ALLAH RESÛLÜ’NÜN ÖRNEKLİĞİNDEN YAHUDİLEŞMEYE GAYRİMÜSLİMLERLE MÜNASEBETLER

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) her birinize af ve afiyet ihsan eylesin. Sizleri rahmetiyle kuşatsın. Nasip olursa bu ay, bana yöneltilen üç ayrı soruya cevap vereceğim. Soruların özü şudur: Bazı kitaplarda okuduğumuz, “Müşrikin kanı ve canı helaldir.” cümlesi sahih midir? Şayet sahih ise ne anlama gelmektedir? Bu anlayışla hareket eden İslami(!) mafyaların şer’i hükmü nedir? Günlük ilişkilerinde bu anlayışa dayanarak gayrimüslimlere borçlarını ödemeyen, onların mallarını (ç)alan… insanların yaptığının hükmü nedir?

Sorulara cevap vermeden önce bir hakikatin altını çizelim: Bugün bizler, vahiyden beslenen, “ed-dinu’l halis/saf din”e sahip değiliz. Biraz Yunan felsefesi, biraz Doğu mistisizmi, biraz Sâsânî diktatörlüğünün karıştığı; inancı, ahlakı ve siyaseti kirlenmiş bir geleneğe sahibiz. Bu nedenle ya doğru bildiklerimiz yanlış ya da bildiklerimiz doğru, fakat uygulama yanlış. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna, genel durumumuz budur. Hâliyle her bilgi ve uygulamayı Allah Resûlü’nün (sav) uygulamasına arz etmeli, sağlamasını yapmalıyız. Zira doğru bilgiyi Allah’tan alıp bize ulaştıran da[1] tebliğ ettiği doğru bilgiyi açıklayıp uygulamalı/örnekli olarak bize gösteren de odur.[2] Öyleyse şu soruyu sormalıyız: Allah Resûlü’nün gayrimüslimlerle ilişkisi nasıldı? Onların canını ve malını helal görür müydü? Mafyavari yapılanmalar oluşturup “Bunlar müşriktir!” diye mallarına çöker miydi? Bu gerekçeyle hırsızlığa, borçların ödenmemesine cevaz verir miydi?

Allah Resûlü’nün (sav) hayatında Mekke ve Medine dönemi vardır. Biz de onun (sav) mustazaf durumda olduğu Mekke ve devlet imamı olduğu Medine Dönemi’nde gayrimüslimlerle ilişkilerine bakacağız.

1. Allah Resûlü’nün Mustazaf Durumda Olduğu ve Kâfirlerin Egemenliğinde Yaşadığı Dönem

“Allah Resûlü (sav) hicret için yola çıkmıştı. Alî (ra) ise Allah Resûlü’nün yanında bulunan emanetleri ondan alıp sahiplerine teslim etmek için üç gün, üç gece daha kaldı. Emanetleri yerlerine teslim ettikten sonra o da peşlerinden yola koyuldu.”[3]

Bu rivayetten şunu anlıyoruz:

  • Müşrikler, mallarını Allah Resûlü’ne emanet ediyorlar. Demek ki Mekke’nin en güvenilir insanı o (sav). İnsanlar canlarını, mallarını ve namuslarını ona emanet bırakabiliyorlar. Bu da onun (sav) kimsenin malına bir zarar vermediğini gösteriyor. Zira, kimsenin hırsızlara mal emanet etmeyeceği izahtan vareste olsa gerek.
  • Allah Resûlü (sav) bir sahabinin canını tehlikeye atmak pahasına, müşriklerin emanetlerini iade ediyor. Kim bu müşrikler? Müslimleri katleden, onlara işkence yapan, onları yurtlarından çıkaran harbî kâfirler… Allah Resûlü (sav), “Onlar emanı bozdu, bizi öldürdü, mallarımıza el koydu…” mantığıyla hareket etmiyor. İslam’ın güvenilirlik ilkesini, intikam duygusunun önüne geçiriyor.

2. Allah Resûlü’nün Devletleştiği Dönem

Allah Resûlü (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra, Medine İslam Devleti’ni kurmuştur. Müşriklerle savaşın farz kılındığı bu dönemde onun iki farklı uygulaması olduğunu görüyoruz. İlki, savaş meydanındaki uygulamaları. İkincisi, savaş meydanının dışındaki uygulamaları.

a. Savaş Meydanı Dışındaki Uygulamaları

  • Abdurrahmân ibni Ebî Bekir’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Yüz otuz kişi, Nebi (sav) ile birlikteydik. Nebi (sav) ‘Yanında yiyecek olan var mı?’ buyurdu. Birinin yanında bir sa’ kadar buğday çıktı ve hamur yapıldı.

Sonra uzun boylu, müşrik birisi koyun sürüsü ile geldi. Nebi (sav) ona, ‘Satıyor musun, bağışlıyor musun?’ buyurdu.

Adam, ‘Hayır, satıyorum.’ dedi.

Nebi (sav) ondan bir koyun satın aldı ve bu koyun pişirilmek için hazırlandı. Hayvanın (pişirilmesini) iç organlarının da ızgara yapılmasını emretti. Allah’a yemin ederim ki Nebi (sav) ondan orada bulunan yüz otuz kişinin her birine bir pay verdi; bulunmayanların payını ise ayırdı. Sonra kalan eti iki ayrı kaba koydu. Hepimiz doyuncaya kadar yedik. İki kap et de arttı. Artan bu eti de deveye yükledik.”[4]

Allah Resûlü (sav) ashabıyla beraber sefer düzenler. Yolda yiyecekleri tükenir, açlık baş gösterir. Bir müşrikle karşılaşırlar. Ancak onun malını yağmalamaz, izinsiz yiyecek almazlar. Kendilerine para karşılığında mı yiyecek verecek, yoksa hibe mi edecek diye sorarlar. Bu da mücerret şirkin kimsenin malını helal kılmadığını, savaş yolculuğunda dahi savaş meydanı dışındaki müşriklerin malına dokunulmadığını gösterir.

Buhari (rh) bu hadisi, Sahih’inde üç ayrı yerde rivayet eder. Her bölümde rivayete farklı bir başlık atar. Bu başlıklar, hadis ehlinin olaya bakışını anlamamızı kolaylaştırır.

  • “Müşrikler ve Harp Ehliyle Alışverişin Caiz Olduğuna Dair Bab”.[5] Bu, kâfirlerin mülkiyet hakkının olduğunu, yani mallarının helal olmadığını, bu sebeple mülklerini satabildiklerini gösterir.[6]
  • “Müşriklerden Hediye Kabul Etmenin Cevazına Dair Bab”.[7] Birinin malını hediye/hibe edebilmesi için, o malda mülkiyet hakkı olması gerekir. Şayet onların malları şirk nedeniyle helal olsa mülkiyet hakları kalkmış olur; hakları olmayan mal ellerinden zor kullanılarak alınırdı.[8]
  • İmrân ibni Husayn’dan (ra) şöyle nakledilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) ile birlikte bir seferdeydik.  İnsanlar susuzluktan yakındı. Nebi (sav) konakladı ve falancayı (Ebu’r Recâ’ bu kişinin adını zikretmiş, ama Avf unutmuş.) ve Alî’yi yanına çağırdı.

Onlara, ‘Gidip su arayın.’ dedi.

Onlar da yola çıktılar. Derken, devesi üzerinde su dolu iki büyük kırba arasına oturmuş bir kadına rastladılar.

Ona, ‘Suyu nerede buldun?’ diye sordular.

Kadın, ‘Dün bu vakitlerde su dolduruyordum. Adamlarımızı suyun başında bıraktık.’ diye cevap verdi.

Bunun üzerine ona, ‘Haydi, yürü bakalım.’ dediler.

Kadın, ‘Nereye?’ diye sorunca, ‘Allah Resûlü’nün yanına.’ diye karşılık verdiler.

Bunun üzerine kadın, ‘Şu kendisine ‘sabiî’ denen adama mı?’ diye sordu.

Onlar, ‘Evet, işte o kastettiğin kişiye doğru gidiyorsun, haydi kımılda.’ şeklinde karşılık verdiler.

Nihayet kadını Nebi’nin (sav) yanına getirdiler ve aralarında geçen konuşmayı anlattılar.

Bunun üzerine Nebi (sav), ‘Onu devesinden indirin.’ buyurdu.

Sonra bir kap isteyip, getirilen kaba kırbaların ağzından su boşalttı. Sonra kırbaların ağzını bağladı.

Daha sonra kırbaların altında bulunan kapakları açıp insanlara şöyle seslendi: ‘Haydi, hem siz için hem de (hayvanlarınızı) sulayın!’

Bunun üzerine dileyenler su içti, dileyenler hayvanını suvardı.

Sonunda, cünüp olan bir adama da bir kap su verildi ve Nebi (sav) ona, ‘Git ve bu suyu başından aşağı dök.’ dedi.

Bu esnada kadın, ayakta durmuş, suyunun başına gelenleri izliyordu. Allah’a (cc) yemin olsun ki kırbalardan su alımı bitti, yine de kırbalar bize, su alma işlemine başlamadan önceki hâlinden daha dolu görünüyordu.

Nebi (sav), ‘Onun (kadın) için bir şeyler toplayın.’ buyurdu.

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram; biraz has hurma, biraz un ve biraz da sevik topladılar. Sonra bunları bir çıkına koydular. Daha sonra kadını devesine bindirip çıkını da kendisine verdiler.

Nebi (sav) kadına, ‘Gördüğün gibi senin suyundan bir şey eksiltmedik. Zira Allah (cc), bizi suya doyurdu (Allah (cc) bize suyu ikram etti).’ dedi.

Nihayet kadın gecikmiş olarak ailesinin yanına vardı.

Ona, ‘Neden geciktin?’ diye sordular.

O da şöyle cevap verdi: ‘Şaşılacak bir şey oldu. İki adam karşıma çıktı. Beni kendisine ‘sabiî’ denilen adamın yanına götürdüler. Şöyle şöyle oldu. Allah’a (cc) yemin olsun ki bu adam ya şununla bunun arasındaki (bu esnada orta parmağı ile şehadet parmağını göğe doğru kaldırmıştı, bununla gök ile yeri kastediyordu) en büyük sihirbazdır ya da gerçekten Allah’ın elçisidir.’

Bu olaydan sonra Müslimler, o kadının kabilesinin etrafında bulunan müşriklere baskın düzenliyor, fakat onun kabilesine ilişmiyorlardı.

Kadın bir gün kavmine, ‘Eminim ki onlar, size bilinçli bir şekilde ilişmiyorlar. Müslim olmak istemez misiniz?’ diyerek onları İslam’a davet etti. Onlar da bu çağrısına uydular ve hepsi birden Müslim oldular.”[9]

Bu örnekte İslam toplumu yine bir savaş için seferde. Bu seferde susuzluk sorunuyla karşı karşıyalar. Müşrik bir kadının suyunu alıyorlar, ondan aldıkları suya karşılık hurma, sevik ve un veriyorlar. Kadına, devesine ve sularına, “Müşrikin canı, malı, namusu helaldir.” diye el koymak şöyle dursun, ikramda bulunuyorlar.

Yine bu olay, onun (sav) ve ashabının vefa ahlakına güzel bir örnektir. Kendilerine yapılan hiçbir iyiliği unutmuyor, karşılıksız bırakmıyorlar. O bölgeye yönelik savaşlarda kadına ve kabilesine dokunmuyorlar. İşte onun (sav) bu ahlakı kadının dikkatini çekiyor, kabilesinin de fark etmesini sağlıyor ve topluca iman ediyorlar.

  • “(Hudeybiye Günü Urve ibni Mes’ûd Es-Sekafî gelip) Nebi (sav) ile konuşmaya başladı. Nebi (sav), Budeyl’e söylediğine yaklaşık şeyleri ona da söyledi. O zaman Urve, ‘Ey Muhammed! Diyelim ki kavminin kökünü kazıdın. Araplardan hiç kimsenin kavminin kökünü kazıdığını duydun mu? Şayet diğeri olursa (yani üstünlük Kureyş’ten yana olursa) ki Allah’a yemin ederim ben burada tanıdık yüzler; kaçacak ve seni ortalık yerde bırakacak kalabalıklar görüyorum.’ dedi.

Ebû Bekir, kendini tutamayarak, ‘Sen git, Lât’ın cinsel uzvunu ısır! Biz hiç kaçar da onu (sav) ortalık yerde bırakır mıyız?’ dedi.

Urve, ‘Bunu söyleyen de kim?’ dedi.

‘Ebû Bekir.’ dedi.

Urve, ‘Şayet sana minnet borçlu olduğum iyiliğin olmasaydı senin cevabını verirdim.’ dedi ve Nebi (sav) ile konuşmaya devam etti. Bir şey söyledikçe Nebi’nin sakalını tutuyordu. Muğîre ibni Şu’be de elinde kılıcı, başında miğferi ile Nebi’nin yanı başında duruyordu. Urve, elini Nebi’nin (sav) sakalına uzattıkça, Muğîre kılıcının kınını onun eline vurarak, ‘Elini Allah Resûlü’nün sakalından çek!’ diyordu.

Urve başını kaldırarak ‘Bu da kim?’ dedi.

‘Muğîre ibni Şu’be.’ dedi.

Urve, ‘Seni gaddar!’ dedi ve ekledi: ‘Başın dara düştüğünde sana yardım eden ben değil miydim?’

Muğîre, Müslim olmadan önce bir toplulukla birlikte yolculuk etmiş ve onları öldürerek mallarını almıştı. Sonra da gelip Müslim olmuştu. Nebi (sav) ona, ‘İslam’ını kabul ederim ama getirdiğin malla işim olmaz.’ buyurmuştu.”[10]

Muğîre ibni Şu’be müşrikken, yine müşrik olan bir toplulukla Mısır Mukavkısını ziyarete gider. Mukavkıs, topluluğa ikramda bulunur, Muğîre ibni Şube’ye ise pek de misafirperver davranmaz. Muğîre arkadaşlarını kıskanır. Dönüş yolunda onları öldürür ve mallarını alır. Bu hâlde Medine’ye gelir, iman eder. Allah Resûlü (sav), onun İslam’ını kabul eder; ancak getirdiği malları “aldatma malları” olduğu için kabul etmez.

İbni Hacer (rh) şöyle der:

“Muğîre malı aldatarak (hainlik ederek) aldığı için, Nebi o mala ilişmemiştir. Bu, kâfirlerin mallarını güven ortamında haince almanın helal olmadığını gösterir. Çünkü yol arkadaşları birbirine güven duyarlar. Emanet ise, Müslim olsun, kâfir olsun ehil olana verilir. Kâfirlerin malları ancak savaş yoluyla ve zor kullanıldığında helal olur.”[11]

Hattâbî (rh) şöyle der:

“Allah Resûlü’nün sözü gösterir ki şirk ehlinin malları kahren/savaş yoluyla alındığında mübah olan ganimet olsa da eman ve antlaşma hâlinde alındığında yasaktır, sahiplerine iade edilir. Çünkü Muğîre onlarla arkadaşça yolculuğa çıktı. Yolcular yol arkadaşlarına güvenir; malını ve canını emniyette sayar. Bu sebeple Muğîre’nin onları öldürmesi ve mallarını alması aldatmadır/ihanettir ve aldatma yasaklanmıştır.”[12]

Bedruddîn El-Aynî (rh) şöyle der:

…Çünkü insan birine (yol) arkadaşı olmuşsa, her biri diğerine güvenmiştir. Bu güven (eman) hâlinde kan dökmek ve malı almak yasaktır. Aldatma ister kâfirlere ister başkasına olsun fark etmez, yasaktır.”[13]

Burada bazı noktaların altını çizmeliyiz:

  • Muğîre (ra) bu işi müşrikken yapmıştır. Bir insan İslam’a girdi mi şirk hâlindeki günahları affolur, malları temizlenir. Allah Resûlü (sav) buna rağmen, Muğîre’nin (ra) getirdiği malı kabul etmemiş, onun aldatma malı olduğunu belirtmiştir. Ki onun (sav) ne kadar ferasetli/basiretli olduğunu görüyoruz; anamız, babamız, canımız ona feda olsun. Aradan yıllar geçmesine rağmen Muğîre’nin (ra) hatası yüzüne vuruluyor. Zira aldatma, ihanet, güveni suistimal evrensel ahlaki zaaflardandır ve yeryüzündeki tüm topluluklar bu ahlaklardan tiksinti duyar.
  • Ne Muğîre arkadaşlarına ne de arkadaşları Muğîre’ye “Sana eman verdim.” demiyorlar. Beraberce yolculuğa çıkmak eman kabul ediliyor. Zira eman iki kısımdır. Biri “Sana eman verdim.” denilen sarih/açık emandır. Diğeri de örfen eman yerine geçen, sarih olmayan, örfi emandır. Yolculuk, komşuluk, ticaret, beraber yaşamak gibi. Zira insan emniyette olmadığı insanla yolculuk, ticaret, komşuluk… yapmaz.
  • Âişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi (sav) bir süre sonra ödemek kaydıyla Yahudi birinden yiyecek satın almış, rehin olarak kalkanını bırakmıştı.”[14]

Âişe Annemizden (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) vefat ettiğinde (demirden olan) kalkanı, bir Yahudi’de otuz sâ’ arpa karşılığında rehindi.”[15]

Allah Resûlü (sav) bir Yahudi’den borç alarak erzak almış, borcu karşılığında ona kalkanını bırakmıştır. Vefat ettiğinde borcunu sahabe (r.anhum) ödemiştir.

Okuduğumuz örnekler, onun savaş alanı dışındaki ahlakına birer örnektir. Onun (sav) savaş meydanı dışında kimsenin canını veya malını mübah gördüğü söz konusu değildir. Aşağıda okuyacağımız örnekler, savaş meydanıyla sınırlıdır.

b. Savaş Meydanındaki Uygulamaları

“Şayet Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı Furkan Günü kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân’a) inanıyorsanız, bilin ki; aldığınız ganimetlerin beşte biri Allah’a, Resûl’e, yakınlara, yetimlere, miskinlere/ihtiyaç sahibi yoksullara, yolda kalmışlara aittir. Allah, her şeye güç yetirendir.”[16]

“Kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun. Onları iyice bozguna uğrattığınızda, (esirlerin) bağını sıkıca bağlayın. Bundan sonra, ister iyilik olarak onları salıverin ister fidye karşılığında bırakın. Savaş ağırlıklarını bırakıp (sona erinceye kadar) böyle davranın. İşte böyle… Şayet Allah dileseydi (onları helak ederek) intikam alabilirdi. Fakat sizi birbirinizle imtihan etmek için (cihadı emretti). Allah, kendi yolunda öldürülenlerin amellerini boşa çıkarmayacaktır.”[17]

Abdullah ibni Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah yolunda gaza ederek ganimet alan hiçbir ordu yoktur ki, ahirette alacakları ecirlerinin üçte ikisini peşin almış olmasınlar. Kendileri için üçte bir kalır. Ganimet almazlarsa ecirleri kendilerine tamam verilir.”[18]

Enes ibni Mâlik’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘Kim bir kâfiri öldürürse eşyası onundur.’ buyurmuştu. O gün Ebû Talha, yirmi kişi öldürdü ve onların (üzerlerinde bulunan) şahsi eşyalarını aldı.”[19]

Allah Resûlü’nün Örnekliğinden Yahudileşmeye

“Ehl-i Kitap’tan öylesi vardır ki ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana geri verir. Öylesi de vardır ki ona bir dinar versen üstüne durmadığın müddetçe sana geri vermez. (Bunun nedeni) onların şöyle demeleridir: ‘Ummilere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur. (Malları bize helaldir.)’ Bilerek Allah’a karşı yalan söylüyorlar. (Hayır, öyle değil!) Kim sözünü tutar ve (Allah’tan) sakınıp korkarsa Allah, muttaki olanları sever.”[20]

Yahudiler, kendi dinlerinden olmayana ummi/umemi der, onların mallarını kendilerine helal görürlerdi.

“Abdullah ibni Abbâs (ra), ‘Ümmilere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur. (Malları bize helaldir.)’[21] ayeti hakkında şöyle demiştir: ‘Bu ayet, Ehl-i Kitab’ın, ‘Onlar ummi oldukları için, onlardan bizim elimize geçen şeylerden dolayı bizlere günah yoktur.’ demeleri sebebiyle indirilmiştir.’ ”[22]

“Katâde (rh) ise ayet hakkında şöyle dedi: ‘ ‘Müşriklere karşı (yaptıklarımızda) bir sorumluluğumuz yoktur.’ Bununla Ehl-i Kitab olmayanları kastediyorlardı.’ ”[23]

“Suddî (rh) ise şöyle demiştir: ‘Onlar bile bile Allah hakkında yalan söylüyorlardı. Yani onlardan birine, ‘Ne oluyor sana da aldığın emaneti geri vermiyorsun?’ denildiğinde şöyle diyorlardı: ‘Arapların malları hususunda bize herhangi bir vebal yoktur. Allah onların mallarını bize helal kılmıştır.’ ’ ”[24]

Bu sapkınlığın nedeni nedir? Çünkü İsrailoğullarının şeriatında (kıtal anlamında) cihad vardı. Onlar cihadı terk edip cihad ahkâmını normal hayata taşıdılar. İnsanlarla güven içinde komşuluk ettiler, ticaret yaptılar, yolculuğa çıktılar. Birinin malına göz koyduklarında ise, “Bunlar müşriktir, malları helaldir, bunlara karşı sorumluluğumuz yoktur…” dediler. Yüce Allah onları yalanladı, yaptıklarının Allah’a/dine iftira olduğunu beyan etti. Zira bir arada yaşayan her insan topluluğu, sarih veya dolaylı, eman içinde bir arada yaşar. Bir arada yaşamanın getirdiği çeşitli haklar, ödevler ve sorumluluklar vardır. Birlikte yaşarken eman hukukunu hatırlayıp, insanların malına tamah edince savaş hukukunu hatırlamak, olsa olsa dine iftiradır. Zaten Yahudileşmenin en temel niteliği Kitab’a uymak yerine, Kitab’ı arzulara/hevaya uydurmaktır.[25]

Allah Resûlü’nden (sav) öğrendiğimiz kadarıyla; İslam ümmeti adım adım Yahudileri izleyecek, kendisine Kitap verilmiş bir ümmet olarak Kitabi ümmetler gibi yoldan çıkacaktır. Sapma alanlarından biri de müşrikler hakkında, “Bunlara karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur; kanları ve malları bize helaldir.” anlayışıdır.

Ebû Saîd El-Hudrî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘Muhakkak, sizden önceki ümmetlerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir kelerin deliğine girseler sizler de onları takip edeceksiniz.’ buyurdu.

Bizler, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu ümmetler Yahudiler ve Hristiyanlar mıdır?’ diye sorduk.

Allah Resûlü de (sav), ‘Başka kim olacak?’ dedi.”[26]

Sapmanın Nedenleri

İslam ümmetinde görülen sapmanın bazı nedenleri vardır. Tüm nedenleri sıralama iddiasında olmamakla birlikte, okuyup duyduklarıma dayanarak şu maddeleri zikredebilirim:

  • Heva

Tüm sapmaların ardındaki temel saik, hevadır/arzulardır. Şayet insanın bir arzusu varsa algıda seçici davranır. Şer’i naslardan arzusunu besleyenleri itina ile seçer, o nasları mutlaklaştırır. Arzusunu onaylamayan nasları ise ya tevil eder ya mensuh ilan eder ya da görmezlikten gelir. Yüce Allah’ın bizden istediği ise yalnızca O’na (cc) teslim olmak ve bir bütün olarak O’nun (cc) dinine girmektir.

“Sizin ilahınız tek olan ilahtır. Öyleyse O’na teslim olun. (Kalp dinginliği ve tevazuyla Allah’a teslim olan) muhbitleri müjdele.”[27]

“Ey iman edenler! İslam’a bir bütün olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.”[28]

Yukarıda Allah Resûlü’nün (sav) farklı uygulamalarını okuduk. Heva sahibi kişi bunlardan yalnızca birini alır, mutlaklaştırır ve diğer nasları görmezden gelir. Örneğin sistemle ilgili bir işleme maruz kaldığında, “Ben mustazafım, ruhsatım var.” der; bir mustazaf gibi hareket eder. Birinin malına gözünü dikti mi, “Allah Tevbe Suresi’nde buyuruyor ki” diye başlar; İslam’ın mutlak egemen olduğu dönemin ayetlerini okur. Zira hevası birincide mustazaf olmayı, ikincide temkin ehli olmayı istemiştir.

  • Kıtal ile Katl Meselesini Karıştırmak (Cehalet)

Kıtal, savaşmaktır. Katl ise öldürmek, daha geniş ifadeyle birinin mal, can ve namus emniyetinin olmamasıdır. İslam dini, savaş hâlinde kıtale izin vermiştir; fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya dek onlarla savaşılır:

“Fitne/Şirk sonlanıncaya ve din/otorite Allah’a ait oluncaya dek onlarla savaşın. Yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[29]

Kıtal, toplumsal bir sorumluluktur. Gayesi, insanları dinlerinde fitneye düşüren şirk anlayışını ve insanları kula kul kılan (hâkimiyeti Allah’tan başkasına veren batıl) dinleri/sistemleri sonlandırmaktır. Burada illet, onların kâfir/müşrik olması değil, fitne ve otoritenin Allah’tan başkasına ait olmasıdır. Şayet illet küfür olsa yeryüzünde hiçbir kâfire yaşam hakkı tanınmazdı. Oysa;

  • Zimmet ehli kâfirdir; İslam devletinin koruması altında yaşarlar.
  • Kendileri ile antlaşma yapılan müşrikler kâfirdir; İslam devletinin güvencesi altındalardır.
  • Savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı, rahip… kâfirdir; Allah Resûlü’nün emanı altındadır.

İslam’ın hedefi katl değil, kıtaldir. Kıtalin hedefi de insanlara İslam davetini götürmek ve hiçbir baskı altında kalmadan bir tercihte bulunmalarını sağlamaktır. Bu nedenle savaşta bile müşriklere önce İslam arz edilir, sonra İslam’ın otoritesini kabul edip vergi/cizye vermeleri istenir, direnirlerse onlarla savaşılır. Bu savaşta dahi yukarıda sayılan sınıfların canına ve malına dokunulmaz. Zira gaye, insan öldürmek ve mal elde etmek değildir. Asıl gaye, insanların İslam olmasını sağlamak, olmuyorsa dinlerini muhafaza etmekle birlikte İslam’ın otoritesine boyun eğmelerini sağlamak, yani İslam davetinin rahatlıkla insanlara ulaşmasını garantiye almak, o da olmuyorsa son çare olarak savaşmaktır.[30]

  • Yanlış Anlaşılan Bir Hadis

İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına, benim O’nun elçisi olduğuma şahitlik edinceye ve namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.”[31]

Bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: İnsanlar İslam’a girmedikçe canları ve malları helaldir. Ancak İslam’ı kabul ederlerse canlarını ve mallarını koruma altına alırlar.

Tüm naslar ve Allah Resûlü’nün (sav) uygulamaları bir arada değerlendirildiğinde bu anlayışın yanlış olduğunu anlarız. Şöyle ki;

  • Okuduğumuz nas, umumu üzere değildir. Zira Allah (cc) cizye verenlerin de canlarına ve mallarına dokunulmayacağını haber vermiştir.

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmayan, Allah ve Resûl’ünün haram saydığını haram saymayan ve hak (din olan İslam’ı) din edinmeyenlerle alçaltılmış bir şekilde elden cizye verinceye kadar savaşın.”[32]

  • Yine Allah Resûlü (sav) küfür üzere olsalar bile savaşta yer almayan kadınlara, çocuklara, yaşlılara veya din adamlarına dokunulmasını yasaklamıştır.

Abdullah ibni Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’nün savaşlarından birisinde bir kadın cesedi görüldü. Bunun üzerine Nebi (sav) kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.”[33]

İbni Abbâs’tan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah Resûlü (sav) ordularını göndereceği vakit onlara şöyle derdi; ‘Allah’ın adıyla çıkın ve Allah yolunda, Allah’a karşı kâfir olanlarla savaşın. Anlaşmalarınızı bozmayın, ihanet etmeyin, öldürdüğünüz kişilerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları ve rahipleri öldürmeyin!’ ”[34]

  • İbni Teymiyye (rh) der ki: “Hadisin manası şudur: ‘Bu gaye gerçekleşinceye dek savaşmakla emrolundum.’ Yoksa hadisten murat, ‘Her insanla böyle olana dek savaşırım.’ değildir. Zira bu (ikinci anlam), nas ve icmaya muhaliftir. O (sav) hiçbir zaman böyle yapmamıştır. Onun sireti şudur: Onunla barış antlaşması yapanlarla savaşmamıştır.”[35]

İbni Kayyim (rh) şöyle der:

“Öldürmek, sadece mızrakların mukabilinde vaciptir; küfrün mukabilinde değil. Bundan dolayı savaşmayan kadınlar, çocuklar, yatalak/engelli kişiler, körler ve ibadet ehli kimseler öldürülmezler. Bilakis biz, bizlerle savaşanlarla savaşırız.

İşte bu, Allah Resûlü’nün (sav) yeryüzü halkına karşı takındığı tavırdır. Allah Resûlü (sav) kendisiyle savaşanlarla onlar İslâm’a girinceye veya barış yapıncaya veya onları cizye ile kahrı altına alıncaya kadar savaşırdı. Bundan dolayı askerî birliklerine ve ordularına, düşmanlarıyla savaşacakları vakit bu şekilde emrederdi, tıpkı Bureyde hadisinde geçtiği gibi. Kâfirler İslâm ehli ile savaşmayı bırakır, onlarla anlaşma yapmak ister ve onlara alçaltılmış olarak elden cizye verirlerse bu, hem İslâm ehli hem de müşrikler için maslahat olur.

İslâm ehlinin maslahatına gelince, İslâm için kuvvet olacak malı almaları ve bununla beraber küfrün küçük düşmesi ve alçalmasıdır. Bu durum onlar için, kâfirlerin cizye vermeden bırakılmalarından daha faydalıdır.

Şirk ehlinin maslahatı ise, onlardan geri kalanların, İslâm’ın yücelmesini ve apaçık delillerini gördükleri için veya İslâm’ın haberleri kendilerine ulaştığı için İslâm’ı kabul etme umutlarıdır.

(Bu şekilde) onlardan bazılarının İslâm’a girmeleri kaçınılmaz olur ve bu durum Allah’a, onların öldürülmelerinden daha sevimlidir.”[36]

  • Allah Resûlü’nün yaşadığımız vakıayla ilgisi olmayan uygulamaları

Bu sapmanın bir diğer nedeni, Allah Resûlü Dönemi’nde yaşanan bazı olayların bağlamından koparılması, o hadisenin yaşanmasına sebep olan şartların yok sayılmasıdır. Bu örnekler genelde Allah Resûlü’nün izniyle yapılan özel operasyonlar, küfrün önderlerine yapılan suikastlardır. Ka’b ibni Eşref[37] ve Ebû Râfi’/Sellâm ibni Ebû Hukayk’a[38] yönelik suikastlar bu örneklerdendir. Bu tip örneklerde gözden kaçan önemli noktalar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Bir İslam Devleti ve İslam Devleti’nin başında bir imam vardır; yapılan operasyon, imamın emri ve devletin organizasyonuyla yapılmıştır.
  • Görevli sahabiler geri döndüklerinde onları koruyup kollayacak bir Nebi, geride bıraktıklarına sahip çıkacak devlet kurumları vardır. Bugün bu işlere kalkışanları koruyacak bir devlet, geride bırakılanlara sahip çıkacak bir İslam toplumu yoktur.
  • Allah Resûlü (sav) bu uygulamaları meslek hâline getirmemiş, on yıllık Medine İslam Devleti boyunca iki üç hadise yaşanmıştır. Bizler amellerin meşruiyetini ondan aldığımız gibi ölçüsünü de ondan almak durumundayız.
  • Allah Resûlü’nün (sav) özel operasyonlarını dikkatle inceleyen biri, operasyonlardaki gayenin suikast düzenlemek olmadığını; arka planda devlet siyasetini destekleyen bir akıl olduğunu görecektir. Örneğin Ka’b ibni Eşref’e düzenlenen suikast, Yahudileri antlaşmaya zorlama amacı gütmektedir. Gerçekten de bu olay sonrası Allah Resûlü ile antlaşma imzalamaya mecbur kalmışlardır.[39] Bunun bir benzeri de Allah Resûlü’nün (sav) Ebû Bâsir’e verdiği dolaylı izindir. Zira onun sükûtu ikrardır ve ikrar da sünnetin kısımlarındandır. Ebû Bâsir (ra) ve arkadaşlarına verilen izin Mekke’de esir olanlara kaçacak bir alan açmak ve Kureyş’in, “Mekke’den Medine’ye gelenler iade edilir.” diye dayattığı antlaşma maddesini iptal etmek içindir. Gerçekten de antlaşma gereği Medine’ye gelemeyen sahabiler özerk bir yapılanma olan Ebû Bâsir’e katılmış, Mekkelilere yaptıkları saldırılar nedeniyle onları zor durumda bırakmıştı. Bunun sonucunda Mekkeliler antlaşma maddesinin iptalini talep etmeye mecbur kalmışlardı.[40]
  • Bu operasyonların siyasi olduğunun bir diğer alameti, Allah Resûlü’nün (sav) farklı uygulamalarıdır. Örneğin Sumâme ibni Usâl, İslam olunca Mekke’ye hububat satmamaya yemin etmişti.[41] Kureyş, Allah Resûlü’ne haber yollayıp Sumâme’ye (ra) engel olmasını, aksi hâlde Mekke’nin kıtlıktan helak olacağını yazdı. Allah Resûlü de (sav), Sumâme’nin hububat satışına devam etmesini emretti.[42] Yani o (sav), “Bunlar zaten müşrik, canları ve malları bize helal; ayrıca bizimle savaşıyorlar, kıtlıktan ölsünler.” gibi bir mantıkla olaya yaklaşmamıştır. Zaten vahye dayalı İslam dini ile beşerî arzu ve ihtiraslara dayalı batıl davetler arasındaki fark tam da buradadır.

Görüldüğü gibi bir nas, bağlamından ve diğer uygulamalardan koparıldığında ortaya çıkan sonuç ile bağlamı içinde ve diğer uygulamalarla bir arada değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç tamamen farklıdır.

  • İslam’ın önceliklerini, şer’i maksatları anlamamak

Bilindiği gibi Allah Resûlü’nün toplumunda Allah’a ve Resûl’üne inanmayan, kâfirlerle iş birliği yapan, Allah Resûlü’ne suikast düzenleyen, bulduğu her fırsatta Allah Resûlü’ne ve müminlere hakaret eden, Allah Resûlü’nün hükümlerini sorgulayan insanlar vardı. Bunlar Allah Resûlü tarafından biliniyor; sahabe bu eylemleri küfür kabul ettiği için bu insanların öldürülmesini istiyordu. Oysa Allah Resûlü zahiren İslam’a mensup -günümüz müşrikleri gibi- bu insanları cezalandırmak şöyle dursun, onları sahabenin gazabından koruyordu. Örnek olsun;

Câbir ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav) Huneyn’den dönüş yolunda Ci’râne’deyken kendisine bir adam geldi. Bu sırada Bilal’in elbisesinin içerisinde gümüş vardı. Allah Resûlü (sav) bu gümüşten alıp halka dağıtıyordu.

İşte bu gelen adam, ‘Ey Muhammed! Adaletli ol.’ dedi.

Allah Resûlü de (sav), ‘Sana yazıklar olsun! Eğer ben adaletli olmazsam kim adaletli olabilir! Eğer ben adaletli olmazsam sen çok zarar görürsün!’ dedi.

Ömer ibni Hattâb da (ra), ‘Ey Allah’ın Resûlü, bırak beni şu münafığı öldüreyim.’ dedi.

Allah Resûlü (sav) ise, ‘İnsanların, benim ashabımı öldürdüğümü konuşmalarından Allah’a sığınırım. Şüphesiz bu ve bunun arkadaşları, Kur’ân okurlar, ama okudukları boğazlarının altına geçmez. Okun avı delip çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar.’ dedi.”[43]

Câbir ibni Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi (sav) ile birlikte gazaya gittik. Etrafında Muhâcirler toplandı ve bir hayli kalabalık oldular. Muhâcirlerden oldukça güçlü, kahraman birisi vardı. Ensâr’dan birisine vurdu.

Ensâr’dan olan kişi de, ‘Ey Ensâr yetişin.’ dedi.

Muhâcirlerden olan kişi de, ‘Ey Muhâcirler yetişin.’ dedi.

Nebi (sav) çıkıp dedi ki: ‘O şekilde dava yürütmeyi bırakınız; çünkü o çok pis bir şeydir.’

Abdullah ibni Ubeyy ibni Selûl, ‘Bizim aleyhimize, taraftarlarını yardıma mı çağırdılar? Andolsun Medine’ye dönecek olursak, daha aziz olan oradan daha zelil olanı çıkaracaktır.’ dedi.

Bunun üzerine Ömer (ra) dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü, bu pis herifi öldürmeyelim mi?’

Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘Hayır! Tâ ki insanlar, ‘O ashabını öldürüyor.’ demesin.’ ”[44]

Allah Resûlü’nü (sav) bu kâfirleri cezalandırmaktan alıkoyan nedir? İşledikleri cürümler apaçık küfürdür. Şayet hiç inanmamışlarsa asli kâfirlerdir. Şayet inandıktan sonra bu cürümleri işliyorlarsa mürtedlerdir… Allah Resûlü (sav) onları cezalandırmamasındaki hikmeti apaçık şekilde ortaya koymuştur: “İnsanlar, ‘Muhammed, ashabını öldürüyor.’ demesinler.” Çünkü bu insanlar İslam toplumunda yaşıyor, zahiren İslam’a mensuplar, Müslimlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlar. Kâfir olduklarında hiçbir şüphe yok. Ancak dışarıdan bakan bir gözün bunu ayırt etmesi mümkün değil. Allah Resûlü’nün kendisine benzeyenleri dahi öldürdüğünü düşünen biri, onun (sav) davetine icabet eder mi? Kendisine benzeyenleri dahi öldüren biri, kendine benzemeyenlere neler yapmaz ki? Böyle düşünen biri ne İslam davetini kabul eder ne de gayrimüslim olarak İslam otoritesinde yaşamayı kabul eder…

Yaşadığımız dünya Allah Resûlü’nün (sav) ne denli hikmetli olduğunun en açık kanıtıdır. Şöyle ki; bugün insanlık itikadi, siyasi, askerî, ekonomik… bir kriz yaşamaktadır. Çözüm diye sarıldıkları tüm dallar kırılmakta, her çözüm yeni krizler doğurmaktadır. İnsanlık teorik olarak çözümün İslam’da olduğunu görmekte, içlerinden ilmî namusa sahip olanlar bunu açıkça dillendirmektedir. Ne ki İslam evinin eşiğine gelen insanlık içeriye baktığında, tekbir getirerek birbirini boğazlayan, farklı mezheplere mensup olup birbirinin mabedini -hem de namaz esnasında- bombalayan; birbirinin canını, malını ve namusunu benzer ayetler okuyarak helal gören… bir toplum görmektedir. Yani insanlık, “Muhammed, ashabını öldürüyor.” demektedir. Çözümün İslam’da olduğuna teorik olarak ikna olsalar da vakıada gördükleri, onları çekimser kılmaktadır.

Şu bir gerçek ki; insanların hidayetine vesile olmak fazilet, insanları İslam’dan soğutmak ise bir vebaldir.

“(Allah adına yeminle pekiştirdikten sonra sözünüzü tutmayarak) ipini sağlamca eğirdikten sonra onu bozup (eski hâline getiren) kadın gibi olmayın. Bir topluluk diğerinden (sayıca ve malca) daha fazla diye yeminlerinizi aranızda hile ve bozgunculuk aracı edinmeyin. Allah (verdiğiniz sözler ve ettiğiniz yeminlerle) ancak sizi imtihan etmektedir. Anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Kıyamet Günü elbette, size açıklayacaktır.”[45]

Mucâhid (rh) ayet hakkında şöyle der:

“Cahiliye Dönemi’nde bir topluluk antlaşma yapar, bir toplulukla ittifak kurardı. Daha güçlü ve zengin bir toplum bulunca eski antlaşmayı bozar, güçlü olan toplulukla yeni bir antlaşma yapardı.”[46]

Yüce Allah, verdikleri sözü bozmak suretiyle insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlarsa sahabenin de ayaklarının kayacağını ve azabı tadacaklarını söyler:

“Yeminlerinizi tuzak ve bozgunculuğa alet edinmeyin. Yoksa (istikamet üzere) yere sağlam basmasından sonra ayak kayar ve Allah’ın yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü (azabı) tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azap olur.”[47]

Söze bağlılık, evrensel bir ahlak yasasıdır. Daha güçlü bir toplumu görünce sözünü bozan insan/toplum, hiç kimseye güven vermez. Onlar ve mensup oldukları din, insanlara itici gelir. Bu evrensel yasanın bir benzeri şudur: İnsanlar tabiatı itibarıyla medenidir; bir arada, birbirlerinin can, mal ve namusundan emin olarak yaşamak isterler. Bunu zedeleyen her şey, onlar için ahlaksız ve güvensizdir. Allah Resûlü’nün (sav) savaştığı insanlara dahi savaş biter bitmez gösterdiği alicenaplık; vahiy öncesi ve sonrası dönemde en dikkat ettiği ahlakın güvenilirlik olması gündemimizden hiç düşmemelidir… Zira İslam tebliğ dinidir; amacı, yeryüzünde fitnenin sonlanması ve otoritenin Allah’a ait olmasıdır. Bu hedefi gerçekleştirirken cihad, yalnızca bir araçtır; hem de asli araçlardan değil, davet ve İslam’ın otoritesini kabul seçeneklerinden sonra başvurulan son çaredir. Hâliyle öncelikli hedefi davete icabet ve davete icabet etmeseler de İslam devletinin vatandaşı olmayı kabul ettirmektir. Her iki hedefin gerçekleşmesi güvene bağlıdır. Müslimlerin can, mal ve namus emniyetine karşı hassas olduğunu gören insanlar, İslam toplumuna güven duyarlar.

Sonuç

Girişte sorduğumuz soruların Allah Resûlü’nün tebliğ ettiği ve amelî olarak yaşadığı dinde karşılığı yoktur. Onun (sav) bazı uygulamalarını bağlamından kopararak, diğer uygulamalarıyla ilişkisini keserek ve İslam’ın asli gayeleri yok sayılarak ulaşılmış neticedir. Bu usul hatası, iki ayrı uç anlayışı doğurmuştur: İlki; modernizmin ve kusurlu dünya düzeninin etkisinde kalarak saldırı/talep cihadını nefyetmek ve İslam cihadını, savunmaya indirgemek. İkincisi; şirk nedeniyle insanların can, mal ve namus emniyetini hiçe sayıp, mafyöz tiplerin/grupların oluşmasına zemin hazırlamak. Hırsızlık, dolandırıcılık ve ahlaksızlığı İslam’ın en şerefli amellerinden olan cihadla meşrulaştırmaya çalışmak.

Selam ve dua ile…


[1]. “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni (insanlara) tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan (Allah’ın) risalet (mesajını) tebliğ etmemiş/vazifeni yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah, kâfirler topluluğunu hidayet etmez.” (5/Mâide, 67)

[2]. “(Peygamberleri) apaçık deliller ve Kitaplarla (yolladık). Sana da bu zikri/Kur’ân’ı indirdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın. Umulur ki düşünürler.” (16/Nahl, 44)

           “Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûl’ünde güzel bir örneklik vardır.” (33/Ahzâb, 21)

[3]. Es-Sunenu’l Kubrâ li’l Beyhakî, 12697

           Hafız ibni Hacer, “İbni İshak, kuvvetli bir isnatla nakletmiştir.” der. (bk. Telhîsu’l Habîr, 3/214, 1384 No.lu rivayet)

           İbni Mulekkin, “Siyer ve diğer (ilmî) kaynaklarda meşhurdur.” der. (bk. El-Bedru’l Munîr, 7/304-305)

[4]. Buhari, 2618; Müslim, 2056

[5]. bk. Kitâbu’l Buyû’, 99. bab

[6]. bk. Fethu’l Bârî, 2216 No.lu hadis şerhi

[7]. bk. Kitâbu’l Hibe, 28. bab

[8]. Buhari (rh) bu hadisi “Doyana Kadar Yemek” Babında (bk. Kitâbu’l Et’ime, 6. bab) nakleder. Konuyla ilgisi olmadığı için buraya almadım. Onun (rh) şirk ehlinin mülkiyet hakkına sahip olduğuna, mallarında tasarruf edebileceklerine dair naslar îrâd ettiği bir başka bölüm için bk. Kitâbu’l Buyû’, 100. bab

[9]. Buhari, 344; Müslim, 68

[10]. Buhari, 2731 – 2732

[11]. Fethu’l Bârî, 2732 No.lu hadis şerhi

[12]. Meâlimu’s Sunen, 2/330

[13]. Umdetu’l Kârî, 14/11

[14]. Buhari, 2509

[15]. Buhari, 2916

[16]. 8/Enfâl, 41

[17]. 47/Muhammed, 4

[18]. Müslim, 1906

[19]. Ebu Davud, 2718

[20]. 3/Âl-i İmrân, 75-76

[21]. 3/Âl-i İmran, 75

[22]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 5/104, 13412 No.lu rivayet

[23]. age. 5/105, 13416 No.lu rivayet

[24]. age. 5/105, 13417 No.lu rivayet

[25]. Kur’ân’ın ifadesiyle bu, Kitab’ın/dinin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmektir.

           “Sonra sizler (söz vermenize rağmen) birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarınızdan çıkarıyor, günah ve haddi aşmada onların aleyhine yardımlaşıyorsunuz. (Dindaşlarınız) size esir olarak geldiğinde, onları yurtlarından çıkarmak size haram kılınmasına rağmen (serbest bırakma karşılığında) fidye alıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası dünya hayatında rezil rüsva olmaktan başka bir şey değildir. Ahiret Günü’nde de azabın en çetinine uğrayacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (2/Bakara, 85)

           Yahudilere birbirleriyle savaşmaları ve birbirlerini sürgün etmeleri yasaklanmıştı. Onlar Tevrat’ın bu kesin emrini çiğneyip savaşıyorlardı. Savaş esiri olan dindaşlarına Tevrat’ın hükmünü uyguluyor, serbest bırakma karşılığında fidye alıyorlardı. Böylece Kitap’tan işlerine gelene iman ediyor, işlerine gelmeyeni inkâr etmiş oluyorlardı. Bunun gibi işine gelen yerlerde Kitab’a uyan, nefsine zor gelen yerlerde ise işi kitabına uyduranlar, Allah’ın (cc) ayetlerinden bir kısmını inkâr etmiş olurlar. Çünkü din bir bütündür ve tamamı Allah’a (cc) aittir. Tam bir teslimiyetle teslim olunmadan Müslim/mümin olunmaz. (Tevhid Meali, Bakara Suresi, 85. ayetin açıklaması)

[26]. Buhari, 7320; Müslim, 2669

[27]. bk. 22/Hac, 34

[28]. 2/Bakara, 208

[29]. 2/Bakara, 193

[30]. Katl ile kıtali ayırmak, müçtehid imamların dikkat çektiği meselelerdendir. (bk. Dâru’l İslâm ve Dâru’l Harb ve Aslu’l Alâkati Beynehuma, Âbid ibni Muhammed Sufyânî, 199, 222)

           Beyhakî (rh) İmam Şâfîî’den (rh) nakleder: Kıtalin katl ile bir ilgisi yoktur. Bir insanla kıtal/savaş helal olduğu hâlde katl (canını ve malını heder etmek) helal olmayabilir. (bk. Fethu’l Bârî, 25 No.lu hadis şerhi)

           İbni Teymiye (rh) şöyle der:

           “Çünkü kıtal, katlden daha geniştir.” (Mecmûu’l Fetâvâ, 28/476)

           Bu meseleyi karıştırmanın iki olumsuz neticesi olmuştur:

           – Kâfir olması hasebiyle insanların can, mal ve namus emniyetini yok saymak.

           – 20. Yüzyılın ilim adamları ve düşünürlerinden bir kısmının, cihadı savunma cihadına indirgeyip, talep/saldırı cihadını inkâr etmesi.

           Her iki düşünceyi savunanlar da aynı âlimlerin fetvalarını aktarır. Oysa problem katl ile kıtal meselesini; fitne kalmasın ve otorite Allah’a ait olsun diye yapılan savaş ile insanların can ve mal emniyetini birbirine karıştırmaktır. İki düşünce de iki ayrı ucu temsil etmektedir. Sahih olan, tüm naslarla bir arada amel etmek, Allah Resûlü’nün Kur’ân’ı tatbik ederken sergilediği tüm uygulamaları kabul etmektir.

[31]. Buhari, 25; Müslim, 22

[32]. 9/Tevbe, 29

[33]. Buhari, 3015

[34]. Ahmed, 2728

[35]. Kâidetun Muhtasire fî Kitâli’l Kuffâr, s. 95-96

[36]. Ahkâmu Ehli’z Zimme ibni’l Kayyim, 1/110

[37]. bk. Buhari, 4037; Müslim, 1801

[38]. bk. Buhari, 4039

[39]. bk. Ebu Davud, 3000

[40]. “(Hudeybiye Antlaşması’ndan) Sonra Nebi (sav), Medine’ye döndü. Ardından Kureyş’ten Ebû Bâsir adında bir kişi Müslim olarak geldi.

           Kureyşliler onu istemek için iki kişiyi Medine’ye gönderdiler. Adamlar, ‘Bize verdiğin sözü hatırla!’ dediler.

           Bunun üzerine Nebi (sav) Ebû Bâsir’i onlara teslim etti. Onu yanlarına alıp yola koyuldular. Zulhuleyfe’ye vardıklarında kendilerine ait bir hurmalıktan yemek için konaklamışlardı.

           Ebû Bâsir, adamlardan birine, ‘Senin kılıcın bayağı keskin galiba.’ dedi.

           Diğeri kılıcı kınından çekerek, ‘Evet, Allah’a yemin olsun ki çok keskindir. Ben bunu nice defalar birilerinde denedim.’ dedi.

           Ebû Bâsir, ‘Hele ver bir bakayım.’ dedi. Adam kılıcını onun eline verdi.

           Ebû Bâsir kılıcı aldığı gibi adamın boynunu vurdu ve adam oracıkta yıkılıverdi. Öteki de kaçıp Medine’ye gitti. Koşarak mescide girdi.

           Allah Resûlü (sav) onu görünce, ‘Bu korkunç bir şey görmüş.’ buyurdu.

           Nebi’nin (sav) yanına gelince, ‘Allah’a yemin ederim ki arkadaşım öldürüldü. Ben de öldürüleceğim’ dedi.

           Ebû Bâsir gelerek, ‘Ey Allah’ın Nebisi! Allah senin sözünü yerine getirdi ve beni onlara verdin. Sonra Allah beni onların elinden kurtardı.’ dedi.

           Nebi (sav), ‘Vay be bu gerçekten yaman biriymiş! Savaş başlatan adam. Bir de destekçisi olsaydı!’ buyurdu.

           Ebû Bâsir, Nebi’nin (sav) bu sözünü duyunca kendisini onlara iade edeceğini anladı ve çıkıp Seyfulbahr denilen yere giderek yerleşti. Ebû Cendel ibni Suheyl de onların elinden kaçarak Ebû Bâsir’e katıldı. Artık Kureyş’ten kim Müslim olup çıksa Ebû Basîr’e katılıyordu. Böylelikle onlar büyük bir grup oluşturdular. Kureyşlilerin Şam’a gidecek bir kervanlarının haberini aldıklarında önünü kesip kervandakileri öldürüyor ve mallarını alıyorlardı.

           Bunun üzerine Kureyş, Nebi’ye (sav), ‘Allah aşkına şunlara haber gönder de kim sana gelirse güvende olsun.’ diye haber yolladı.” (Buhari, 2731-2732)

[41]. Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Nebi (sav) Necid taraflarına bir atlı birlik gönderdi. Bunlar Hanifeoğullarından Sumâme ibni Usâl diye anılan bir adam getirdiler. Onu mesciddeki direklerden bir direğe bağladılar. Nebi (sav) mescide onun yanına çıkarak, ‘Ey Sumâme, ne hissediyorsun?’ diye sordu.

           Sumâme, ‘Ey Muhammed, bende (senden yana) hayır (ümidi) vardır. Eğer beni öldürecek olursan kanlı bir caniyi öldürmüş olacaksın. Eğer bana nimet ve ihsanda bulunursan teşekkürle karşılık verecek birisine ihsanda bulunmuş olacaksın. Şayet isteğin mal ise ondan dilediğini iste.’ diye cevap verdi.

           Sumâme ertesi güne kadar bu hâlde bırakıldı. Sonra ona, ‘Ey Sumâme, ne hissediyorsun?’, diye sordu.

           O da, ‘Daha önce söylediğim gibi eğer sen (bana) nimet ve ihsanda bulunursan teşekkürle karşılık verecek bir kimseye nimet ve ihsanda bulunmuş olacaksın.’ dedi.

           Allah Resûlü (sav) yine onu (kendi hâline) bıraktı.

           Ertesi gün yine, ‘Ey Sumâme, ne hissediyorsun?’ diye sordu.

           Sumâme, ‘Haberim daha önce söylediklerimden ibarettir.’ dedi.

           Allah Resûlü (sav), ‘Sumâme’yi çözünüz.’ diye buyurdu. Sumâme mescide yakın bir yerde bulunan suya gidip yıkanıverdi, sonra gelip mescide girerek şöyle dedi: ‘Şahitlik ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şahitlik ediyorum ki Muhammed onun elçisidir. Ey Muhammed! Allah’a yemin ederim, yeryüzünde senin yüzünden daha çok buğzettiğim bir yüz yoktu. Artık senin yüzün en sevdiğim yüz oluverdi. Allah’a yemin ederim, senin dininden daha çok buğzettiğim bir din yoktu. Artık senin dinin benim en sevdiğim din oluverdi. Allah’a yemin ederim, senin şehrinden daha çok buğzettiğim bir şehir yoktu. Artık senin şehrin benim en sevdiğim şehir oldu. Ben umre yapmak isterken atlı birliğin beni yakaladı. Şimdi ne yapmamı önerirsin?’

           Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) ona müjde verdi ve umre(sini) yapmasını emretti. Mekke’ye varınca birisi ona, ‘Sen dininden mi döndün?’ dedi. O, ‘Allah’a yemin ederim ki hayır. Fakat ben Allah Resûlü ile birlikte Müslim oldum. Allah’a yemin ederim, Nebi (sav) bu hususta izin vermedikçe size Yemâme’den bir buğday tanesi dahi gelmeyecektir.’ dedi.” (Buhari, 4372; Müslim, 1764)

[42]. “Bu şekilde Sumâme umre için yola çıktı. Mekke’ye geldiğinde Kureyşliler onun Muhammed’in (sav) dini hakkında konuştuğunu duydular ve ‘Sumâme dininden çıktı!’ demeye başladılar. Sumâme, ‘Vallahi dinden çıkmadım, fakat Müslim oldum. Muhammed’i (sav) tasdik edip ona iman ettim. Sumâme’nin canı elinde olana yemin olsun ki hayatta olduğum sürece Muhammed (sav) izin vermeden (Mekke’ye bağlı kasabalardan biri olan) Yemâme’den size tek bir tahıl tanesi bile gelmeyecek!’ dedi ve memleketine gitti.

           Memleketine döndükten sonra Mekke’ye erzak taşınmasına engel oldu. Bundan dolayı Kureyşliler sıkıntılara maruz kaldı. Kureyşliler Allah Resûlü’nün (sav), akrabalık bağları hatırına, erzak taşınmasına izin vermesi için Sumâme’ye mektup yazmasını istediler. Allah Resûlü (sav) bu isteklerini yerine getirdi.” (Delâilü’n-Nübüvve, 3/199-200)

[43]. Müslim, 1063

[44]. Buhari, 3518; Müslim, 2584

[45]. 16/Nahl, 92

[46]. Tefsîru İbni Ebî Hâtim, 7/2300, 12646 No.lu rivayet; Tefsîru’t Taberî, 17/286, Nahl Suresi 92. ayetin tefsiri

[47]. 16/Nahl, 94

Önerilen makaleler

1 Yorum

  • Nesim 12 ay önce Cevapla

    Bana hak olan yolu gösterdi, Allah’ın selamı üzerinize olsun.

Cevap Ver