Kulluk Bedel Ödemektir

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,

Rabbim sizlere afv ve afiyet versin. Sizi maddi ve manevi hastalıklardan muhafaza etsin, razı olduğu hayırlara muvaffak kılsın.

Yüce Allah’a hamdolsun, ben iyiyim. Sizlerin dua ve hayır temennilerinizle daha iyi olmayı ümit ediyorum.

Bu ay, belli sorulara cevap vermek yerine bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum. Hayırlara vesile olmasını umarak, Allah’ın yardımıyla diyorum ki:

Her Kulluğun Bir Bedeli Vardır!

Yüce Allah’ın şeriatına göre insanlar ya Allah’a iman edip tağutu inkâr ederler ya da tağuta iman edip Allah’ı inkâr ederler. Başka bir ifadeyle insanlar ya Allah’a (cc) kuldur ya da tağuta… Şüphe yok ki; her kulluğun bir bedeli vardır. Allah’a kul olmayı tercih edenler, bu tercihlerinin bedelini öder, tağuta kul olanlar da tağuta kulluklarının… Biz şu anda, tağuta kulluğu reddedip Allah’a kul olmamızın, tercihimizin ve tavrımızın bedelini ödüyoruz, O’na (cc) hamdolsun.

Şöyle bir gerçek var: Allah’a kulluğun bedeli, tağuta kulluğun bedelinden daha az ve daha kolaydır. Zira Allah’a kulluğun bedeli bellidir; şahısların hevasınca değişmez. Allah (cc) kendi uğruna bedel ödeyenlere yardım eder; ayaklarını sabit kılar, kalplerini pekiştirir ve üzerlerine sabır yağdırır. Allah’a kulluğun bedeli kârlı bir ticarettir; ödenen sınırlı bedel karşılığında ebedî hayatın kazanılması söz konusudur. Ve tüm bunlara ek olarak; tevhid uğruna bedel ödeyenlerin kalpleri huzurlu, mutmain ve sekinet üzeredir.

Tağuta kulluğun bedeli ise belirsizdir. Tağutun, kendine bağlı kullarından ne zaman ne isteyeceği belli değildir. Bir zaman olur evlatlarını kurban etmelerini ister, başka bir zaman kemer sıkmalarını. Bir zaman olur bir ırkı/ülkeyi/mezhebi dost edinmelerini ister, başka bir zaman aynı topluluğa düşman olmalarını. Sonra tağut, kullarını yardımsız bırakır, kendi hâllerine terk eder. Onun kalplere nüfuz edecek bir gücü, kadere müdahale edecek sınırsız bir otoritesi yoktur. Dahası, onun, kullarına karşı bir sevgisi ve merhameti de yoktur. Onun için kullar, sarayı ayakta tutan beton direklerden farksızdır. Sonra tağuta kulluğun bedeli, zarara mahkûm bir ticarettir. Ona kulluk edenler hem dünyalarını hem de ahiretlerini kaybetmişlerdir. Ve tüm bunlara ek olarak; tağutun kulları huzursuzdur. Anlam veremedikleri bir boşluk, adını koyamadıkları bir kalp darlığı yaşarlar. Nereye ve niçin koştuklarını bilmeyen yılkı atları gibilerdir. Hayat; mutfak, tuvalet ve yatak arasında, üniforma ve pijama değiştirerek geçer. Daha çok mutluluk için koşturdukça daha fazla depresyona girer; ilaç ve telkin arasında kaybettikleri huzuru ararlar…

Her insan bir tercihte bulunur ve her insan tercihinin bedelini ödemek zorundadır. Biz de bedel ödüyoruz, tağutun kulları da… Hiç şüphesiz bizim ödediğimiz bedel daha kolay, daha kârlı ve daha huzur vericidir:

“…Şayet acı çekiyorsanız, onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz, onların ummadığı (rıza-ı İlahi, sevap, cennet gibi) şeyleri Allah’tan umuyorsunuz…” [1]

Bizler Kolay Olanı Seçtik!

Yeri geldiğinde bu davanın zor, sözün (Kur’ân’ın) ağır ve yolun meşakkatli olduğunu söyleriz. Bunlar doğrudur; zira, her biri şer’i lafızlardır. Ancak başka bir doğru daha vardır. O da tağuta kulluğun ve şirk davasının da kendine göre bir zorluğu, bir ağırlığı ve meşakkati olmasıdır. Bu iki dava karşılaştırıldığında, kolay olana talip olduğumuzu anlarız.

Yüce Allah insanları ve çabalarını ikiye ayırır:

“Şüphesiz sizin çabalarınız, çeşit çeşittir. (Kimi cennet için kimi de cehennem için çabalar.)”[2]

Çabası cennet için olan tevhid ehline, “kolay” olanı “kolaylaştıracağını” belirtir:

“Kim de verir ve (Allah’tan) korkup sakınırsa, ve en güzel olanı (Lailaheillallah’ı) doğrularsa, biz de ona kolay olanı (salih ameli ve cenneti) kolaylaştırırız.”[3]

Çabası cehennem için olan şirk ehline ise “zor” olanı “kolaylaştıracağını” belirtir:

“Kim de cimrilik eder ve (Allah’a) ihtiyacı yokmuş gibi davranırsa, ve en güzel olanı yalanlarsa, biz de ona zor olanı (masiyet ve cehennemi) kolaylaştırırız.” [4]

Evet, tevhid yolu zordur, ancak Allah (cc) onu kolaylaştırır. Kulu hidayet eder, çabasını bereketlendirir ve kalp huzuruyla rızıklandırır. Evet, şirk yolu zordur, çünkü Allah’ın hidayet ve yardımından mahrumdur. Müşrik; acizliği, cehaleti, aceleciliği, kaygıları ve zalimliğiyle baş başa kalmıştır. Sonra şirk, bir çelişkiler yumağıdır. Ruhu, kalbi ve aklı huzursuz eden bir çelişkiler yumağı… Müşriğin ruh hâli; yukarıdan aşağıya düşen, düşme esnasında cesedi kuşlar tarafından parçalanan veya her bir parçası ayrı bir yöne savrulan insan gibidir:

“Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayan ve (şirkin her türlüsünü terk eden) hanifler olarak (bunları yapın). Kim de Allah’a şirk koşarsa gökten yere çakılan, havada kuşların kendisini (parça parça) kaptığı veya rüzgârın ıssız, uzak bir yere savurduğu kimse gibidir.”[5]

Okuduğumuz ayet, yüce Allah’ın şirk ehline yaptığı ruhsal/psikolojik bir tahlildir. Şirk bu, müşrik de bu hâletiruhiyededir. Kaygılı, korku içinde, farklı ilahların istekleri arasında bir o yana bir bu yana çekiştirilen ve nihayet uzak bir yere savrulan; rüzgârın, önüne katıp sürüklediği bir nesne…

Bu örneğin tam karşısında muvahhid vardır. O, “Rabbim Allah’tır.” demiş, tek bir efendiye teslim olmuştur. Razı etmek zorunda olduğu tek bir ilah vardır. Hayatında doğru ve yanlışların ölçüsü bellidir; vahiy, yani Kur’ân ve sünnet… Dostu belli, düşmanı bellidir.

“Allah (müşrik ve muvahhid için) bir örnek verdi: Efendileri kendisi hakkında çekişip duran bir köleyle yalnızca bir efendiye teslim olmuş bir köle… Bu iki örnek bir olur mu hiç? Hamd, Allah’adır. Bilakis, onların çoğu bilmiyorlar.”[6]

Evet, bu zaviyeden bakınca bizler kolay olanı seçtik. Kaldı ki; buraya kadar yaptığımız değerlendirme dünyayla ilgiliydi. Bu işin bir de ahiret boyutu vardır. Ahiret Günü geldiğinde insanların bu dünyadan hatırlayacağı şey nedir, biliyor musunuz?

“Sizi çağıracağı gün, O’na hamd ederek icabet edecek ve (dünyada) çok az zaman kaldığınızı sanacaksınız.”[7]

“Sûr’a üfürüleceği günde biz, suçlu günahkârları (yaşadıkları korku ve susuzluk nedeniyle) morarmış olarak (diriltip) huzura toplarız. Kendi aralarında: “(Dünyada) yalnızca on gün kaldınız.” diye fısıldaşırlar. Yolu doğruya en yakın olanlar: “Siz ancak bir gün kaldınız.” dedikleri zaman, biz onların ne söylediklerini en iyi bileniz.”[8]

“Buyuracak ki: ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ Diyecekler ki: ‘Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar. Saymış olanlara sor.’ ”[9]

İşte insanın dünyadan hatırlayacağı budur! Kimisi bir gün, kimisi yarım gün, kimisi on gün… Hakikati bu olan bir dünya için putlara tapmak, tağutlara kul olmak, cahilî bir hayat yaşamak… akıl kârı mıdır? Hem, bir anlık cennet tüm dünya sıkıntılarını; bir anlık cehennem de tüm dünya nimetlerini unutturmayacak mıdır?

Enes ibni Malik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet Günü, cehennemliklerden, dünyadayken en rahat hayatı sürmüş bir kimse getirilir. Arkasından cehennem ona bir kere tattırılır ve sonra, ‘Ey Ademoğlu, bir iyilik görmüş müydün? Sana nimet uğramış mıydı?’ denilir. O da ‘Hayır vallahi, Ey Rabbim!’ der. Bir de cennetliklerden, dünyadayken en sıkıntılı hayatı sürmüş bir kimse getirilir. Cennet ona bir kere tattırılır ve sonra, ‘Ey Ademoğlu, bir sıkıntı görmüş müydün? Sana darlık uğramış mıydı?’ denilir. O da ‘Hayır vallahi, Ey Rabbim! Bana darlık asla uğramadı, bir sıkıntı da görmedim.’ der.”[10]

Hangi açıdan bakarsak bakalım; tevhid davası kolay, şirk davası zor olandır. Allah (cc) hidayetimizi arttırsın ve ayaklarımızı sabit kılsın.

12,6 + 12,6 = 25!

Rakamların söylediğine göre 12,6 + 12,6 yıl, toplamda 25 yıl yapar. Kanaatimce önümüzdeki aylarda diğer iki mahkeme de 12,6 yıl ceza verecek. O zaman da 25 + 25 = 50 yıl yapacak. Hepsi bu kadar, ne eksik ne fazla… Ancak bizler rakamlara değil, rakamların Rabbine, El-Hasîb olan Allah’a inanmışız. Bizim inandığımız Allah onlarınkinden farklı, inandığımız din farklı; hâliyle matematiğimiz de farklı. Örneğin, onlar dört liradan ikisini verdi mi geriye iki lira kaldığına inanır. Bizler dört liradan iki verdik mi geriye yedi yüz dört kaldığına inanır; ilaveten bunun artacağına ihtimal veririz. Örneğin, onlar sayıca çok olanın, az olanı yeneceğine inanır. Bizler ise sayıca az muvahhidin sayıca çok putperesti yeneceğine inanırız. Örneğin, onlar dünyada biraz daha fazla yaşamayı kazanç sayar. Biz ise ne kadar erken Rabbimize kavuşursak, onu kazanç sayarız…

Şimdi bu tabloya bakarak sırıtan putperestlere derim ki: Bu tabloya bakınca sizin gördüğünüzle bizim gördüğümüz şey, aynı değil. Siz sırıtın, biz tebessüm etmeye devam edelim. Biraz keyfiniz kaçacak muhtemelen, ama size iyi (!) dileklerimi iletiyor, imamım Muhammed’in (sav) diliyle diyorum ki:

“O kâfirlere de ki: ‘Yenileceksiniz ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir yataktır.’ ”[11]

Ve yine rehberim Hud’un (as) dilinden diyorum ki:

“ ‘Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki ben ortak koştuklarınızdan berîyim. (Allah’a ibadet ettiğinizi de iddia ediyorsunuz ya!) Allah dışındaki (tüm ibadet ettiklerinizden de uzağım). Hep beraber bana tuzak kurun (ve tuzağın gereğini yapmayı da) ertelemeyin/bana göz açtırmayın. Hiç şüphesiz ben, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden her canlıyı perçeminden tutan (kontrol edip yönlendiren) O’dur. Şüphesiz ki Rabbim, dosdoğru yol üzeredir. Şayet yüz çevirecek olursanız, kendisiyle gönderildiğim mesajı size ilettim. Rabbim sizin yerinize başka bir topluluğu getirir ve siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.’ ”[12]

Meslek Sahiplerine

Yüce Allah’a hamdolsun; farklı mesleklerde birçok kardeşimiz var, Müslimlere faydalı olmaya çalışıyorlar. Her biri için Rabbimden muvaffakiyet diliyorum. Bu kardeşlerimizin İslam’a ve Müslimlere daha faydalı olmaları için bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum:

a. Sürekli Eğitim

İnsanoğlunun beyni/kalbi değirmen taşına benzetilmiştir. Değirmen taşı sürekli döner, hareket eder. İçine atılan buğday, bu hareket esnasında sürtünmeye maruz kalır ve un olur. Şayet dönen taşlara öğüteceği bir şey atılmazsa taşlar birbirine sürtünür ve kendi kendini öğütür. Bu benzetmeden yola çıkarak insana geldiğimizde şunu görürüz: İnsan beyni/kalbi sürekli çalışır ve öğütür. Alır, analiz eder, bildikleriyle karşılaştırır, eler, tasnif eder… İnsan uyusa dahi bu işlem devam eder. İnsan beyne/kalbe, öğüteceği yeni bilgiler göndermezse kalp ve beyin birbirine sürtünmeye ve kendi kendini öğütmeye başlar. Ki; bu da insanın kendini tekrar etmesi, hem muhatabını hem de kendini dibe çekmesi demektir. Zira İlahi yasalarda yerinde saymak gibi bir seçenek yoktur. İlahi yasalara göre ya ilerlemek vardır ya da gerilemek; ilerlemeyen her insan geriliyordur.

“Sizden öne geçmek ve geride kalmak isteyenler için.”[13]

Belli bir alanda uzmanlaşan insanlar, her yıl yeni bir eğitim programı yapmalıdır. Kendini yenilemeli; yeni bilgiler edinmeli, kendi alanındaki gelişmeleri takip etmelidir. Uzmanlık alanına yardımcı olacak yan dalları tespit etmeli, o alanlarda bilgi sahibi olmaya çalışmalıdır. Mutlaka kendi alanına dair düzenli yayınlardan birine abone olmalı, alanının gelişmelerinden haberdar olmalıdır. Unutmamalıdır; gelişmeyen geliştiremez, ilerlemeyen ilerletemez.

b. Vahiy Bilgisine Sahip Olmak:

Bugün bir alanda uzmanlaşmış kardeşler, uzmanlık bilgilerini İslami bir havzadan almıyorlar. Üniversiteler, kapitalist cahiliyenin emrine amade, kapitalizme beyin işçisi yetiştiriyorlar. Bu okullardan mezun olan kardeşler şunu bilmelidir: Eğitim bir asıl değil, teferruattır. Şöyle ki; her toplum önce din/felsefe/ideoloji edinir; bu, asıldır. Sonra o asla uygun bir eğitim verir; bu, teferruattır. Bir akademinin aynı bölümlerinde ABD’de verilen eğitimle, -yıkılmadan önce- Sovyetlerde verilen bilgi farklıdır. Aynı bölümde müfredatı ve bilgiyi farklı kılan şey, referans aldıkları din, felsefe veya ideolojidir.

Bugün T.C.’de herhangi bir alanda uzmanlaşmış her kardeşimiz -biraz- kapitalist, bilimi yücelten, parçacı bir zihniyete sahiptir. Aksini iddia eden; bir kalıba dökülüp o kalıptan şekil almadan çıktığını, çamura düşüp kirlenmediğini veya denize düşüp ıslanmadığını… iddia etmiş olur, kendini kandırır.

Öyleyse ne yapmalı?

Kur’ân’ı çokça okumalı ve sürekli “Allah’ım! Kitab’ını bana rehber kıl, beni onunla arıt/temizle, alanıma dair hidayet bulmamı sağla.” minvalinde dua etmelidir.

Umumen Allah Resûlü’nün (sav) sünnetini, hususen kendi alanını ilgilendiren sünneti, o sünnetin açıklamasını çokça okumalı ve Allah’tan (cc), Nebi’nin sünnetiyle hidayet istemelidir.

İslam’ı referans alan uzmanların o alana dair yazdıklarını okumalı; böylece o güne kadar tahsil ettiği bilgiyi gözden geçirmelidir.

Müslim olmasalar da kapitalizm karşıtı düşünürlerin, kapitalist bilgiyi eleştirdiği, bilgiyi var eden arka plana ışık tuttuğu çalışmalar vardır. Özellikle sosyal bilimlerde bunun çok fazla örneği var, bunlardan istifade edilmelidir.

Unutmamalıyız; bizim bir dinimiz, akidemiz, ölçülerimiz… var. Ürettiğimiz bilgi veya başkaları tarafından üretilip de bizim kullandığımız bilgi, bu asıllara uygun olmalıdır. Aksi hâlde papaz kıyafetiyle namaz kıldıran imama benzeriz!

Birkaç örnekle konuyu aydınlatmak istiyorum:

Bugün eğitim alanıyla ilgilenen öğretmen, psikolog, pedagog gibi uzman kardeşlerimiz bir noktada çok hassas davranıyorlar: Çocuklar yaptıkları işten mutlu olsunlar, severek yapsınlar. Hâliyle çocuk bir şey yapmak istemediğinde “çocuk mutlu değil” diye o işin bırakılmasını istiyorlar. Bu düşünce kısmen doğru, kısmen de yanlıştır. Zira bu bilgiyi üretenler, zahiren çocuğun mutluluğunu düşünüyor görünse de arka planda bir felsefeye dayanıyorlar. Grek filozofları içinden bir kol, tüm ahlaki erdemleri bireyin mutluluğuna bağlar. Yani siyasi, iktisadi ve kültürel tüm faaliyetler bireyin mutluluğu içindir. Bugün Batı medeniyetinin ürettiği tüm bilginin arka planında bu anlayış vardır. Modern cahiliyenin -sahte- peygamberleri mutluluğu hazza, hazzı da tensel zevke indirgeyerek, üretilen bilgiyi iyice heva merkezli kılmışlardır. Normaldir; zira onlar tek dünyalıdır, ahirete inanmazlar. Dünya hayatını olabildiğince zevk alarak, mutlu olarak ve eğlenerek geçirmek isterler…

Bu anlayış doğru mudur? Hayır, değildir. İslam’da kulluk, yani sorumluluk bilinci mutluluktan önce gelir. Kulluk bilincinin gelişmesi ise sorumluluk duygusunun gelişmesine bağlıdır. Bizde ise mutluluk bir hedef değildir, belirleyici olamaz. Hedef kulluk ve rıza-i İlahidir. Mutluluk ise kula verilen bir mükâfattır. Dahası, bazen Allah (cc) kişiyi kalp darlığıyla imtihan eder. Buna rağmen kul, sorumluluklarını yerine getirmekle mükelleftir. Şu ayeti düşünelim:

“Hoşlanmadığınız hâlde savaş size farz kılındı. (Olur ki) hoşunuza gitmeyenler sizin için hayır, hoşunuza gidenlerse sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[14]

Savaş; insanın hoşlanmadığı, onu mutlu etmeyen bir gerçekliktir. Yüce Allah, “nefislere kerih” geldiğini belirtmekle beraber, savaşı emretmiştir. Canın istememesi veya yaparken mutlu olmamak, onu terk etmek için mazeret değildir. Öyleyse biz de çocuğumuzun sorumluluk duygusunu geliştireceğiz. Elimizden geldiği kadar çocuğumuzun, sorumluluğunu sevmesini sağlayacağız. Şayet sorumluluğunu severek yaparsa, bu, nurun alâ nurdur. Şayet sorumluluğuna karşı isteksiz olursa, sorumluluğunu yerine getirmesi için çabalayacağız. Ödev/Sorumluluk bilinci gelişmemiş birey/toplum, Allah’a (cc) hakkıyla kulluk yapamaz!

Bir diğer örnek doktorlarımızla ilgilidir. Modern cahiliye parçacıdır. Yani her insan yalnızca kendi alanını bilir. Başka alanlarda bilgisizdir, bilgi edinme ihtiyacı da duymaz. Hastalığı teşhis eder ve ilaç yazar. Teşhis ölçüsünü koyan kendisi olmadığı gibi yazdığı ilacın içeriğine dair yeterli düzeyde bilgisi de yoktur. Oysa İslam’ın bakış açısıyla baktığımızda, birine “Sen hastasın.” derken de sorumluluk alınmıştır, tedavi için ilaç verdiğinde de sorumluluk alınmıştır. Burada “Bilim, bu ilaç faydalıdır, diyorsa öyledir.” gibi bir kolaycılığa kaçamayız. Zira bilim modern cahiliyenin kutsalıdır, bizim değil. Kaldı ki; bilim dünyasında nasıl akçeli işlerin döndüğü, ilaç şirketleriyle tıbbi kurumlar arasındaki ahlaksız ilişki, basit ilaç mümessillerinin dahi yaptığı ayak oyunları ayyuka çıkmıştır. Biz, kapitalist surette tezahür eden modern cahiliyenin bilimi yücelten anlayışının arkasına saklanamayız. Kendimizi geliştirmeli, bu karanlığı delmeli, yeni bir yol açmalıyız.

Yukarıda söylediklerimiz ilk etapta zor gelebilir, gözümüzde büyüyebilir. Böyle düşünmeyelim. Biz bir adım atalım, yüce Allah birimizi on yapacaktır. Biz bildiklerimizle amel edelim, Allah (cc) bilmediklerimizi öğretecektir. Biz O’ndan korkup sakınalım, O bize bir çıkış gösterecek ve hiç ummadığımız yerden türlü bilgilerle rızıklandıracaktır. Biz elimizden geleni ortaya koyup O’na dayanalım; yani gerçek bir tevekkülle tevekkül edelim, O bize yetecektir. Biz özümüz, sözümüz ve eylemlerimizle O’ndan hidayet isteyelim, O bizi yolun en doğrusuna hidayet edecektir. Bunlar O’nun vaadleridir. Şayet bu vaadlere karşı güvensizlik duyuyorsak; biraz değil, bayağı bayağı modern cahiliyeden etkilenmişiz demektir. Zira modern cahiliyenin amentu esaslarından biri; bilim dışında hiçbir şeye tam anlamıyla güvenmemektir! Bir çoğumuz farkında değiliz belki; ancak şu anda ümmetin en ciddi sorunlarından olan “İlahi vaadlere karşı su-i zan”, tornasından geçtiğimiz modern cahiliyenin eseridir. Bu sebeple çoğumuz İsviçreli bilim adamlarına, diyetisyenlere, güzellik uzmanlarına, kıytırık gazete haberlerine vahiyden daha çok güveniyoruz. “Çok yemek kalbe zararlıdır.” diyen İslam âlimine burun kıvırıyor, bilim adamı söyleyince diyete başlıyoruz. “Az uyuyun.” diyen âlime dudak büküyor, kişisel gelişimci söyleyince uykumuzu düzenliyoruz. Oysa birçoğumuza sorulsa İslam âlimlerine daha çok güvenilmesi gerektiğini söyleriz. İnandığımızla pratiğimiz arasındaki farkın nedeni, modern cahiliyenin üzerimizdeki olumsuz etkisidir. Kalpleri Hüseyin’den (ra), kılıçları Emevilerden yana olan Kufeliler gibiyiz, arada kalmışız. Kalplerimiz İslam’dan, bedenlerimiz modern cahiliyeden yana düşüyor. Bu, gerçekliğimiz! Ancak Allah’ın yardımıyla arınacak, Nebi’nin hikmetiyle yunacak, vahiyle dirileceğiz. İyiliği emrederek ve karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye ederek…

Uzaktan Hizmet

Allah’a hamdolsun; tevhid daveti her geçen gün biraz daha büyüyor, dal budak salıyor. Zira tevhid daveti, kökleri Allah (cc) tarafından sağlamlaştırılan; bakımı enbiya tarafından yapılan; sulaması seçkinlerin kan, ter ve göz yaşıyla gerçekleşmiş bir ağaç gibidir. Zaman içinde insi ve cinni şeytanlar bu kutlu ağaca musallat olsa da her seferinde sağlam köklerinden güç alarak yeniden büyümüş, semaya doğru yükselmiş, bahtiyar insanları gölgesinde barındırmıştır:

“Allah’ın (tevhidi) nasıl örneklendirdiğini görmedin mi? Güzel söz (Lailaheillallah), kökü sabit, dalları ise gökyüzüne ulaşmış güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara örnekler veriyor. Kötü söz (şirk) ise kökü yerden koparılmış, istikrarı olmayan kötü bir ağaç gibidir. Allah, iman edenleri dünya hayatında da ahirette de sabit sözle (Lailaheillallah) sapasağlam kılar. Allah zalimleri saptırır ve Allah dilediğini yapar.”[15]

Hiç şüphesiz tevhid daveti Allah’ın korumasında ve gözetimindedir. İnsanlar bu davete destek versin veya vermesin, bu davet gerçekleşecektir. Hiç kimsenin olmadığı yerde Allah (cc) bir küçük çocukla[16], şehrin uzak bir köşesinden koşarak gelen tek bir adamla[17], bazen de yerden çıkardığı bir hayvanla[18] bu daveti sürdürecek, dinine yardımcı olacaktır. Dinini var ederken kimseye ihtiyaç duymadığı gibi dinine yardım ederken de kimseye muhtaç değildir. Şayet insan, resûllerin çağrısına kulak verir ve bu davete yardımcı olursa, kendisine yardım etmiş olur:

“Ey iman edenler! Siz Allah’a yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”[19]

Bugün gelişen teknik araçlarla birlikte İslam’a hizmetin yolları çeşitlenmiş, birçok insanın bu davete yardımcı olması için yeni fırsatlar oluşmuştur. Dünyanın bir ucunda yaşayan bir Müslim’in bildiği bir yabancı dille, teknik bazı bilgilerle, hiç olmadı davet materyallerini yaygınlaştırmasıyla hizmet kervanına dâhil olması kolaylaşmıştır. Allah’a (cc) hamdolsun; azımsanmayacak sayıda bahtiyar insan, yiğit muvahhid ve muvahhide hizmet kervanına katkı sunmaya başlamış, insanların tevhid davetiyle tanışmasına aracı olmuştur. “Bahtiyar” diyorum; zira Allah Resûlü (sav) İslam’a hizmete muvaffak olanların, Allah (cc) tarafından sevildiğini/seçildiğini haber vermiştir:

Enes’ten (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:

“ ‘Allah, bir kulu hakkında hayır dilerse onu kullanır.’ Bunun üzerine, ‘Ey Allah’ın Resûlü, o kulu nasıl kullanır?’ denildi. Allah Resûlü, ‘Ölümünden önce onu salih amel işlemeye muvaffak kılar.’ buyurdu.”[20]

Allah (cc) bir kulu için hayır diledi mi onu kullanır, istihdam eder. İstihdamdan kasıt onu hayırlı/salih bir amele muvaffak kılmasıdır. Bu, yüce Allah’ın lütfudur. Peki, kula düşen bir sorumluluk var mıdır? Elbette vardır! Kula düşen sorumluluk; o salih ameli korumak, insi ve cinni şeytanların o salih ameli yağmalamasına, yani amelini iptal etmelerine engel olmaktır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resûl’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.”[21]

Sebre ibni Ebu Fakih’ten (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Şeytan, Âdemoğlu’nun her yerde önüne oturur. Müslim olma yolunda yine önüne oturur, engeller çıkarmaya ve Allah yolundan saptırmaya çalışır ve yeni Müslim olan birine şöyle der: ‘Sen Müslim oldun, babanın ve atalarının dinini terk ettin ha!’ O kimse şeytanı dinlemez, ona isyan eder ve Müslim olarak kalmış olur. Şeytan hicret eden kimsenin de yolunu keser, önüne oturur ve şöyle der: ‘Kendi vatanını ve yurdunu terk edip nasıl hicret edersin? Hicret etmek dizginlerinden bağlanmış at gibidir ve çok sıkıntılıdır.’ der. O kimse de ona isyan edip onu dinlemez ve hicretini yapmış olur. Sonra şeytan, cihad yolu üzerine oturur ve şöyle der: ‘Cihad yorgunluk demektir, hem kendini yorarsın hem de malını kaybedersin. Savaşacak ve öldürüleceksin. Karın başkasına nikâhlanacak, malların taksim edilecek…’ O kimse de şeytanın bu sözlerine kulak vermez ve isyan ederse cihadını yapmış olur. (Daha sonra Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:) Kim bunları böylece yaparsa, o kimseyi cennete koymak, Allah üzerine bir borçtur. Savaşta da öldürülse, boğularak da ölse, hayvanın sırtından düşüp de ölse Allah o kimseyi mutlaka cennetine koyacaktır.”[22]

Okuduğumuz hadiste Allah Resûlü (sav) üç örnek vermiştir. Şeytanın insanı hayırdan alıkoyma çabasına dair verilen bu örnekleri, hayatın tüm alanlarına teşmil edebiliriz. Biz bir hayra yöneldik mi mutlaka şeytan yolun başına oturur ve bizi alıkoyacak bahaneler üretir. Biz bu şeytani vesveselere karşı ne yapabiliriz? Ta ki amellerimizi İblis ve avenesinin yağmasından koruyalım:

Her şeyden önce; bir hayır yoluna koyulduktan sonra aklımıza gelen “engelleyici düşüncelerin” birer vesvese olduğunu bilerek başlayabiliriz. Bu düşüncelerin vesvese olduğunu bilmek, yolun yarısını geçmektir. Aksi hâlde insanoğlu yaptığı her kötülüğü aklileştirme özelliğine sahiptir. Kur’ân bu sürece “kötü amelin insana süslü gösterilmesi” der. Bunu bazen şeytan yapar, bazen insanın bizzat kendisi… Nefsimizi ıslah/tezkiye çabasında şeytani ve Rahmani düşünceleri birbirinden ayırt edebilmek, ilk düğmeyi doğru iliklemek demektir. Ölçü şudur: Başladığımız bir hayrı yarım bırakmaya dönük her düşünce şeytanidir. Başladığımız hayra sahip çıkmamızı, sonuna kadar götürmeyi ve sebatı salık veren her düşünce Rahmanidir.

Hayırdan bizi engelleyen her düşüncenin vesvese olduğunu anlarsak, şeytanın özel hedefinde ve özel ilgi alanında olduğumuzu biliriz. Bu ise bizi, İblis’ten daha güçlü bir kuvvete sığınmaya mecbur eder. O da âlemlerin Rabbi olan Allah’a sığınma, istiazedir:

“Şeytandan sana bir dürtü/vesvese gelirse, Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir. Korkup sakınan (muttakileri), şeytanlar (vesvese ve kışkırtmalarıyla) kuşattığında, (Allah’ı) anıp hatırlarlar. (Bir de ne göresin hemen o hâlden kurtulmuş, şeytanın vesvesesine karşı) basiretli hâle gelmişlerdir.”[23]

Bizler samimiyetle Allah’a (cc) sığınırsak O mutlaka bizi koruyacaktır. Bu, O’nun kendisine sığınanlara bir vaadidir.

Şeytan, insana “Hayrı bırakmalısın.” diye yanaşmaz. O, bu tip durumlarda insana sağdan ve Allah (cc) ile aldatarak yaklaşır. Bazen kişinin geçmiş veya şimdiki kusurlarını akla getirir: “Bunca kusura rağmen sen bu amele layık değilsin.” der. Bazen kişiyi daha hayırlı amellerle meşgul eder. Kitap okumak, ilim talep etmek, başka bir alanda hizmet etmek… gibi amelleri gündeme getirir. Şu an yaptığı amelin, kişiyi daha hayırlı amellerden alıkoyduğuna ikna etmeye çalışır. Bu da olmazsa beraber çalıştığı arkadaşlarıyla ilgili şüpheler/sorular gündeme getirir. Yapılan işin olağan işleyişi veya her insanda bulunabilecek olağan kusurları büyüttükçe büyütür. Kişi bilmelidir ki; bir amele muvaffak kılınmışsa bu yine yüce Allah’ın bir lütfudur. Var olan kusurlarına rağmen Rabbi onu bu amele layık görmüştür. Şayet bu durumun bir etkisi olacaksa; kişinin Rabbine olan sevgisini arttırmalı, merhametinden dolayı O’na (cc) şükretmeli ve bir lütuf olan salih amele dört elle sarılmalıdır.

Kişi bilmelidir ki; en hayırlı amel “anın vacibi”, yani başlayarak sorumluluk üstlendiğimiz ameldir. Amelleri iptal etmek ve yarım bırakmak Allah’ın (cc) hoşnut olmadığı davranışlardır. Ayrıca bugüne kadar okunmayan kitap, elde edilmemiş şer’i ilim veya başkaca bir salih amel; dün boştayken aklımıza gelmiyordu da yeni bir yola koyulunca mı aklımıza geliverdi?! Acaba bu, şeytanın alıkoyucu bir adımı veya saptırıcı bir vesvesesi olabilir mi? Zira şu an yaptığımız amel bir vakıa, bir gerçektir. Kendisi için amelimizi bırakmayı düşündüğümüz şeyse ihtimaldir. Akıl sahibi insan, bir zan uğruna yakini terk etmez.

Kişi bilmelidir ki; bireysel çalışmalarla cemaatsel çalışmalar arasında fark vardır. Cemaatsel çalışmaların kendine göre bir ritmi, bir işleyişi vardır. Orada çalışan kardeşlerin sorumlulara ve diğer çalışma arkadaşlarına karşı yükümlülükleri vardır. Sonra sizin çalışmaya katıldığınız amel, büyük bir çalışmanın yalnızca bir parçasıdır. Ya bir çalışmanın öncülü ya da tamamlayıcısıdır; dolayısıyla kendisinden önceki ve sonraki adımlarla bağlantısı vardır. Buna binaen; her adımın planlanması, çalışanların o plana uygun hareket etmesi ve sürecin bir bütün olarak kontrol edilmesi gerekir.

Ne demek istediğimizi somutlaştıralım: Örneğin, çalışma alanımıza dair bir soru soruyoruz. Soru sorduğumuz arkadaşımız cevap için bizi bekletiyor. Evet, bu zaman kaybına sebep olabilir. Ancak genel planlama içinde o sorunun cevabını bulmak, ilgililerle paylaşmak ve kesin bir sonuç alarak dönüş yapmak, o işi muhkemleştirir. Yalanın, zannın, baştan savma iş yapmanın, disiplinsizliğin… yani İslami çalışmanın afetlerine kapı kapatır. Bu da işin ihsan üzere yapılmasıdır ki; zayi olmayacak, kalıcı ve faydalı ameller; ihsan üzere yapılan amellerdir.
Başka bir örnek verecek olursak, söz gelişi kendi alanımızla ilgili olmayan bir soru soruyoruz. Kardeşimiz bizi sorumlu birine yönlendiriyor. Bu, bizi baştan savması, önemsememesi midir? Şeytana sorarsanız, evet! Ancak şeriat, akıl ve hikmet nazarıyla bakarsanız; kardeşiniz size iyilik yapmış ve saygı göstermiştir. Zira bilmediği bir konuda size cevap verseydi size kötülük yapmış, işleyişin dışına çıkmış olurdu. Sizler, kendi koyduğu kurallara bağlı insanlarla çalıştığınız için Allah’a hamdetmelisiniz. Unutmamalısınız; kuralsızlık nefse hoş gelebilir, ancak kuralsız yerde heva vardır ve hevadan hayırlı bir sonuç alındığı görülmemiştir. Kurallar ve kurallara bağlı insanların çalışması gecikmeye sebep olabilir, ancak netice hayırlı olacaktır. Şayet sahabenin eğitim metoduna dikkatlice bakarsanız şunu göreceksiniz: Onlar hep beklediler; bu sabırla bekleyiş onları olgunlaştırdı; hamdılar, oldular/piştiler… Müşriklerin eziyetlerine sabrettiler ve yüce Allah’ın hicret ve cihad iznini beklediler. Soru sordular, vahyin gelip cevap vermesini beklediler. Allah Resûlü’nün (sav) bir mecliste tebessüm edip gözlerine bakmasını ve onlarla konuşmasını beklediler. Bazen kapısında oturup çıkmasını beklediler. Allah’ın vaadini beklediler… Bekledikçe piştiler, olgunlaştılar. Nefsin aceleciliğini bekleyerek yendiler. Beklemek insanı terbiye eder, hız ise azdırır. Çağ, “Hızlanın!” diyor, biz de “Bekleme/Sabır ahlakını ihya edelim!” diyoruz. Sizce amel etmeye değecek olan hangisidir?

Vahiyle Gelen Enerji

Vahiy ruhtur, nurdur, hayattır. Bir kalp vahiyle buluştu mu ruh canlanmaya, ışıldamaya ve güçlenmeye başlar. Manevi bir enerjiyle dolup taşar. Şayet insan bu enerjiyi doğru yere kanalize ederse yeryüzünde halifelik, yeryüzünün imarı, insanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet olma, en güzel amelle imtihanda öne geçme, Allah (cc) yolunda hakkıyla cihad; yani yaratılış gayesi olan kulluk gerçekleşir. Tüm bu sorumlulukları yerine getirmek için ihtiyaç duyduğumuz manevi kalori, vitamin ve bilimum güç kaynağı vahiydedir.

Bizler sürekli vahyi tilavet ediyoruz. Kur’ân ve sünnet talimi yapıyoruz. Nebilerin, onların sadık havarilerinin/sahabilerinin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin hayatlarını öğreniyoruz. Ruhumuzda sürekli bir enerji birikiyor. Örneğin, peygamberlerin kavimlerine meydan okumalarını, onların tehditlerine karşı tehditle cevap verdiklerini okuyoruz. Ruhumuz kahramanlık, yiğitlik ve cesaret duygusuyla coşuyor. Oradan secdeye varıyoruz. En yüce olanın karşısında boynumuzu kırıyor, alnımızı toprağa dayıyoruz. İzzetle, üstünlük duygusuyla, onurla çağlamaya başlıyoruz. Asıl mesele bundan sonra başlıyor:

Şayet bu enerjiyi yine vahyin istediği yere; tağutlara, şirke, masiyete ve yeryüzünü kuşatan zulme/adaletsizliğe yöneltirsek; yüceliyor, öne geçiyor ve kulluk mertebelerini katediyoruz. Bu enerjiyi istenen yere yöneltmezsek; enerji zehirlenmesi yaşıyor, ahlakımız bozuluyor ve İslam’ımızı çirkinleştiriyoruz.

“Andolsun ki İsrailoğullarına, Kitab’ı, hükmü ve nübüvveti verdik. Onları temiz şeylerle rızıklandırdık ve onları âlemlere üstün kıldık. Onlara (helal ve haramları içeren) emirden apaçık deliller verdik. Kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki azgınlık/kıskançlık/bir diğer gruba üstünlük sağlama isteği nedeniyle ihtilaf ettiler. Rabbin, kıyamet günü, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmedecektir.”[24]

İsrailoğulları cehaletten kaynaklanan toplumsal sorunlar yaşamamıştır. Onlara Kitap, hüküm ve nübüvvet bilgisi ulaşmıştır. Ancak onlar bu bilginin gereğiyle amel etmemiş, Allah düşmanlarına karşı gösterilmesi gereken izzeti birbirlerine karşı sergilemişlerdir. Vahyin ve ibadetlerin getirdiği enerji, yine vahyin hedef gösterdiği yere akmayınca “bağy” ahlakına dönüşmüştür. Bağy; azgınlık, kıskançlık, bir diğer gruba üstünlük isteğidir. Bu duygu onları fırkalara bölmüş, birbirlerine karşı bilemiş ve birbirlerine karşı zulme sevk etmiştir.

Bugün bizler de benzer bir durum yaşıyoruz. Vahiyle gelen enerjiyi, vahyin istediği yerde kullanmayınca bağy ahlakına dönüştürüyoruz. Küçük meseleleri büyütüyor, putperest müşriklere göstermediğimiz tavrı dindaşlarımıza gösteriyor, zulmediyoruz. Kur’ân bize tağutları, mütekebbirleri, mutrefleri ve mele tabakasını hedef gösteriyor. Gözümüz onları kesmiyor; onların mağdur ettiği mustazafları hedef alıyor, mazur olmayan, ama mağdur olan halkla, hiç olmadı birbirimizle uğraşıyoruz. Müstekbir tağutların karşısında el pençe divan duran, korkudan konuşmayı unutan veya korkudan çene bağı çözülenler; muvahhidlere karşı birer cengâvere dönüşüyor. Kimisi kendi zilletini gizlemek için iyice saldırganlaşıyor. Tağutların karşısında kaybettiği izzeti Müslimlere kustuğu öfke ve taşkınlıkla telafi edeceğini sanıyor, yanılıyor.

Benim şeriattan ve tecrübeden öğrendiğim şudur: Tevhidî cemaatler ve bireyler arasındaki ihtilafların, çekişmelerin ve atışmaların çoğunun temelinde “bağy” ahlakı vardır. Tağuta, şirke ve masiyete yöneltilmeyen ruhsal enerjinin sahibini zehirlemesi ve kendi dindaşlarına karşı kışkırtması vardır. Allah’a verilen sözü bozmanın cezası olarak dindaşlarına karşı katı kalpli olma durumu vardır. Zira biz Allah’ın taraftarları olarak O’nunla (cc) sözleşmiştik. Kâfirlere karşı aziz ve güçlü; müminlere karşı mütevazı ve merhametli olacaktık.[25] Biz sözümüzü bozduk; müşriklere karşı zelil ve zayıf; müminlere karşı izzetli/kibirli ve güç gösterisi içinde olduk. Allah da (cc) bizi cezalandırdı kalplerimizi katılaştırdı:

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lanet ettik ve kalplerini katı kıldık…”[26]

Kendime ve kardeşlerime tavsiyem şudur: Bağy ahlakından, hasetten ve kıskançlıktan tevbe edelim. Bizi arındırması için Allah’a (cc) yalvaralım. Neden sürekli dindaşlarımızla, en azından yüzde doksan dokuz oranında aynı olduğumuz insanlara karşı öfkeli olduğumuzu, Trump’ı dahi ıskalayan kinimizin neden hep bize benzeyen insanlara isabet ettiğini düşünelim. Sürekli kimlerle tartışma içinde olduğumuza bakalım! “Kimler bizden emin, kimler bizden korkuyor?” sorusunu sorup bir kâğıda yazalım. Dinî ve siyasi tağutları kâğıdın bir tarafına, tartışma içinde olduğumuz insanları bir tarafa yazalım. Sonuç bizi dahi ürkütecektir.

Özellikle örneklik konumunda olan abilerimiz, hocalarımız, kardeşlerimiz daha dikkatli olmalı. Zira imamın ahlakı katlanarak cemaate sirayet eder; imam gülüyorsa cemaat kahkaha atar, imam kızıyorsa cemaat küfreder. Yine kardeşlerimizin şunu unutmamasını isterim: İnsanoğlu ne yaparsa yapsın; ona gerekçe bulmada ve onu aktifleştirmede zorlanmaz. Zira insan cedelci bir tabiata sahiptir; meseleyi ölçer ve terazi hep insanın lehine tartar. Ancak akıllı Müslim; bulunduğu gerekçeleri vahye, fıtrata ve güzel ahlaka arz eder. Kardeşleriyle çekişmesinin temelinde gerçekten iddia ettiği gerçekler mi vardır? Yoksa şeytan ona kötü amelini süslüyor, onu Allah (cc) ile aldatıyor mudur? Rabbinden yardım ister, şeytandan Allah’a sığınır ve Allah’ın izniyle şeytana ve nefsine karşı basiret kazanır.

Bir diğer tavsiyem şudur: Bir kardeşimizde gayr-ı İslami bir tutum görüyorsak ona nasihat edelim. Tabii kamera karşısında nasihat olmayacağını, bunun düelloya davet eder gibi kaba bir davranış olduğunu bilelim. Şayet karşımızdaki insan ıslah olursa Allah’a (cc) hamdedelim. Şayet biz yanılmışsak ve kardeşimizin açıklamasıyla kendimize çekidüzen vermişsek yine hamdedelim. Ancak nasihat edenle nasihat edilen anlaşamamışsa meseleyi Allah’a (cc) havale edelim: “Rabbim, bu kardeşimiz samimiyse onu ve beni ıslah et, sevip razı olduğun işlerde muvaffak kıl. Şayet samimi değilse ona engel ol, fırsat verme.” diyelim.

Şayet dinimiz için endişeleniyorsak; unutmayalım, bu din Allah’ındır. O (cc), dinine karşı bizden daha fazla gayurdur. Hem, kuvvet ve izzet sahibidir. Dinini bizden daha iyi koruyacaktır. Şayet kardeşimizin yanlış yollara sapmasından endişe ediyorsak, unutmayalım; Allah (cc) hidayeti hak edeni saptırmaz, sapıklığı hak edeni de hidayet etmez. Bizler yalnızca uyarıcıyız, kimsenin hidayetinin ve sapıklığının vekili değiliz. Şayet anlam veremediğimiz ve ismini koyamadığımız bir öfke içindeysek; unutmayalım, her şeyden önce masaya yatırılması gereken, öz nefsimiz ve kalbimizdir. Beden, yolunda gitmeyen bir şey olduğunda nasıl ağrıyla alarm veriyorsa, kalbin de kendine özgü alarm verme biçimleri vardır. Bunlardan biri de insanlara karşı var olan gereksiz ve anlamsız öfkedir. Aslında biraz dikkatli düşünsek meseleyi göreceğiz. Çünkü içimizde konuşan, bize yol gösteren bir vicdan/fıtrat vardır:

“(Hayır!) Bilakis insan, kendi nefsi üzerine basiret sahibidir. (Kendisini en iyi tanıyandır.) Mazeretlerini sayıp dökse bile.”[27]

Vicdanın sesini bastırmak için yükselttiğimiz boğaz sesini biraz kıssak, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayacağız. Allah’ın bahşettiği basiret, bizim hazırladığımız bahanelere galip gelecek. “Neden Müslimler benim gündemimde veya neden yüzde doksan dokuz aynı olduğum insanlar gündemimde?” Bu soruyu bile sorsak, büyük bir mesafe katedeceğiz. Yeryüzünde şirki yayan, insanları dinî ve itikadi olarak sömüren, canlara ve ırzlara musallat olan kimseler benim gündemimde mi? Cevap “hayır”sa, bu tutumun dinî/itikadi/ahlaki olmadığı izahtan vareste olacaktır!

Kendime ve kardeşlerime bir diğer tavsiyem şudur: Öncelikler fıkhına riayet etmek durumundayız. Peki, nedir öncelikler fıkhı? Bir meseleyi öncelik sırasına göre gündeme almak, öncelik sırasına göre konuşmaktır. Bu fıkhı bize öğreten nebilerdir!

Örneğin Musa (as) Firavun’a geldiğinde onu ilk önce Allah’a kul olmaya davet etti. Sonra İsrailoğullarını serbest bırakmasını istedi. Firavuni düzende başka sorun yok muydu? Elbette vardı. Ancak tüm sorunların temelinde şirk ve bir halkın mustazaflığı vardı. Musa (as) biliyordu ki; İsrailoğulları Firavun diyarından kurtulmadan hiçbir sorun çözülmeyecekti. Zira kırbaç seslerini duydukları an; kalpteki korku depreşecek ve eski hâllerine döneceklerdi.

Allah Resûlü (sav) Muaz’ı (ra) Yemen’e yolladığında ona tavsiyede bulundu: Önce tevhid, sonra namaz, sonra zekât… Biri gerçekleşmeden diğerine geçmemesini istedi.[28] Yani o (sav), öncelik fıkhının gözetilmesini istedi…

Bizim önceliğimiz ne olmalıdır? Bunu tespit ederek işe koyulalım. Sonra vakıadan kaynaklı farklı öncelikler olabileceğine inanalım. Her şeyden önce anlamaya çalışalım. Kendi yaşadığımız vakıayla başka bir coğrafyanın önceliklerini tespit edemeyiz. Değerlendirmemiz eksik ve yanlı olur. Yanılır ve zulmederiz.

Bir diğer tavsiyem şudur: Şahsi ve cemaatsel maslahatlardan önce, düşünmemiz gereken başka bir maslahat vardır. O da tevhid davasının maslahatıdır. Bir şey yapmadan önce, “Bunun bana veya cemaatime ne gibi fayda ve zararları olur?” diye düşünmeden, “Bunun davama ne gibi fayda ve zararları olur?” diye düşünmemiz gerekir. Çünkü şahıslar ve cemaatler araç, tevhid davası amaçtır. Şahıslar ve cemaatler geçici, tevhid davası kalıcıdır. Şahıslar ve cemaatler ikinci planda, tevhid davası önceliklidir… Ölçüleri şaşırırsak davamız araca, araçlar da davamıza dönüşür. Allah’a (cc) değil, kendimize ve cemaatimize davet ederiz. Kaldırdığımız sancak, kör sancağa; altında toplanan insanlar da cahiliye sancağı altında toplananlara dönüşür. Kaybeder ve kaybettiririz. Allah muhafaza…

Bugün bir kardeşimiz düştüğünde, düşen yalnızca o olmayacak. Onunla birlikte temsil ettiği dava; yani sen, ben, biz… hepimiz düşeceğiz. Bu sebeple Allah Resûlü’nü örnek almalıyız. O (sav); Rumlarla işbirliği yapan, Mekkeli müşriklerle ittifak kuran, Yahudilerle entrika çeviren, Allah Resûlü’ne hakaret eden, Allah Resûlü’ne suikast düzenleyen, kadın satan, Allah Resûlü’nün hanımına iftira eden… adamlara dahi “Muhammed, ashabını öldürüyor.” denilmesin diye karışmadı. Çünkü dışarıdan bakan bir göz, “Nebi’nin ashabı” ile “münafıkları” ayırt edemezdi. Aynı kelimeyi söylüyor, aynı safta namaz kılıyor, aynı toplumda yaşıyorlardı. Sırf insanlar meselenin hakikatini bilmediği için, bu dinden soğumasınlar diye böyle adamlara müsamaha gösterdi. Demek ki; biz Müslimlerin de dışarıdan bakan gözlere karşı sorumlulukları var. İnsanların ne düşüneceği önemli, önemsemek zorundayız. Kendimiz için değil, temsil ettiğimiz aziz İslam davası için. Kaldı ki biz, münafıklarla değil, Müslimlerle yaşadığımız sorunlar için konuşuyoruz. Bırakın dışarıdan bir gözü, içeriden bakanın dahi farklılıklarımızı anlamak için çaba sarf etmesi gereken insanlardan…

Allah’a emanet olun. Allah (cc) sizleri maddi ve manevi hastalıklardan korusun. Sevip razı olduğu işlere muvaffak kılsın.


[1] .4/Nîsa, 104

[2] .92/Leyl, 4

[3] .92/ Leyl, 5-7

[4] .92/ Leyl, 8-10

[5] .22/Hac, 31

[6] .39/Zümer, 29

[7] .17/İsrâ, 52

[8] .20/Tâhâ, 102-104

[9] .23/Mü’minûn, 112-113

[10] .Müslim, 2807

[11] .3/Âl-i İmran, 12

[12] .11/Hûd, 54-57

[13] .74/Müddessir, 37

[14] .2/Bakara, 216

[15] .14/İbrahîm, 24-27

[16] .Ashab-ı Uhdud

[17] .36/Yâsîn, 20

[18] .27/Neml, 82

[19] .47/Muhammed, 7

[20] .Tirmizi, 2142

[21] .47/Muhammed, 33

[22] .Nesai, 3134; Ahmed, 15958

[23] .7/A’râf, 200-201

[24] .45/Câsiye, 16-17

[25] .“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah (sizin yerinize) öyle bir topluluk getirir ki (Allah) onları sever, onlar da (Allah’ı) severler. Müminlere karşı alçak gönüllü/yumuşak huylu, kâfirlere karşı izzetlidirler.” (5/Mâide, 54)

“Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler…” (48/Fetih, 29)

[26] .5/Mâide, 13

[27] .75/Kıyâmet, 14-15

[28] .İbni Abbas (ra) şöyle anlatır: “Allah Resûlü (sav) Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman ona şöyle buyurdu: ‘Sen (halkı) Ehl-i Kitap olan bir yere gidiyorsun. İlk önce onları Allah’a ibadet etmeye davet et. Allah’ı tanıdıkları zaman Allah’ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Namaz kılmaya başladıkları zaman, Allah’ın onlara, mallarından zekât alınıp fakirlerine verilmesini farz kıldığını söyle. İtaat ederlerse bunu onlardan al. Ama insanların mallarından en iyilerini almaktan kaçın.’ ” Buhari, 1458

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver