Geçmişten günümüze bu topraklarda hüküm süren gayrimeşru yönetimlerin; otoritesini güvence altına almak, meşruiyetini sağlamak ve devamlılığını sürdürmek amacıyla başvurduğu iki önemli kanal vardır: din ve milliyet.
Dinî ve millî duyguların sömürü aracı olarak kullanılmasında Türklerin İslam’a girerken dahi kaybetmedikleri bağlılıkları büyük oranda etkili olmuştur. Bu bağlılıklar, hicri 7. ve 8. yüzyıldan itibaren Anadolu’da kökleşerek yayılan tasavvuf geleneği altında sürdürülmüştür. Çünkü İslam’ın aksine tasavvuf, Türklerin kopamadığı mistik karakterlerini, kültürlerini ve dinî inançlarını maskeleyerek sürdürmesi ve otoriteyle barışık bir siyaset izlemesi yönüyle hem yönetici hem de tebaa tarafından büyük bir hüsnükabulle karşılanmıştı.
“Kültür İslam’ının unsurları arasında önemli bir alanı parselleyen mistik anlayış, yüzyıllardır varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Devam etmesi normaldir çünkü Resûlullah (sav)’ın vefatından 30 yıl sonra kaybolan İslâm’ın siyasal hâkimiyeti bir daha bir iki küçük istisna hariç görülmemiştir. Bu ise, sultanların saltanatlarına büyük imkânlar bahşetmiştir. Allah’ın hükümlerini uygulamak için yeterli çabayı göstermeyen sultanların, mistiklerden (sûfîlerden) hoşlanması ve onları desteklemesi siyasetlerinin gereğiydi. Çünkü onlar, sultanlık sistemini halkın gözünde meşrulaştırdıkları gibi, yönetime (sultana) büyük bir halk desteği de sağlamış oluyorlardı. Bundan dolayıdır ki, bütün sultanlar sûfîlere saygı ve hürmette ileri gitmiş, onların gönlünü almayı ihmal etmemişlerdir. Bu amaçla yaptırdıkları dergâh, tekke, zaviye ve diğer bazı imkânları mistiklere bağışlayıp, onlarla hoş geçinmeye çalışmışlardır. Sûfîler de İslâm’a muhaliflikleri ne kadar olursa olsun, bütün sultanlara karşı destek vermekten çekinmemişlerdir. Çünkü dünya hayatının ‘çile’lerinden kurtulma iddiaları adı altında hiçbir çalışma ve zorluk çekmeden sultanların bağışlarıyla hayatlarını rahat bir şekilde devam ettirme imkânı elde etmişler ve bunu kaybetmemek için de sultanları desteklemekten bir an olsun geri kalmamışlardır.”[1]
Tarihte tasavvuf erbabının/sufilerin otoriteye karşı halkı itaatkâr bir köle hâline getirmesinin örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Tasavvuf erbabı başından beri bu itibarla hayatta kalmış ve kullanılmıştır. Moğolların İslam âlemini işgali sırasında Celaleddin Rûmî’nin teslimiyetçi telkinleri, Moğolların hâkimiyetinden Allah tarafından desteklenmiş/meşru bir yönetim olarak bahsetmesi ve kendisine intisap eden avam halkın dizginlerini elinde tutarak işgalcilerle işbirliği yapması tasavvuf-otorite ilişkisine en açık örnektir.[2]
Tasavvufun Osmanlı’daki yayılma alanından hareketle kollara/tarikatlara ayrılması ve etkisini kötüye kullanması, II. Meşrutiyet’ten itibaren tekke ve zaviyeleri derleme/denetleme sürecini başlatacaktı. Nizam büyük bir inkılaba gebeydi. “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz”dı. Bu defa tarih sahnesinde milliyetçi duyguların harlandığına şahit olduk. Belki de bu millî örgütlenmenin ve köklü değişimin bir getirisi olarak, -aslında Osmanlı’nın son çeyreğinde başlayıp- cumhuriyetin kurulmasıyla devam eden, Avrupa’yı taklide dayalı modern bir ulusal din arayışı tezahür etti. Bu tarihten sonra dine yaşatılan bütün siyasi yaptırımları “millî din” arayışının etkileri olarak okumak mümkündür.
Türkçe ibadet, Türkçe ezan, yerli ve millî peygamber arayışı, millî kıble hezeyanı gibi badireler atlatan İslam dini, 70’li yıllara gelindiğinde yeni bir uyanış/diriliş yaşadı. Bunda 65-80 yılları arasında öne çıkan iki isim Seyyid Kutub ve Mevdudi’den yapılan tercüme faaliyetlerinin ve bu tercümelerin geniş bir kitle tarafından okunmasının payı büyüktür.
Bu yıllarda yükselişe geçen Kur’ân ve Sünnet eksenli “öze dönüş” hareketlerinin rejim için bir tehdit oluşturduğu aşikârdı. Bu yüzden acil olarak “irtica”, “radikal İslam”, “siyasal İslam” gibi isimlerle yaftalanarak itibarsızlaştırma çabası güdüldü. Siyasal İslam söylemi şeriatla, hilafet istemiyle ilişkili hâle getirilerek zihinlere olumsuz bir kavram olarak işletildi. Bu isimlendirme öylesine sahiplenildi ki laik kesimin her fırsatta İslam’ın önünü kesmek için kullandığı, dillerine pelesenk ettiği ve korkup sakındırdığı bir fişleme aracına dönüştü. Hâliyle bazıları bu isimlendirmeyi solcular tarafından AKP zihniyetine karşı kullanılan bir isimlendirme sanabilir. Oysa bu tabirin ortaya çıkış tarihi daha eskidir ve esasen Müslimleri hedef alır.
“Ulus-din’in karşısına oturttukları suçlu kimlik, adını da kendilerinin koyduğu siyasal İslam’dır. Batılı stratejistlerin sadece siyasallıkla yetinmeyip militan İslam veya radikal İslam da dedikleri, aslında İslam’ın tümü yani kendisidir. Lokalize edilerek belli bir cephe kalıbına dökülmeye çalışılan İslam, irtica kelimesiyle de karşılanarak İslamî olana karşı daha etkin olmak amaçlanmaktadır. İslam’ı halkın gözünden düşürmek için ne şekilde isimlendirmek gerekiyorsa öylece isimlendirmekten sakınılmamıştır.”[3]
Elbette dinini artık menkıbelerden ve hurafelerden öğrenmedikleri için “radikal” olan bu taifenin sadece fişlenerek kendi hâline bırakılması söz konusu olamazdı. Selef itikadına dönüşü esas alan tevhid inancının karşısına kültürel/ılımlı İslam anlayışı yerleştirildi. Sadece geleneksel İslam’ın müntesibi sufi meşrepli tarikatlar değil, Selefi olarak adlandırılan cenah da ılımlı İslam hattına doğru kaydırıldı. Öze dönüş düşüncesi bir yerde, 12 Eylül’le başlayan “uyum ve entegrasyon” dönemini beraberinde getirdi.
“Bu yeni temayülün siyaset sahnesindeki en açık göstergesi Erbakan-MSP çizgisinin ‘millî görüş’ten saparak slogan değeri daha yüksek ama muhteva olarak daha zayıf ‘âdil düzen’ projesinde karar kılması ve çok hukukluluk başta olmak üzere küreselleşme dönemi söylemlerine katılmadaki heveskâr tutumu olmalıdır. Erbakan’ın Anıtkabir ziyaretlerine başlaması, bağımsızlık fikri üzerinden ‘Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu.’ demesi, tek partili yılları tenkit ederken 1938 öncesini yani Mustafa Kemal dönemini dışta bırakması, 1991 seçimlerinde MÇP (MHP) ve IDP ile ittifak yapması, seçim sloganları ve ilânları… da fikir olarak 12 Eylül sonrasının hâkim yönelişi olan uyum çizgisine ne kadar yakın durduğunun işaretleridir. Bu yeni çizgi 1994 mahalli seçimlerinden itibaren siyasî başarı oranını gittikçe artırarak 1995 genel seçimlerinde RP’yi birinci parti, Erbakan’ı da başbakan yaptı.
2000’li yılların başında kurulan ve kısa bir zaman içinde tek başına iktidara gelen, tek başına iktidarını üç seçim döneminde sürdüren AKP’yi; içinden geldiği hareketten siyaset ölçüleri itibariyle daha başarılı, fikrî olarak daha iddiasız ve geri çekilmiş, İslâmcılıktan vazgeçmiş bir siyasî parti hâline getiren de RP ile başlayan uyum ve entegrasyon çizgisini daha ileriye götürmüş olmasıdır.”[4]
Sisteme uyum sağlama ve entegre olmanın, bir nevi radikal kesimi temsil eden millî görüş hareketiyle başladığı söylenebilir. Fakat seküler İslam projesini hayata geçiren 18 yıllık AKP iktidarı, İslami hareketleri değiştirip dönüştürmesi bakımından tek başına incelemeye değer bir süreçtir. Bu sebeple, aktardığımız kronolojik bilgiler doğrultusunda AKP iktidarının bu yönünü incelemeye koyulacağız.
Tevhidî uyanışın karşısına kültürel veya geleneksel İslam anlayışının getirildiğini söylemiştik. Geleneksel İslam’ın temsilcileri olarak, her dönem ve şartta otoriteye destekleriyle bilinen sufi meşrepli tarikatlar, AKP Dönemi’yle birlikte tekrar yer üstüne çıkartıldı. Bunlar hem devletin güdümünde kendilerine verilen imkânlardan nemalanmakla hem de vahiy İslam’ını kültürel İslam hattına doğru kaydırmakla meşgul oldular. Devletin güdümüne giren sadece onlar değildi elbet, fakat Fetö’nün tasfiyesinden sonra “Türk Müslümanlığı” ihalesi büyük oranda bu tarikat ve cemaatlere hamledilmişti. Bu noktada devlet, tüm tarikat ve cemaatlerden, hatta sivil toplum kuruluşlarından “bağlılık biati” istedi. İnsanlara, sınırlarını kendisinin belirlediği dini anlatacak, yerli ve millî olmayı kabul edecek, muhalifliğinden sıyrılacak ve sivilliğini kaybedecek… Dinî ve sosyal teşekküllerin büyük çoğunluğunu kendisine bağ(ım)lı kılmakla kalmadı, aynı zamanda doğrudan denetleyebileceği ve gelir kaynaklarını belediyelerin oluşturduğu vakıflaşma/cemaatleşme yoluna da gitti. Kendisine bağ(ım)lı olmayı kabul eden dernek, vakıf, kurum, kuruluş, cemaat ve tarikatların önü açılırken, diğerlerine ne olduğu ise hepimizin malumu… Gelinen noktaya kadar olan süreci göz önüne alarak, Türkiye’yi dönüştüren bu bağlılık biatinin maddelerini üç başlık altında toplayabiliriz:
1. Yerli ve millîleşme
2. Yerli ve millî İslam’ın cahilî siyasete bulaştırılmasıyla gelen demokratlaşma
3. Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana varlığını sürdüren modernleşme
1. Yerli ve Millîleşme
Tüm dinî oluşumların, sivil toplum kuruluşlarının ve birçok bağımsız/muhalif yapının millîleştirildiği bu süreç, devletin ulusal çıkarlarını ve otoritesini korumak amacıyla başvurduğu en etkili yollardan biriydi. “Biriydi” dememizin sebebi, hâlihazırda yerli ve millîleşmeyen bir yapının yok denecek kadar az olmasındandır.
Peki, bu süreç nasıl işledi?
Öncelikle 15 Temmuz’dan sonra iyice belirginleşen yerli ve millîleşme için cemaat ve tarikatların medyatik yüzleri, piyasa hocaları ve tabii ki cami kürsüleri kullanıldı. Diyanetin hazırladığı Cuma hutbelerindeki vatan-millet-Sakarya nameleri, yerini Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamaya bıraktı. En önemlisi, İslam dini Kemalizmle barıştırıldı. Önce laiklikle, sonra demokrasiyle ve dahi Kemalizmle bir problemi olmayan muhafazakâr bir kesim türedi. Öyle ki bu kesim, geçtiğimiz yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Cuma namazı sırasında hutbede Mustafa Kemal Atatürk’ün isminin anılmadığı gerekçesiyle camiyi terk etti. Yaşanan olaylar akabinde Diyanete o kadar baskı yapıldı ki Diyanet İşleri Başkanı, Gazileri Anma Günü’nde şöyle bir açıklama yapmak zorunda kaldı:
“Cenab-ı Hak, şehitlerimize rahmet; başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ahirete irtihal etmiş olan gazilerimize rahmet, hayatta olanlara hayırlı ömürler nasip eylesin” [5]
Aynı tarihlerde Trabzon’un Ortahisar ilçesinde değişik bir manzaraya daha tanık olduk. Bir vatandaşın camiye astığı dev Atatürk posteri tartışmalara sebep olurken, AK Parti Trabzon Milletvekili posterin asılmasına destek verdi:
“Gazi Mustafa Kemal Atatürk ülkemizin kurucusudur. Kurtuluş mücadelesinin kahramanıdır. Yakında yüzüncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyetimizde hâlen Atatürk üzerinden tartışma olmasını doğru bulmuyorum ve esefle kınıyorum.”
Diyanet İşlerine çığ gibi büyüyen hutbe tartışması hakkında da ayrıca şunları söyledi:
“Diyanet İşleri Başkanlığı Cuma hutbesinde bütün her şeyden bahsetti ama Atatürk’ün isim olarak zikredilmesini ben de bekledim, doğru olmadı. Bu tip hareketler ve yaklaşımlar bence onların da itibarına çok fazla bir şey katmıyor. Daha kucaklayıcı bir yaklaşım içerisinde olmaları her şeyden evvel bize de katkı sağlar.” [6]
Yine camiyi bu gerekçe ile terk edenler arasında “30 Ağustos’ta Atatürk ve silah arkadaşlarını anmayan hocanın arkasında namaz kılınmaz.” diyenler oldu.
Bundan bir yirmi yıl kadar önce olsa benzerini asla yaşayamayacağımız bu örneklerin, kültürel/ılımlı İslam tezgâhının bir sonucu olduğunu ve meyvesini de “muhafazakâr Kemalizm” şeklinde verdiğini söylesek hata etmiş olmayız. Kültürel İslam, yerli ve millîleşmeyi; yerli ve millîleşme ise Atatürk’le ve onun ideolojisiyle barışık dindarlığı getirdi.
Tekrar etmekte fayda var; muhafazakâr Kemalizmin en büyük mimarı ve müsebbibi, kültürel İslam’ın panzehri olan vahiy İslam’ını hayattan bağımsız kılmakla görevli din bezirgânlarıdır. Şeriatı, dinin özü değil, kabuğu; tasavvuf yolunu ise dinin hakikati olarak gören tarikat ve cemaatlerdir. Bunlar, tevhid inancının baskılanmasına karşılık devletle giriştikleri anlaşma gereği, halkın yumuşak karnı olan dinî ve millî duyguları sömürmekten hiç çekinmemişlerdir. İktidardan aldıkları desteklerle son derece hormonlu bir biçimde büyürlerken, kurumsallaşmaktan ve holdingleşmekten hiç hicap duymamışlardır. Üstelik bütün bunları, tabilerine perhiz dinini vaaz ederken yapmışlardır. Nefsin isteklerinden, dünya nimetlerinden ve yeme içmeden perhiz etmeyi salık verirlerken, kendileri “lâ yus’el”[7] olduklarından karınlarına ateş doldurduklarını[8] unutmuşlardır.
Yine de mevcut durumun aktörleri olarak sadece onları remzetmek doğru olmaz. Çünkü yerli ve millîleşerek pastadan pay alma yarışına girenler bir tek zındıklar değildi. Sonuçta zındıklar, atalarından devraldıkları geleneği devam ettirerek tıynetlerinin gereğini yapıyorlardı. Asıl ayakları kayan; geçmişinde laiklikle kavgalı ve meydanlarda başörtüsü mücadelesi veren, Filistin mitingi denildiğinde en ön safta yer alan, bir zamanların gözü pek (!) radikal İslamcılarıydı.
Bunların “nereden nereye” denebilecek dönüşümünü simgeleyen en garip detaylardan biri belki de Rabia/dört parmak işaretidir. Rabia işareti ilk defa Mısır’da yaşanan darbede Mursi’ye destek olmak amacıyla yapılmaya başlanmıştı. İsmini, darbe karşıtlarının toplandıkları Rabiatu’l Adeviyye Meydanı’ndan alıyordu. Daha sonra nasıl olduysa Erdoğan tarafından anlamı, “tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” dörtlemesiyle güncellendi. İlginçtir; Müslüman Kardeşler’e destek simgesi; AKP’nin yeni milliyetçilik açılımıyla kısa zamanda radikal İslamcıların geçirdiği dönüşümün aynısını geçirdi.
Baskı ve dayatma dönemlerinin hızlı radikalleri, İslam’ın evrensel yönünden, ümmet bilincinden ve tevhid mefhumundan yerli ve millîleşerek vazgeçtiler. Gömlek değiştirmeyi ahlak edindiklerinden, bunların yerine ikame edecekleri yerli ve millî alternatifler üretmekte de zorlanmamışlardı. Önce geçmişleriyle olan hesaplaşmalarını, vaktiyle dört elle sarıldıkları İbni Teymiyye üzerinden gördüler. İbni Teymiyye’nin öze dönüş çizgisi ivedi olarak “Vahhabilik”le itham edildi. İngiliz projesiyle müsemma Vahhabilik ithamı, kendilerini son kertede ümmetin tek umudu olarak tahayyül edenler için yeterince makul bir dayanak olmuştu. Değişimin verdiği vicdani rahatsızlık ise Diyanet, medya ve propaganda yoluyla aşılanan vatan, bayrak, şehitlik ülküsüyle bastırıldı. Daha sonra akademinin ve kabirperestlerin son yıllarda ince bir işgüzarlıkla sunduğu, milliyetçiliğin Hanefi-Maturidi sürümünü veya Anadolu İslam’ı/Anadolu irfanı söylemini ikame ettiler. Böylece hem saraydan atılan kemiklere ulaşmalarını zorlaştıran yüklerinden kurtulmuş hem de tevhidî hakikatler karşısında “Ehli Sünnetçilik” oynayacakları yeni bir alana kavuşmuşlardı.
Yerli ve millîleşmeye hemen her alanda ihtiyaç duyulmuştur, fakat din çatısı altındaki yerli ve millîleşme doğrudan hedefe götüren bir yoldu. Türk İslâm’ı yerli ve millîleşmeyi; yerli ve millîleşme de sekülerliği doğurdu. Çünkü verilen tavizler bir süre sonra Kemalizmin asıl sahiplerini dinde, siyasette, sosyal alanda etkili kıldı. Bunlar dinî oluşumlara baskı ve deşifre uygulayarak zorunlu modernleşme dönemini getirecekti. Fakat bundan önce demokrasiden şeriat uman yerli ve millî İslamcıları, tavizde yeni bir merhale daha bekliyordu…
[1] .Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, s. 268-269
[2] .bk. Tağutların Kıskacında Tasavvuf, Halis Bayancuk, Tevhid Dergisi, S 49; Tasavvuf, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s. 240
[3] .Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, s. 157
[4] .Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi – Sempozyum Tebliğleri, s. 37
[5] .https://twitter.com/dibalierbas/status/1174650798917263360
[6] .https://www.61saat.com/bolgesel/trabzon-da-muftuluk-camiye-asilan-ataturk-fotografini-kaldirmak-h673589.html
[7] .Sorgulanamaz
[8] .“Şüphesiz ki Allah’ın Kitap’ta indirdiği hakikatleri gizleyip, basit bir kazanç karşılığında o hakikatleri satanlar, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacaktır ve onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (2/Bakara, 174)
İlk Yorumu Sen Yap