Akıl ve Nas Arasındaki İlişki – 2

 

Geçen yazımızda akılcılığın İslam ümmetine nasıl bulaştığını, sahih İslam inancına verdiği büyük tahribatları ve zararları anlatmaya çalıştık. Yazımızda insanların ilk olarak iyi niyetlerle -felsefecilere İslam’ı anlatmak ve onların delillerine cevap vermek- selefin yolundan farklı olan bir yola uyduklarını zikretmiştik. Bu yolla, vahyi tek hakikat olarak değil, aklı tek doğru olarak kabul eden; Allah katında hiçbir değerleri olmayan insanların kitaplarını ve usullerini öğrenen bir nesil türedi. Onların, kafirlerin usullerine olan bu eğilimi insanlığın kurtuluşu olan vahiyden onları uzaklaştırdı. İmanlarına her yeni gün şek ve şüphe bulaştırmalarına neden oldu. Bu şekilde filozofların akıllarını hakem kabul edip akla uymayan nasları zan ifade ediyor diyerek bir kenara attılar.

İslam’da Aklın Önemi

Bununla beraber İslam, aklı tamamen iptal etmez. İslam, akla önem ve değer vermiştir. Bundan dolayı Allah, aklı övmüş ve aklın kullanılmasını teşvik etmiştir. Nitekim Allah, aklın çalıştırılmasını istediğinden dolayı akıl etmeyle alakalı olarak kullandığı lafızların hepsi isim kalıbında değil iş/eylem ifade eden fiil kalıbında kullanmıştır.

İslam’da aklın önemini anlamak için bir takım hususlar zikredecek olursak;

İlk olarak aklın önemini, insanların yaratılış amacı olan tevhidin, fıtrat ve kâinata yerleştirilmesinden anlıyoruz.

İnsanlar, sadece Allah’a ibadet etmek ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamak için yaratılmışlar. Allah subhanehu ve teâlâ ayette insanların yaratılış gayelerini şöyle belirtir:

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. ” (51/Zariyat, 56)

İbadette Allah’ı subhanehu ve teâlâ birlemek olan tevhid inancı, delilden (nas) ziyade Allah’ın insanların fıtratlarına yerleştirdiği bir hakikattir. Yani insanların sadece Allah’a ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi koşmamaları için kitaplara ve uyarıcılara ihtiyaç yoktur. Çünkü Allah tevhidi, insanların fıtratına yerleştirmiştir. Nitekim Allah ayetlerde sürekli kendisini ibadette birlemek meselesinden önce, yaratma meselesini zikrediyor. Buna örnek verecek olursak ayette:

“Allah her şeyin yaratıcısıdır. Allah her şeyin üzerine vekildir. Yerin ve göğün bütün anahtarları (bütün hükümranlığı) Allah’ın emrindedir. Allah’ın ayetlerine küfredenler, onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. De ki: ‘Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına mı ibadet etmemi emrediyorsunuz.’ ” (39/Zümer, 62-64)

Bu ayette dikkat edilirse Allah subhanehu ve teâlâ tevhid meselesine gelmeden önce yaratma meselesini bizlere aktardı. Daha sonra ibadet tevhidini zikretti. Çünkü Allah burada müşriklerin akılsızlıklarına vurgu yapıyor. Akıllarını kullansalardı, zaten fıtratta var olan sadece Allah’a ibadet edilmesini idrak ederlerdi. Yani ‘Ben sizi yaratmama rağmen nasıl başkalarına ibadet ediyor ve insanları buna davet ediyorsunuz? Beni yaratıcı olarak kabul ediyorsanız elbette bana ibadet etmelisiniz!’ Çünkü bu fıtrattır. Bundan dolayı fıtratta var olan tevhid hakikatini bilinmesi, ancak aklın kullanılmasıyla mümkün olur.

Geçmişte ve günümüzde insanların Allah’a ibadet etmekle beraber Allah’a şirk koşmalarının nedeni akıllarını doğru yerde, İslam’ın istediği şekilde kullanmamalarıdır. Bu, İslam da aklın ne kadar büyük bir ehemmiyete sahip olduğunu gösteren delillerden bir tanesidir.

Kitapta, müşriklerin eleştirildiği ve yerildiği noktalardan bir tanesi de akıllarını kullanmamalarıdır. Allah, müşrikler için kendi aziz kitabında, onlar cahil olan, akletmeyen, düşünmeyen vb. ithamlarla onları vasıflandırmıştır. Çünkü müşrikler akıllarını kullanıp, fıtratlarına yerleştirilmiş olan Allah’a ibadet etmek yerine körü körüne, hiç düşünmeden atalarının dinlerine tabi olmaktadırlar. Müşrikler, Allah’ın subhanehu ve teâlâ indirdiklerine değil de atalarının yoluna tabi olduklarında Allah “Ya onlar akıl etmeyenler ise…’ diyerek atalarının akılsızlığına vurgu yapıyor. Bunun en büyük şahitlerinden bir tanesi de Mekkeli müşriklerdir. Mekkeli müşrikler, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle beraber Allah’a şirk koşuyorlardı. Çünkü işledikleri şirkler onların fıtratlarını ve akıllarını bozmuştu. Oysa buna rağmen o toplumda fıtratları temiz kalan kendilerine hiçbir uyarıcı ulaşmamasına rağmen Allah’a şirk koşmayan Hanif olan insanlar vardı. Sadece yaratıcı olana ibadet etmek, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama gerçeği insanın fıtratına yerleştirildiği için o insanlar, akıllarını kullanarak o toplumda yapılan şirkleri yanlış bulup, bundan uzak durmuşlardı.

Bunun pratik örneklerini verecek olursak;

İmam Buhari ve Müslim sahihlerinde Zeyd b. Amr b. Nufeyl’in kıssasını aktarıyor. Allah Rasûlü, Zeyd için diyor ki:

“Ben onu cennet bahçelerinden bir bahçede gördüm.”

Çünkü Zeyd, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem yaşamış olduğu bir toplumda hiçbir uyarıcı kendisini uyarmamasına rağmen yere ve göğe bakarak diyor ki: ‘Bizi yaratan Allah ise neden kurbanlarımızı Lat’a kesiyoruz? Neden Allah’tan değil de putlardan yardım istiyoruz?’ Zeyd doğru dini bulmak için Yahudilerin ve Hristiyanların yanına gidiyor. En sonunda İbrahim’in aleyhisselam milleti üzerine karar kılıyor. Bunun yanlış olduğunu Zeyd’e kimse anlatmadı. Kendisi bunu kâinattaki delillerden buldu.

Yine İmam Müslim’in sahihinde Amr b. Abese’nin kıssası anlatılıyor. Kıssada Amr, Rasûlullah’a:

“Ben cahiliyedeyken, bütün insanların sapıklık üzere olduğuna ve hiçbir şey üzere olmadıklarını biliyordum.” diyor.

Amr, bunu nereden biliyordu? Çünkü tevhid fıtratta mevcuttu. Her iki rivayette de kişiler bir uyarıcı olamamasına rağmen cahiliyede işlenen şirklerin yanlış olduklarını biliyorlardı. Bunu Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendilerine verdiği akıl nimetini doğru şekilde kullanarak bildiler.

İslam’ında insanın mükellef olmasının ilk şartı, onun akıllı olmasıdır. İnsan akıllı olmadığı zaman İslam’ın hiçbir ahkâmıyla sorumlu değildir. Bir rivayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem deli olanın sorumlu olmadığını şöyle belirtir:

“Kalem üç kişiden kaldırılmıştır. Deli olan akıllı oluncaya kadar, uyuyan uyanıncaya kadar, unutan hatırlayıncaya kadar. ” (Ebu Davud, Dârimi)

Bu İslam’ın akla önem verdiğini gösteren hususlardan biridir.

Yine kulun istikamet üzere olmasını sağlayan etkenlerden biri de Allah’ın hem kevni hem de şer’i ayetlerini düşünmektir. Bu da ancak aklın kullanılmasıyla olur. Nitekim Allah subhanehu ve teâlâ kullarından kendi ayetlerini düşünmelerini istiyor. Kâfir olanların ise ayetleri düşünmediklerini belirtiyor. Bu konuda bir takım ayetleri zikredecek olursak;

“İnkâr edenler bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık. Ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü, (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa hâlâ Bizim (varlığımıza, birliğimize ve gücümüze delâlet eden) ayetlerimizin yanından düşünmeden geçip gitmektedirler… ” (21/Enbiya, 30-32)

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok ayetler/deliller vardır.” (2/Bakara, 164)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz ayetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.’ ” (3/Ali İmran, 190)

Bu ayeti okuyan Peygamberimiz arkasından şöyle dehşetli bir tespitte bulunmuştur:

“Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okuduğu halde onun üzerinde düşünmez! ” (İbni Hibban)

Ayrıca Allah, kendi kitabında murâdının doğru olarak anlaşılması için şer’i ayetlerin üzerinde düşünülmesini istiyor.

“O, sana kitabı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandı’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (3/Ali İmran, 6)

Yine Kur’an, müminler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra:

“İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz.” (2/Bakara, 242)

Burada zikretmiş olduğumuz hususların hepsi İslam’ın salt bir aklı istemediğini gösterir. Tam tersine aklın çalıştırılmasını ve kullanılmasını ister.

Aklın Sınırı

İslam akla bu kadar önem vermesiyle beraber akla sınır çizilmiştir. İnsan aklı sınırlı ve perdeli olduğu için Allah’ın subhanehu ve teâlâ tasavvurlarını tam anlamıyla anlayamaz. Bundan dolayı akıl idrak etsin veya etmesin insan her zaman nassa teslim olmalıdır. Aklını vahyi anlamada araç olarak kullanmalıdır.

Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye rahimehullah: ‘Aklı nakle takdim edemeyiz. Çünkü şeriat her zaman akla uygun ve aklın anlayabileceği şeyler getirmez. Aklın anlamaktan aciz olduğu ve sadece teslimiyetle mükellef olduğu konular varken, nasıl akıl ışığında nassı anlayalım?’

Bunun örneği çoktur. İslam’ın koruma altına aldığı beş zaruretten biri de neseptir. Yani İslam soy ve nesebin karışmasını istemez. Her insanın, ait olduğu neseple anılmasını ister. Bu noktada karışıklık olmaması için birçok hüküm vaaz etmiştir. Bunlardan bir tanesi de eşinden boşanan veya eşi vefat ettiği için evliliği biten kadına yönelik tedbirlerdir. Belli bir müddet kadın evlenemez. Bu döneme iddet müddeti diyoruz. Bunun hikmeti; kadının ilişkisinin kesildiği eşinden hamile olup olmadığının anlaşılması ve yapacağı yeni evlilikte nesep karışıklığı olmamasıdır.

Eşinden boşanan kadın; üç hayız müddeti iddet bekler. Eşi vefat eden kadın dört ay on gün iddet bekler.

Boşanmış veya eşi vefat etmiş kadın hamileyse, doğum yapana kadar iddeti devam eder.

Akla bırakılsa muhakkak bu tablo değişirdi. Veya Allah’ın subhanehu ve teâlâ kısa tuttuğu uzun, uzun müddet tanıdığı kısalırdı. Ancak şeriat her zaman akla uygun hükümler getirmemiştir. Çünkü insan aklı, kendi nefsiyle ilgili kararlarda dahi çoğunlukla isabet etmez. Pişmanlıklar yaşar. Hali bu olan ve hayatın cüz’i meselelerinde dahi hakka isabet oranı düşük olan aklın; tüm insanlığı ilgilendiren hükümlerde hakim konumuna konması, akıl tutulmasından başka bir şey değildir. (Burası Tevhid Dergisi, Sayı 17, İhtilaf Fıkhı 2 yazısından alınmıştır.)

Yine Allah, rahmeti gereği kulları için kolaylığı istediği için su olmadığı yerde toprağı suyun yerine bedel yapmıştır.

“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (5/Maide, 6)

Ayete dikkat edilirse su olmadığı zaman onun yerine teyemmüm meşru olmuştur. Biz bunu akılla anlamaya çalışırsak; toprakla alınacak olan abdest insan bedenini temizlemediği gibi daha çok kirletiyor. O zaman aklın birleştirdiğini Allah ayırıyor, aklın ayırdığını da Allah birleştiriyor.

Sonuç olarak insanın istikamet üzere kalabilmesi için, aklını amaç değil nassı anlamak için aracı olarak kullanması gerekir.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver