ASIL GÜÇ KİM? İKTİDAR SAHİBİ TAĞUTLAR MI, MÜ’MİN BİR KUL MU?

Siyer kitaplarında ‘Nuh kavminin putları’ diye bilinen birtakım putlar mevcuttur. Allah subhanehu ve teâlâ Nuh Suresi 25. ayette bunların isimlerini zikretmektedir.

Bir rivayette ise şöyle geçer: Nuh’un aleyhisselam kavminin putlarının gömülü olduğu yeri, cinler Amr Bin Luhayy’a haber vermiş; o da onları oradan çıkartmıştır. Daha sonra da hac mevsiminde Mekke’ye gelen Arap kabilelerine bu putları dağıtmıştır.’

Ortaya çıkış şekli ne olursa olsun, sonuç itibari ile Araplar İbrahim’in aleyhisselam davetinden yüz çevirmişler ve her geçen gün sapıklıklarına sapıklık ekleyip tevhitten uzaklaşmışlardı.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini ile aralarına mesafe girdikçe taptıkları şeylere niye taptıklarını bilmez bir halde hayatlarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

Notlar

Hamd alemlerin Rabb’i olan Allah’a salat ve selam O’nun Rasûlü’ne olsun.

Geçen yazımızda taklitçiliğin nedenlerini sıralamış ve birkaç başlıkta incelemeye çalışmıştık. İnşaallah bu ve bundan sonraki yazılarımızda da Atalarının dinini kendine şiar edinen cahili toplumların, taklitçilikleri sonucu üzerlerinde taşımaya başladıkları bazı sıfatları anlatmaya çalışacağız.

Taklitçi Cahili Toplumun Vasıfları

1. İnanışlarında Şüphe İçindedirler

Bir insanın ‘ben bu fikre inanıyorum’ iddiasında samimi olup-olmadığını nasıl anlarız? Bu kişiye iddiasının neye dayandırdığı sorulur, eğer bir delili varsa ve her şüphe içerikli söylem karşısında afallamıyorsa, gerçekten inanıyordur.

Tersi ise, neye inandığını bilmeden sırf birileri öyle düşünüyor diye bir inancı kabul etmektir. Bu, inanış biçimi, dışı ne kadar güzel görünürse görünsün, temeli çürük olan bir binaya benzer. En küçük bir şüphe esintisinde sarsılmaz gibi gözüken bu yapı yerle bir olacaktır.

Taklitçi cahili toplumun, inançlarında tereddüt içinde oldukları Kur’an’da birçok kere bize gösterilmiştir. Bunların içinden en dikkat çekici örnek ise İbrahim’in aleyhisselam kavmi ile olan diyaloğudur:

“İbrahim o zaman babasına ve kavmine demişti ki: ‘İbadet edip durduğunuz bu heykeller de ne oluyor?’, ‘Atalarımızı bunlara ibadet ederken bulduk’ dediler. İbrahim ‘And olsun ki siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Onlar: ‘Sen bize Hakk’ı mı getirdin yoksa şaka mı yapıyorsun?’ dediler.” (21/Enbiya, 52-55)

İbrahim’in aleyhisselam kavminin verdiği bu cevap, itikad ile ilgili iyice düşünmüş, gerekli araştırmayı yapmış, delillerine güvenen birilerinin ağızından çıkar mı hiç?

Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerin devamında İbrahim’in aleyhisselam, kavminin putlarını kırdığı sahneler anlatılıyor. İbrahim aleyhisselam sadece büyük putu sağlam bırakıyor ve daha sonra kavmi ile arasında şu konuşma geçiyor:

“Dediler ki: ‘Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?’, ‘Hayır’ dedi. ‘Onların şu büyükleri bunu yapmıştır. Onlara sorun. Eğer konuşabilirse size cevap versin!’. Kavmi, kendi vicdanlarına dönerek birbirlerine dediler ki: ‘Muhakkak asıl zalimler sizlersiniz’ Sonra baş aşağı edildiler ve şöyle dediler: ‘Sen de çok iyi bilirsin ki bunlar konuşamazlar.’ (21/Enbiya, 62-65)

Şu gel-gitlere bir bakın?! İtikatlarının temeli olan putları ilah kabul etme meselesinde dahi nasıl da tereddüt içindeler? Çok kısa bir süre zarfında, bu kadar önemli bir konuda dahi, ne kadar çabuk fikir değiştirip, duruyorlar.

Daha da kötüsü cahili toplum içersindeki herkes ‘Acaba inandığım şey doğru mu yanlış mı?’ diye tereddüt içinde değil. Çoğunluk böyle olsa da bunlardan bir gömlek üstte olanları da var. Onlar ise itikatlarının ve amellerinin yanlış olduğunu bildikleri halde, atalarının dinine tabi oluyorlar:

“Muhakkak ki onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Yine de onların izleri üzere sürat ve ısrarla koşturuyorlar.” (37/Saffat, 69-70)

Bu iki zümre karşısında ise, saf ve tertemiz Allah subhanehu ve teâlâ inancına sahip mümin bir topluluk vardır. Müminin zihninde itikadı ve ameli ile alakalı en ufak bir şüphe bile mevcut değildir. Çünkü o Hakk’a tabi olmuştur. Zannı elinin tersi ile itmiş, ilmi kuşanmıştır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah subhanehu ve teâlâ insanlar arası ilişkilerde dahi zannın bir şey ifade etmediğini söylüyor:

“Ey iman edenler zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz, kiminizin gıybetini yapmasın…” (49/Hucurat, 12)

Öyleyse insan, nasıl olur da Allah ile olan ilişkisini belirleyen itikadını, ilim üzerine değil de şüpheler üzerine kurabilir.

Cahiliyedeki inançlarını doğal  olarak taklitçilik üzerine bina edenler, İslama girme aşamasında da bu halin kalıntıları ile karşılaşıyorlar maalesef. Herhangi bir sebeple kabul ettikleri sahih itikadın dayanaklarını öğrenme ihtiyacı hissetmedikleri için sürekli tökezliyorlar. Karşılarına çıkan her şüphe onlar için yeni bir itikada kapı aralıyor.

Gerçi bu kimselerin inandıkları şeyi ‘itikad’ diye isimlendirmek yanlış olur. Çünkü itikad, bir şeye kesin bir şekilde inanıp, tabi olmaktır. Her şüphe karşısında farklı yerlere savrulan bu kimselerin inandıkları şeye ise ancak ‘fikir’ denilebilir. Şüpheler karşısındaki dönüşümleri ise ‘fikir değiştirmek’ten başka birşey değildir.

Müslüman fert, bu kişilerin sadece itikadlarında sınırlı kalmayıp amellerine de yansıyan istikrarsız hallerinden ve ortamlarından gerekli dersi almalıdır. Şüphe denizinde boğulmamak için, gemisini sağlamlaştırmalıdır. Bu da ancak itikad ve amelin dayandığı delilleri öğrenmek veya sorup, dinlemekle mümkün olabilir.

Ne kadar ilim öğrenirsek öğrenelim şeytanın itikadımızı ve amelimizi zedelemek için şüphe yoğunluklu vesveseleri gündemimize sokmaya çalışacağını unutmamamız gerekir. Bu vesveselere karşı atılacak birinci adım, sürekli ‘yeni fikir’ diye ortaya bazı bilgi kırıntılarının döküldüğü, şüphelerin havada uçuştuğu ortamlardan uzak durmak ve bu ortamların ehli olan insanlarla irtibatı -şartların el vermesi kaydıyla- ‘nasihat etme’ düzeyine indirmektir. Zaten her çay muhabbetinde, o hafta okunan kitaba, makaleye göre fikir değiştirenler, hayatını İslam davasına adamış, dakikalarının hesabını yapan fertler için zaman kaybından başka birşey ifade etmezler.

İkinci adım ise, amele yoğunlaşmaktır. Boş konuşma ve bilgisizce yapılan tartışmalar hangi oranda zararlı ise, amelleri fazlalaştırmak da, itikadı sağlamlaştırmak için aynı oranda gerekli ve faydalıdır.

2. Gerçek Güçten Yoksundurlar

Toplumlara düşünceleri aşılamak iki türlüdür: Ya kaba kuvvet kullanırsınız ya da ikna edici delilleri sunarsınız. İslam, davetini ulaştırdığı kitlelere, onların fıtratlarına uygun hak olan delilleri sunar. Bu şekilde onları ateş çukurundan kurtarmaya çalışır. Kuvvet ise davetin ulaşmasını engelleyen zorbalar ortaya çıkınca devreye girer.

Taklitçi cahili güçlerin ise sunabilecekleri delilleri yoktur. Önceki kuşaklardan miras aldıkları ve körü körüne bağlandıkları temelsiz inanışları, toplumun her kesimine kabul ettirmek isterler.

Bu durumu kabul etmeyenler ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini insanlara ulaştırmaya çalışanlar ortaya çıkınca da, Hakk’a karşı büyüklenme ve zulüm başlar. Kimilerini Ashab-ı Uhdud’a yaptıkları gibi ateşten çukurlara atarlar. Kimilerinin de etlerini kemiklerinden ayırırlar. Bazı Peygamberleri taşlamakla, bazılarını ise sürgün etmek veya öldürmekle tehdit ederler.

İşte taklitçi zihniyetin davet metodu bu!

Aynı zamanda bu durum onların ne kadar zayıf olduğunun da bir göstergesi. Kur’an-ı Kerim çok çarpıcı bir şekilde İbrahim’in aleyhisselam kavminin üzerinden anlatır bize bunu. Tevhidin imamı tek başına bütün putları devirince, kavmi birgün hep birden öfkeli bir şekilde onun başına toplandılar.

“Sonra (İbrahim) onlara (putlara) sağ eli ile gizlice vurdu. Kavmi hızlıca ona geldiler.” (37/Saffat 93-94)

İbrahim aleyhisselam kem-küm etmedi. Canının derdine düşmedi. Çünkü dayanakların en kuvvetlisi olan Hakk’a dayanmıştı. Gücün tek sahibi olan Allah’a subhanehu ve teâlâ iman etmişti. Hal böyle iken güçleri ancak Allah’ın dilemesi ile bir işe yarayabilecek olan, hakikatte aciz ve zayıf bu insan kitlesinden mi korkacaktı?

Taştan putları yıkmakla yetinmedi İbrahim aleyhisselam. Müşriklerin taklitçilik nedeni ile taşlanmış kalplerine de darbeleri indirmeye başladı:

“ ‘Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?’ dedi. ‘Halbuki sizi de, yapıp ibadet ettiklerinizi de Allah yaratmıştır.’ ” (37/Saffat, 95-96)

Beyinlerine prangalar vurmuş bu yığın şimdi aciz, zayıf ve çaresiz! Kendilerine geldiklerinde verecekleri bir cevapları olmadığını bir kez daha farkediyorlar. Ve en iyi bildikleri şeyi yapıyorlar:

“Dediler ki: ‘Onun için bir bina yapın, sonra da onu alevli ateşin içine atın.’ ” (37/Saffat, 97)

Peki sonuç ne oldu? İzzetin ve gücün asıl sahibi Allah subhanehu ve teâlâ kendi dinini yücelteni yalnız bırakır mı hiç?

“Ona kötülük yapmak istediler. Bizde onları en aşağılıklar kıldık.” (37/Saffat, 98)

Ya Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh karşısında Mekke’nin ulularının haline ne demeli? O zayıf ve güçsüz sahabe bir grup arkadaşı ile anlaşıyor. Kabe’de Mekkeli müşriklerin olduğu bir sırada açıktan Rahman Suresini okuyacak. Her Müslümanın bir köşede işkence gördüğü, kimilerinin imanlarını gizlediği, Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem dahi açıktan eziyet edildiği bir zaman!

Buna rağmen bedeni zayıf ama imanı dağlar gibi sağlam olan sahabe harekete geçiyor. İşte Mekkeli müşrikler kalabalıkları ve kibirleri ile bir tarafta. Diğer tarafta tek başına bir sahabe: Abdullah İbni Mesud. Ve başlıyor müşrikleri sarsmaya:

“Rahman! Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı…” (55/Rahman, 1-3)

devam ediyor gidiyor!

“O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” (55/Rahman, 13)

Ayeti okuduğunda bir kez daha beyinlerinden vurulmuşa dönüyor müşrikler. Rahman’ın buyruğu karşısında çaresiz kalınca inanç ve zorbalık bakımından ataları olan Nemrud’un yoluna başvuruyorlar.

Arkadaşları İbni Mesud’u müşriklerin arasından aldıklarında, o güzide sahabenin bedeninin her tarafının kana bulandığını görüyorlar. Zorlukla ağzından dökülen cümleler ise küfrün acziyetinin ilanı: ‘Vallahi ben Allah düşmanlarının bu kadar güçsüz ve hakir olduğunu bugünkü kadar hiç anlamamıştım. İsterseniz aynı şeyi yarın yine yaparım.’

Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanların çektiği eziyetler, sıkıntılar, yaşadıkları esaretler, demokrasi vb. küfür rejimlerini kabul etmeleri için üzerlerine yağan bombalar bir zayıflık alameti değil! Bilakis bu batılın çaresizliğidir. Onların yapabilecekleri tek şey budur.

Taklitçi cahili toplumun aslında çok güçsüz olduğunu bize gösteren örnekler, aynı zaman da şunu da öğretir: Düşüncesi net olan ve inancını hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan açıklayabilen bir tek Müslüman; kafası bulanık gücünü beşeri güçlerden alan yığınlardan her halükarda daha güçlüdür. Ve Allah’ın izniyle küfrü mağlup etmeye kadirdir.

‘Hak’ insanların üzerine bir kere doğduktan sonra, batıl geceyi ne kadar uzatmaya çabalarsa çabalasın, buna muvaffak olamaz.

“De ki: Hak geldi, batıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü batıl can çekişe çekişe yok olucudur.” (17/İsra, 81)

“Bilakis biz Hakk’ı batıl üzerine bırakırız da Hak onun beynini darmadağın eder. O da derhal çekişerek can verir. Allah’ı nitelendirmenizden ötürü vay size!” (21/Enbiya, 18)

Duamızın sonu Alemlerin Rabbi Olan Allah’a Hamd’dır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver