Müsaadenizle İmam Nevevî’nin 40 Hadis isimli kıymetli eserinin şerhini yaptığımız yazı dizimize bu ay ara vereceğiz. Tıpkı depremin sıradan bir hayatın akışına ara verdiği gibi. Önümüzdeki ay nasipse devam edeceğiz, inşallah.
I
Her zaman yaptığımız gibi her birimiz yarına dair planlar çizdik. İşlerimiz, ziyaretlerimiz, gideceğimiz yerler, görüşeceğimiz kişiler… Belki kimilerimiz ertesi gün yiyeceği yemekleri bile ayarlayarak bir günü bitirdi. Uykuya geçti. Dinlenecek ve sabaha erkenden işe gidecektik. Hanımlar da işlerine koşacak, evlerini temizleyecek, belki misafir alacaktı. Her zamanki gibi. Sabah vakti deliksiz uyuduğumuzla övünecektik. Sıcacık yatağımıza güven ve huzur içinde uzandık…
Her birimizin, uykumuzun en derinlerlerinde olduğu bir saat 4.17. Büyük bir sarsıntıyla uykumuzdan sıçradık. Ne oluyor diye sağa sola bakınırken deprem olduğunu anlamakta gecikmedik. Avizeler sallanıyor, dolaplar sağa sola yalpalıyor, duvarlar sanki üzerimize yürüyordu. Hemen tekbirler, besmeleler, Lailaheillallah zikirleriyle niyazda bulunduk… O’ndan bekledik, O’ndan umduk. Durdurabilse bu sarsıntıyı sadece O (cc) durdururdu çünkü. İnsan, cin, melek ve hatta nebi… hiçbir şey ve hiçbir kimse bu sarsıntıyı durduramazdı. Birilerinin karada uçan, denizde yürüyen şeyhleri de dâhil buna. İliklerimize kadar hissettiğimiz bu hakikat, çağlar üstü, zamandan bağımsız, dönemsel olmayan bir hakikatti. Âdem Babamızın yaratılışında her bir hücremize yerleştirilen fıtratın içinde bu hakikat de vardı. Yaptığımız zikirler başımıza ânsızın bir gece vakti gelen bu felaketi azalttı mı bilemiyoruz. O’nun (cc) katında bunun bilgisi. O’nun (cc) yanında. Evlatlarımızı kucaklayıp sarmalamak istedik. Yapabildiğimiz kadar onları korumalı ve yanlarında olmalıydık. Onlar da çok korkmuş, âdeta gözleri yuvalarından fırlayacak hâle gelmişti… Zor bela yürüyebildik. Sarıldık. Yere kapaklandık ve ölümü bekledik. Binanın üzerimize göçmesini, sonra bu gecenin karanlığında sessizce bizi de alıp götürmesini bekledik, istemesek de… Büyük bir gürültüyle kapandı kimimizin üzerine binanın molozları. On binlerin üzerine göçtü huzur ve sükûnetle içerisinde yaşayıverdiğimiz evlerimiz. Kimimiz o ân veda ettik hayata. Kimimizi sessiz bir bekleyiş aldı. On dk. değil, kırk dk. değil, üç saat değil, on üç saat değil… Günlerce bekleyenimiz oldu. Aç susuz, dondurucu soğuk, yağmur veya kar altında, dünyadan bihaber, ölümle pençeleşir vaziyette. Bazımıza ölüm meleği geldi, bazımıza yardım ekibi. Sesimi duyan var mı, dediler. Hemen ses verdik, bir yerlere vurduk. Aç biilaç kurtarılmayı bekledik. Kimsecikleri bekleyemeyen, hep beklenilmek isteyen nefsimiz de bizimle beraber bekledi oracıkta. O dillere destan güzelliğimiz de parlak gençliğimiz de tozların, molozların arasında sönmüş gibiydi, ne çabuk da tükenivermişti. Ne çabuk! Oysa biz bütün hayatımızı gençliğimiz, güzelliğimiz ve hayallerimiz üzerine inşa etmiştik. Arama Kurtarma Ekipleri ellerini uzatıp bedenimizi o yığınla enkaz arasından çıkardıklarında ve sedyenin üzerine uzandığımızda bütün acı, keder, hüzün ve şokumuza rağmen günün aydınlığına ulaşmanın sevinciyle dolduk. Bize yeni bir hayat bahşedilmiş gibi… Kıymetini bilmediğimiz, bilemediğimiz günlerin, ayların, yılların, ömrümüzün kıymetini bilecektik artık, kesinlikle bilecektik! Eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey…
Acaba gerçekten ömrümüzün kıymetini bundan sonra bilecek miydik? Ne dersiniz?
Arama Kurtarma Ekipleri dedik. Demişken onlardan da bahsedelim ki haklarını iade edelim. Canla başla çalışan birçok kurum ve kuruluştan kurtarma ekipleri vardı. Gecesini gündüzünü bir etmiş birçok fedakâr insan. Ecir Kapısı Arama Kurtarma Ekibinde bulunan kardeşlerimiz de bu fedakâr insanlardandı. Bir can kurtarabilmek gayretiyle günlerce yoruldular, güzel işler çıkardılar. Yüce Rabbim ecirlerini fazlasıyla versin. Diğer taraftan medyanın kirli oyunlarına alet olanları da unutmamak gerekir. Enkaz altında bir can çıkarılırken muhabire hanımın, “Birbirinize sarılın, biraz göz yaşı dökün.” sözleri üzerine âdeta siparişle gelen gözyaşlarına da yapmacık sarılmalara da şahit olanlar unutmayacaktı. Aslında medyanın hakikati bize göstermediğini, gözün gördüğü ile medyanın gösterdiği arasında uçurum olduğunu, samimiyetsizlerin o ân bile pirim peşinde olduklarını düşüneceklerdi. Haklı olmadıklarını söylemek ne mümkün! Bir düşünürün sözünü hatırlamamak elde değil: Kameralar, insanlığa doğrultulmuş en tehlikeli silahlardır.
II
İnsan hayatı kimi zaman ibret olur, kimi zaman ders. Bizim hayatımız ders olmalıydı. Ders. Yani insanlar aylarca, yıllarca ve belki çağlarca bizi anlatmalı; her anlatan örnek almalı ve azim, gayret ve imanımıza gıptayla bakmalıydı. Bir ders kitabının satır satır işlendiği, işlenirken eskitildiği gibi dillerde biz tekrar edilmeliydik. Kimi insanın hayatı da ibret olurdu. Gıpta etmek, göz dolduracak örnekler görmek mümkün değildi. Tıpkı bembeyaz sayfaya gelişigüzel karalanmış, sadece gözü yoran siyah çizgiler ve hatta karaltılar gibi. Bakan ağlar; gören öyle olmak için değil, olmamak için gayret ederdi.
Bölgemizi derinden sarsan bu deprem aslında önümüze pek çok ibret serdi. Zaten ders olacak nitelikte iyi örnekler ekseri olsaydı muhtemelen yer tahammül eder, bu kadar derinden sarsmazdı insanı. Bu bir öz eleştiri. Kulluğumuzun öz eleştirisi. Kabul edelim veya etmeyelim, olmamız gerekirken olamadığımızın, yapmamız gerekirken yapamadığımızın, eksiklerimizin eleştirisi. Biz kulluk sınavında zorlandık. Zorlandığımız için bizi derinden sarsan bu musibet başımıza geldi. Maddeci kafa mantığı bunu sadece jeolojik sebep sonuç ilişkisi içinde izah etse de muhalif bilmemkimler bunu sırf çıkarları için sadece birilerinin beceriksizliğine fatura etse de… Bu düşünceye katılmıyorsanız bir sağlama yapalım: Depremi yaşamadan önce Allahu Ekber deyişimizle deprem sabahı yatağımızdan fırladığımız vakit deyişimiz aynı mıydı? Depremden önce kıldığımız yatsı namazı ile deprem sonrası kıldığımız sabah namazı ve diğer namazlar aynı mıydı? Değildi. Daha çok dua, daha çok tevekkül, daha çok yakarış… Başka kapı bulunmadığına daha fazla inanç… Enkaz altında yüz saat kalan, molozların altında İzmir marşını koro hâlinde söyleyen seküler bir aile, çıktığında “Allah’a şükür, sürekli dua ettik, yer gök dua idi.” diyorsa bu sarsıntının şiddetinin açığa çıkardığı hakikattir, makas fazla açılmıştır, olduğumuz ile olmamız gereken arasında… İşte deprem o makası kapatmak, onarmak, ıslah etmek, uyuyanı sarsarak uyandırmak için gelen muvazzaf bir misafirdi. Rahmetinden anlamayan biz kullara zahmet tokadıydı. Bizim ve halkımızın ahvalini sen ıslah et, ya Rabb!
III
Bugün bu yazıyı okuyabilme imkânına sahipseniz enkaz altında can vermediniz demektir. O zaman şöyle bakalım bir de, o enkazın altında biz kalsaydık ve vefat etseydik ne olurdu? On binlerce vefat edenden birisi biz olsaydık? Geride bizden bir parça, bir eser, ümmete ve dahi insanlığa faydalı bir şeyler bırakacak mıydık? Güzel ahlakımız ve insan ilişkilerimizle dilden dile dolaşıp insanlığa örnek olacak bir hayat mesela. Ya da iyi yetiştirdiğimiz, ümmetin yaralarına merhem olacak bir evlat bırakabilecek miydik? İslam’a kazandırdığımız öğrencilerle ümmetin şu karanlık asrına bir kandil uzatıp gidebilecek miydik? Bu sorulara verebildiğimiz, gönlümüze su serpen cevaplarımız yok ekseriyetle. Şunu bıraktım diyebildiklerimiz de ne kadar faydalı bir eser, tekrar düşünmek gerekiyor. Bunları, yana yakıla bir şey yapmadığımızı anlatmak ve hatta üzerine ağıt yakmak için yazmadık elbette. Uyandığımız günün kıymetini bilelim, yaşadığımız ânı değerlendirelim, vakti en değerli hazine bilelim diye yazdık. Geriye kalıcı güzel eserler, izler -ve hatta tevhid imamı İbrâhîm’den (as) ödünç alarak- güzel bir hatıra bırakmak istiyorsak vaktimiz sermayemizdir. Her daim tükenmekte ve erimekte olan bu sermayemizi fuzulata harcamadan gerekli yerlerde kullanalım.
IV
Üç mağara arkadaşının hikâyesi. Allah Resûlü (sav) bize anlatıyor. Bir yolculukta yağmura yakalandıkları için mağaraya sığınıyorlar ve mağaranın ağzı büyük bir taşın düşmesiyle kapanıyor. Mahsur kaldıkları bu yerde onları kurtaracak kimseleri yok. Allah’a (cc) el açıyor ve yaptıkları amelleri zikrediyorlar. Her birisi saf bir niyetle yaptığı bir ameli Rabbine arz edip, “Bunu yalnız senin rızan için yaptıysam bizi buradan kurtar Allah’ım!” diyerek dua ediyorlar. Her duayla kapı biraz daha aralanıyor, biraz daha ve biraz daha. Üçüncü duayla beraber tamamen açılan kapıdan çıkıp yollarına devam ediyorlar.[1] Evimiz mağara, depremin ardından bizi mahsur bırakan moloz yığını ise mağaramızı kapatan bir kaya olsun. Bizi o moloz yığının içinde asla bulunamayacağımız şekilde dibe batıracak günahlarımız var kuşkusuz. Ama biz kurtulmaya çalışıyoruz; orada Rabbimize takdim edeceğimiz, “Senin rızan için yaptık, bizi kurtar Allah’ım!” diyeceğimiz saf niyetli kaç büyük amelimiz var! Her birimiz nefislerimizi muhasebeye buyuralım…
V
Yaşanan iki büyük sarsıntıyla -Suriye’yi de dâhil edersek- yirmi milyona yakın insanın evsiz kaldığı söyleniyor. Dondurucu soğukların baş gösterdiği bu kış ayında günlerce çocuklarıyla beraber açıkta kalan insanlar oldu. Battaniye bulmakta zorlananlar… Kaç defa evimizden şikâyetlenmiştik oysa. Değiştirmemiz gereken eşyalarımız vardı. Evlenirken sınırları zorlarcasına yaptığımız harcalamalar vardı, aldığımız mobilyalar hemen eskimişti. Daha lüks, daha pahalı, daha göz alıcı olmalıydı. Arkadaşlar evimize geldiğinde hayran kalmalıydı mesela. Kaç defa başımızda çatımız, sıcacık yuvamız var diye O’na (cc) şükranlarımızı sunduk? Evlatlarımıza bu nimeti kaç defa hatırlattık, o evi verene şükür olarak O’nu (cc) razı edecek ne amel yaptık? Olana şükür müydü bizimkisi, yoksa olmayana sitem mi daha ziyade? Soralım evsiz kalan milyonlarca insana, en mutlu insan kimdir? Sağ selamet, ailesiyle beraber sıcacık yuvasında mütevazı bir kahvaltıya oturandır diyenlerin ne de çok olduğunu göreceğiz kuşkusuz. Bir başka ibret vesikası, ömrünü tüketip kazandığı servetiyle ultra lüks daireler alan ve krallar gibi bir ömür sürmeyi arzu eden kaç yüz bin -belki de milyon- insan şimdi köyündeki derme çatma, müstakil bir eve yerleştiği için şükür secdeleri yapıyor?
VI
Olanın farkında olmamak, olmayanın ardında olmak hâli insan için sadece mal konusunda vaki değildir. Bu hâl ve tavır, evlad-u iyal için de geçerlidir. Birçoğumuz evliyiz ve Yüce Rabbimizin bağışladığı, en güzel ikramlardan kabul ettiğimiz çocuklarımız var. Bakınca mutlu olduğumuz, şefkat ve merhameti kalbimizin derinliklerinde hissettiğimiz, sevinci en çok kendileriyle yaşadığımız, güldüklerinde gülüp ağladıklarında parçalandığımız evlatlarımız… Aslında her şey gibi onlar da varla yok arasında. Ânsızın avucumuzdan kayıp gidebilecek bir potansiyele sahipler zira. Bize verilmiş emanetlerdir onlar. Yerin ve göğün maliki olan Allah’ın geçici bir süreliğine, bağrımıza basalım ve imtihan sınavımıza onlarla devam edelim diye verdiği emanetler. Akşam yastığa başımızı koyduğumuzda yanımızda olan evlatlar, başımızı kaldırdığımızda olmayabilirler. En açık, derin, sarsıcı ve ağır hâliyle bunu 6 Şubat depreminde idrak ettik. Enkaz başlarında çaresiz çırpınan babaları, yürekleri dağlayan gözyaşlarıyla anaları gördüğümüzde hissettik. Vefat etmiş çocuğunun enkazlar arasından sarkan ellerini saatlerce tutmuş ve oracığa kıvrılmış bir babayı görünce idrak ettik. Yaşadıysak bize bir şeyler anlatsın diye yaşadık. Ne anlatmalı bize yaşananlar? Evladımızın bize Allah’ın (cc) emaneti olduğunu anlatmalı. Emanetin vakit dolduğunda teslim edilmesi gerektiğini anlatmalı. Veren de O (cc), alan da. O’na aidiz ve O’na döneceğiz. Bunu anlatmalı. Mümin için ebedî istirahatgâhın cennet diyarı olduğunu, kaybettiğimiz veya kaybedeceğimiz evladımızla kavuşmamızın cennette olacağını umut etmeyi anlatmalı. Her hâlde Allah’tan razı olmayı, aldıklarına değil verdiklerine bakmayı anlatmalı. Ve daha pek çok şeyi anlatmalı…
Vaziyeti gördükçe dilimizde dönüyor dualar, insanlık için afiyet ve hidayet diliyoruz ve dudaklarımızdan istemsizce birkaç kelime dökülüyor:
Yıkıldı coğrafyam, kalmadı hiçbir ev
Evlatlar yetim düştü…
[1]. bk. Müslim, 2743
İlk Yorumu Sen Yap