü gevşeyip gaflete düşen de bilmelidir ki, gelecek olan her şey yakındır.
Hayır ve şer namına kalpte her ne varsa gözlerde, yüzün sayfasında ve dilin kıvrımlarında ortaya çıkıverir. Dil kalbin tercümanı, yüz kalbin yazı tahtası, gözler ise kalbin adetâ bir tür fihristi gibidir. Gözler, kalbin içindekiler hakkında feraset ve basiret sahibi mümin muhataba fikir verir.
İbret; bir hâdiseden çıkarılan göz açıcı ve uyarıcı niteliğindeki derstir. Hem meleklerin, hem de müminlerin, iblisin ibretlik hâlini ve onun meleklik mertebesinden şeytanlık derekesine düşüşünü görmelerinden sonra akıbetlerinden korkmaları daha da artmıştır. Hiç şüphe yok ki melekler iblisin bu hâline şahit olduktan sonra Allah’a karşı daha ileri düzeyde bir ubûdiyet mertebesine yükseldiler. Allah Teâlâ’dan haşyet duymaları ve mükemmel derecedeki itaatleri son raddeye vardı. Allah subhanehu ve teâlâ insanları atası olan Âdem ile cinlerin ilk atası olan iblisi günah işlemekle imtihan etmiştir. Allah Teâlâ, iblisi, masiyet ve günahlar üzerinde ısrar edip bunu sürdürenlere yahut böyle bir akıbetten korkanlar için ibret kılarken, Âdem’i de aleyhisselam, tövbe edip Rabbine dönmek isteyen samimi kullar için bir ibret kıldı ki, her iki tabloda da hakiki mânâda göz kamaştırıcı büyük bir hikmet vardır.
Şeytanın telbisatına ve tezyinatına ancak cahiller aldanır. Şeytanın süslemesi ve nefsin bilgisizliğinin (cehaletinin) kaçınılmaz neticesi beladır. En büyük bela ise Allah’a karşı cüretkâr olmaktır. Geçmişte yaşamış bazı imamlar şöyle demişlerdir: ‘Bir yerde Allah’a isyan varsa, orada cehalet/cahiliye hakimdir. Allah’a isyan eden herkes cahildir.’ Şerrin ve delâletin süslü gösterilmesi cin ve insanları şeytanlarının fitlemeleriyle olur. Hayrın ve hidayetin güzel gösterilip teşvik edilmesi de melekler ve bahtiyar müminler vasıtasıyla olur.
Kişiye verilmiş olan nimetler esasen bir fitnedir/imtihan vesilesidir. Yoksa bu nimetler kişi için bir ‘Değerli Oluş’un ölçüsü yahut delili değildir.
Bahtiyar kulların yaptığı ibadetlerden Yüce Allah’a en sevgili olan ubûdiyet türü; O’nun için dost edinip sevmek ve O’nun düşmanlarına yine O’nun için düşmanlık etmektir. İdris’in aleyhisselam kendi döneminde Kabil’in azgın olan zürriyetine karşı cihad etmesi sırf bu sebepten idi. Tıpkı bugün Allah subhanehu ve teâlâ için birbirlerini seven muvahhid mücahidlerin eritilmiş kurşun misali tek yürek ve tek saf hâlinde Allah subhanehu ve teâlâ için Allah’ın düşmanlarına düşmanlık edip, onlara karşı cihad etmeleri gibi. İşte Allah subhanehu ve teâlâ katında ibadetlerin en üstünü; O’nun için muvâlat, O’nun için düşmanlık etmek, O’nun için muhabbet, O’nun için buğz etmek, O’nun yolunda cihad etmek ve O’nun rızası için düşmanlarına karşı durmak ve hatta müminin şu dar-ı dünyada en değerli varlığı olan canını dahi bu uğurda severek feda etmesidir.
Rabbanî ulema hikmet ehline göre nasıl ki Allah’ı subhanehu ve teâlâ veli edinen, O’na şükreden, O’na iman edip itaatte bulunan muvahhidlerin varlığı bir hakikat ise; ilahî hikmet gereği Allah’a, Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem, İslâm’a ve tevhid ümmetine düşmanlık eden ve Allah’a karşı büyük bir nankörlükte bulunup kâfir olan müşriklerin/kâfirlerin varlığı da gereklilikten öte muvahhidlerin yüce Allah’ın sayısız ikramlarına ve şânına yaraşır vaadlerine ulaşmalarının vesilesi olmaları hasebiyle bir ‘nimet’tir. Muvahhidler ile müşrikler arasındaki mücadele ve mukatele yoluyla Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevdiği birçok güzel/salih amel en mükemmel şekliyle ortaya çıkar. Hakiki anlamıyla Hizbullah; Hizbullat’a karşı cihad etmek ve Allah subhanehu ve teâlâ yolunda onlara karşı çıkarak Lat ordularını, destekçilerini ve taraftarlarını zelil edip alçaltmak ve kesin bir yenilgiye uğratmakla Allah Teâlâ’ya yaklaşma imkânı bulur. İşte böylece Allah’ın subhanehu ve teâlâ kelimesi ve daveti, Lat sürüsü bâtılın çirkin kelimesine ve bedbahtlık davetine üstünlük sağlar; bu yolla da tevhidin yüce şerefi ve izzeti apaçık bir şekilde ortaya çıkmış olur.
Salih ameller işlemek El-Kerim olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ ikrâmı, ihsânı, kuluna kendi lütfundan ve kereminden hidayet ve imanı nasip etmiş olmasındandır. Bu hâl üzere akıbet hayr olursa, ahiret de (biiznillah) cennet olur. Cennet ehli şöyle derler:
“Hidayetiyle bizi (bu nimete) ulaştıran Allah’a hamd olsun. Allah bizi bu yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” [8]
Ebedi kalış yurduna yönelip yoğunlaşıyor, aldanış yurdu dünyadan ve dünyevîleşmekten uzak kalmaya çalışıyor ve (kaçınılmaz olan son) kendisine gelip çatmadan ölüme hazırlanıyorsa bir mümin, bil ki nûr kalbinde yer edinmiş ve o kalp inşirah bulmuştur.
Hakiki mânâda büyüklük; tartışmasız bir şekilde kudret sahibi olduğu hâlde zulmetmekten pâk ve uzak kalmaktır. Kullarına zerre kadar dahi zulmetmeyen El-Kebir ve El-Mutekebbir Allah’a subhanehu ve teâlâ hoşnut olacağı sonsuzlukta hamd olsun. Allah’ın salâtı ve selâmı, Rasûllerin efendisi, muttakilerin önderi, hayırlı her amelin öğretmeni, bahtiyar muvahhidlerin müjdecisi ve bedbahtların uyarıcısı efendimiz ve dostumuz Muhammed’in üzerine olsun.
[1] . 92/Leyl, 5-10
[2] . Buhari, Müslim.
[3] . İmam Ahmed, Müsned
[4] . 54/Kamer, 49
[5] . 6/Enam, 148
[6] . Hakim, Müstedrek 3/536
[7] . 16/Nahl, 100
[8] . 7/Araf, 43
İlk Yorumu Sen Yap