TRANSHÜMANİZM
Geçen ayki sayımızda transhümanizmin tarihî kökeninden, felsefesinden ve tekillik gibi bazı kavramlardan bahsettik. Buz dağının belki de sadece görünen kısmı olan ve son derece tehlikeli olarak gördüğüm bu süreci kimlerin nasıl yönettiğine kısmen değindik. Kur’âni tabirle “ekini ve nesli ifsad etmek” gibi bir misyonu olan bu isimleri önümüzdeki yıllarda Blockchain, Metaverse, The Great Reset gibi kavramlarla çok daha fazla duyacağımızı düşünüyorum. Rabbim nasip ederse bu konuları ve sosyolojik yansımalarını araştırıp sizlerle paylaşmak isterim.
Konumuza dönecek olursak bundan sonraki kısımda okuduklarımızın ve izlediklerimizin ne anlama geldiğini konuşacak ve neyi, nasıl düşünmemiz gerektiğiyle ilgili bir düşünce modeli ortaya koymaya çalışacağız.
Transhümanizm – Edebiyat – Sinema
Bilim kurgu veya transhümanizmin ilk roman örneği Marry Shelly’nin henüz on sekiz yaşında yazdığı Frankenstein veya Modern Prometheus (1818) isimli romanıdır. Bu roman makinelerden, elektrikten ve yapay yollardan insan bedenini üretme anlamında türünün ilk örneğidir. Transhümanizmin en önemli hedefi olan yaşlanmayı, hastalığı ve dolayısıyla ölümü ortadan kaldırma düşüncesi ilk bu romanda işlenmiştir.[1]
W. Gibson’ın Neuromancer (1984) isimli romanı transhümanizmin birçok unsurunu içerisinde barındırır. Öne çıkan özelliği ise yapay zekânın ve data gücünün ulaşacağı noktayı göstermesidir.
Philip K. Dick’in Androidler Elektirikli Koyun Düşler mi? isimli romanı H. Fancher ve D. Peoples tarafından Blade Runner (Bıçak Sırtı-1982) ismiyle film olarak senaryolaştırılmıştır. Ridley Scott tarafından yönetilen film hem küreselleşme, yoğun nüfus, iklim değişikliği, ekolojinin bozulması gibi mevcut sorunları hem de teknolojikleşme, genetik mühendisliği, robot-android türü varlıklar gibi muhtemel olgu ve sorunları konu edinir.[2]
Konuyla ilgili olarak çok fazla roman ve özellikle sinema filminden bahsedebiliriz. The Terminatör-1984, Gattaca-1997, The Matrix-1999 ve geçtiğimiz yıl gösterime girmiş, Frank Herbert’in romanından aynı isimle uyarlanan Dune, bunlar arasında en popüler olanları diyebiliriz. Tüm bu filmleri detaylı incelediğimizde ise her filmde transhümanizm sürecinin bir ritüelinin ve aşamasının öne çıkarıldığını ve bu sürece insanların uyum sağlamaları adına zihinsel ve sosyolojik bir fonksiyon icra ettiklerini görebiliriz.
Andrey Tarkovski’nin konuyla ilgili muhalif duruşu ve bu duruşun ispatı niteliğindeki Stalker (İz Sürücü) filmi, varlık ve insan kavramlarınının felsefi derinliğini göstermesi açısından önerebileceğim kült bir filmdir.
Transhümanizm ve Din
Transhümanizm hareketinin ileri gelenlerinden Max More, transhümanizmi bir yaşam felsefesi, entelektüel ve kültürel bir hareket olarak değerlendirmektedir. Bir yaşam felsefesi olarak atıfta bulunduğu transhümanizmi, doğaüstü ya da fiziksel olarak aşkın bir inanca dayandırmadan yaşamlarımız için pratik etkileri olan laik, hümanist bir hareket olarak yorumlarken inanç, ibadet ve doğaüstü olanı reddeden bir tür dinsiz yaşam biçimi olarak tanımlar.[3]
Patrick Hopkins, transhümanist bir teolojinin mümkün olduğunu savunanlardandır. Bu açıdan Hopkins’in, transhümanist hareketi din ile ilişiği olmayan bir yapı olarak görmesi kabul edilemez. Bu noktada kendisi transhümanist hareketin yüzeysel bakışta ateist ve materyalist görülebileceğini, fakat bununla beraber transhümanizmin ilgilendiği alanların dinin vadettiği uç noktaları barındırdığını söylemektedir. Transhümanizmin doğayı ve insanı kontrol etmeyi; insanı fiziksel, zihinsel ve biyolojik olarak güçlendirmeyi, böylelikle var olan insan doğasını aşmak üzerine odaklandığını göz önüne alırsak Hopkins kendince haklıdır. Aşkınlık, ölümsüzlük ve ebedî mutluluk gibi gayeleri transhümanizmi seküler hümanist durumda olmaktan çıkarmakta, dinlerin insanlara vadettiği noktalara taşımaktadır. Yalnız fark şu ki; bu durumu elde etmekte transhümanizm insanların yaratıcılığını ve teknolojiyi kullanmaktadır. Hopkins’e göre bu durum transhümanizmi, yarı dinsiz yarı dinsel sahte bir din karışımı yapmaktadır.[4]
Transhümanizm hareketinin din alanındaki tehlikeli isimlerinden birisi de eski Google mühendislerinden Anthony Lewandowski’dir. 2015 yılında Way of Future (Geleceğin Yolu) adında bir kilise kuran Lewandowski ve kilisenin papazı olan Cristopher Benech, yapay zekânın İsa’nın (as) kurtarıcılık görevini yerine getirebileceğini söyler. Yapay zekâya dayalı bir tanrı geliştirmek isteyen Lewandowski, bu yapay süper zekânın gezegene insanlardan daha iyi bakabileceğine ve bu sürece katkıda bulunanların bundan büyük faydalar sağlayabileceğine inanıyor.
Makineden tanrı yaratıp insanları bu yeni puta taptırmaya kararlı görünen Lewandowski, Geleceğin Yolu kilisesinin misyonunu açıklarken şunları söylüyor: “İnsanların Tanrı’ya yönelmesinin bir çok yolu var. Yüzlerce, binlerce farklı akım. Hristiyanlık, Yahudilik, İslam… ama hepsi kişisel olarak dokunulamayan, görülemeyen ve kontrol edilemeyen bir şeye dayanıyor. Bizde her şey farklı. Bu sefer Tanrı ile kişisel olarak konuşabileceksiniz ve O’nun sizi gerçekten dinlediğini bileceksiniz.”[5]
Sonuç mu? Düşük seviyedeki Amerikan zekâsının dahi kabul etmediği bu saçmalıklardan sonra Lewandowski, 2020 yılının sonlarında kiliseyi kapatmak zorunda kaldı. Ancak bu kilisenin yapay zekâya ibadet eden ilk ve son kilise ya da din olmayacağı kanaatinde olduğumu söyleyebilirim.
Semavi dinler, doğası gereği ibadet ve dua gibi ritüellere, ahlaki, insani ve İlahi yasalara dayanır. Geleceğin Yolu ya da buna benzer yapay zekâ destekli transhümanist hiçbir oluşumda bu detaylar olmamıştır.
İlahınız henüz yoksa, ona nasıl dua edebilirsiniz? Önce insanın onu üretmesi, ona öğretmesi ve onu geliştirmesi lazım. Yani putunu şekillendirmesi gerekir.
İbadetleriniz yoksa?.. İlahi olana bağlanma, hatta onu övme fırsatı yok. Bunun olabilmesi için önce yapay zekâya, yani ilahi öğrenciye -başka bir deyişle geleceğin ilahına- tanıtmanız lazım. Yani bu yaratanın (insanın), yaratılana (yapay zekâ ilahına) övgüsü ve onu ululamasıdır!
En önemli soru şudur: Böyle bir din zorlayıcı, mutlak aşkın ve nihai bir sistem sunabilir mi? Hakikati ve anlamı nedir? İlahi olanı insan üretimine indirgeyen bu düşüncenin bu ve benzeri sorulara verecek hiçbir cevabı yoktur.
Konuya bilimsel gelişim, transhümanizm ve din zaviyesinden baktığımda düşüncelerimi özetleyen bakış açısının Amerikalı astronom Prof. Dr. Robert Jastrow[6] tarafından ortaya koyulacağını doğrusu hiç tahmin etmezdim. Jastrow, “God and Astronomer” kitabında âdeta bilim ve din ilişkisinde son noktayı koyuyor: “Bilim, yaratılışın üzerindeki sır perdesini sanki hiç kaldıramayacakmış gibi görünüyor. Aklın gücüne inanan bilim adamı için öykü, kötü bir rüya gibi bitiyor. O, cehalet dağlarını aşmıştır, bilgelik yolunda en yüksek zirveyi fethetmek üzeredir; son kayanın üzerine doğru kendini çekerken, yüzyıllardır orada oturan bir grup ilahiyatçı tarafından karşılanır.”[7]
Transhümanizm ve İslami Düşünce
Düşünmeye şu soruyla başlayabiliriz: İnsanlığın ilk sorusu nedir?
“Ben kimim?”
Buna verilen en eski ve klasik cevap ise, “Düşünen bir canlıyım.”dır.
Düşünme yetisini yapay zekâya sahip droidlere teslim edecek olan insan aynı soruya nasıl cevap vermelidir?..
Bence bu sorunun mutlak ve evrensel tek bir cevabı vardır.
“İnanan bir canlıyım.”
Bu cevap; sadece yoktan var edilmiş, Kant’ın tabiriyle mutlak ve sonsuz olan bir güç tarafından yaratılmış olan insanın cevabıdır.
Bu cevap; ruhu olan ve o ruhu mutlak güç ve kudret sahibinden almış olan insanın cevabıdır.
Bu cevap; eşyanın adını öğrenen ve tüm yaratılmışlara üstün kılınan insanın cevabıdır.
Bu cevap; kalbin amelidir. Kalbiyle düşünen insanın cevabıdır. Kalbi oluşturan sevgi ve korku insana özgün duygulardır.
Kalbi olmayan ve yapay zekâya sahip bir canlıya, inanmayı öğretemezsiniz. İnanmak, iman etmek; saniyede milyonlarca işlem yapan silikon çiplerle ya da milyonlarca terabayt büyüklüğündeki dataların işlenmesiyle varılan bir sonuç değildir.
O, tüm bu soruların ve cevapların ötesinde, insanlığın kurtuluşu ve tüm ilimlerin varacağı son noktadır.
Hakikatin ve anlamın ta kendisidir.
O hâlde alternatif bir zekâ yaratmanın ve transhümanizmin amacı nedir? Rabbimizin yaratıcı gücünü hissetme arzusu mudur? Ya da ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir şey yaratmak için bir tür putperestlik mi? Yoksa gerçek insan, yapay bir insan yaratarak izole mi olmak istiyor?
Rabbimizi, insan hayatından çıkarmaya yönelik her türlü girişim beyhudedir, boştur. Sonuç, kişinin yalnızlığı olacaktır. İnsan aklından ya da yaratıldığından dolayı insan değildir. İnsandır, çünkü Rabbi onu muhatap almıştır, onu âlemlere üstün kılmış ve onu yeryüzündeki halifesi olarak seçmiştir.[8] Yani insan olmaklığımız varoluşumuzun amacı ve sonucudur.
Konuya varoluşçuluk felsefesi cihetinden bakacak olursak karşımıza çıkan isim Soren Kierkegaard olacaktır. Her ne kadar varoluşçuluğun dinamikleri Sokrates, Sartre ve Hegel ile belirlenmiş olsa da bu alanı Kierkegaard’ın üçlü varoluş aşaması (estetik, ahlak, din) şekillendirmiştir. Bu aşamalarda bir diğerine geçiş sıçramayla olur. İnsanın tamamlanma süreci ise ahlak aşamasından din aşamasına sıçrayışıyla neticelenir. Kierkegaard bunu İbrahim (as) -onun tabiriyle “iman şövalyesi”- örneğinde şöyle anlatır:
Kierkegaard, “Rabbimiz, İbrahim’den imanını test etmek üzere görünüşte ahlaksal olmayan bir şey yapmasını, çok sevdiği oğlunu kurban etmesini ister. Ahlaksal bakış açsından bu eylem, çocuğunu korumakla yükümlü olan bir babanın, bu yükümlülüğünün aksine oğlunu öldürmeye kalkması, yani cinayet işlemesidir. İbrahim’in (as) yaptığı şeyin ahlaksal ifadesi onun İsmail’i[9] (as) öldüreceğidir; dinsel ifadesi ise İsmail’i (as) kurban edeceğidir; ancak işte tam bu çelişkide derin bir kaygı yatar ve bu kaygı olmasaydı zaten İbrahim de (as) (iman şövalyesi) olmazdı.” der.
Kierkegaard’ın trajik kahramana örnek olarak gösterdiği Yunan mitolojisindeki Agamemnon[10] da kızını, ülkesini kurtarmak için kurban etmeye zorlanmıştır ve Agamemnon, ülkesine ve halkına karşı olan daha yüksek bir ödev ahlakı ile kızına karşı olan daha düşük bir ödev ahlakı arasında seçim yapmış ve kızını ülkesi için kurban etmeyi seçmiştir. Her ne kadar Agamemnon’un ve İbrahim’in (as) eylemleri birbirine benzese de Agamemnon ahlaksal alanda kalırken İbrahim ahlaksal alanı aşıp dinsel alana geçmiştir (varoluşsal sıçrama).
Trajik kahraman ve iman şövalyesi arasındaki fark apaçıktır. Trajik kahraman ahlaksal alanda kalır. O ahlaksal alanın bir ifade biçimini, daha yüksek bir ahlaksal ifadede telosunu[11] bulmasını sağlar. İbrahim’in (as) durumu ise farklıdır, o (as) ahlaksal alanı tamamen aşmış ve onun dışında daha yüksek bir telos bulmuştur.
Sonuç olarak Kierkegaard için asli varoluş alanı, dinsel varoluş alanıdır. Çünkü bu alan insanlığın varoluş alanlarının en nihai noktasıdır. Diğer varoluş alanlarında kalanlarda umutsuzluk, endişe ve kaygı vardır. Transhümanist felsefedeki ahlaksal alan ve varoluş alanı da kanımca böyle bir umutsuzluk ve pragmatist kaygı alanıdır. İnsanı feda ederek insanı aşmak…
Bu noktada bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için kaygı konusunu biraz açalım. Kaygı insani bir durumdur, lakin en fazla kaygı duyması gerekenler ise Müslimlerdir; ki bu mutlak olan, aslolan kaygıdır. İbni Hazm’ın dediği gibi, “Kaygı insanın en önemli varoluşsal sorunudur. İnsan kaygılanan ve geleceğiyle ilgili belirsizliği gidermek isteyen bir varlıktır.” Bu gündelik kaygıları ise daha büyük bir kaygı ortadan kaldırır. Gazâli, El-Munkiz Mine’d Dalâl eserinde aktardığına göre Peygamberimizin (sav), “Öyle bir kaygı vardır ki o kaygıyla kaygılandığınızda dünya ve ahiret bütün kaygılarınız ortadan kalkar.”[12] hadisi varlıkla ilgili sorulması gereken soruların rotasını çizmiştir. Nereden geldim, nereye gidiyorum? Müslim’in hakiki kaygısı ve soruları bunlar olmalıdır.
Transhümanistlerde gördüğüm en önemli yanılgılarından bir diğeri de ölümü ortadan kaldırarak insanın tekamül sürecini tamalayacağına inanmalarıdır. Transhümanistler, insandaki ölüm kaygısını ve gerçeğini ortadan kaldırarak insanın tekamül (olma, tamamlanma, üst insan) sürecini geçip hakikate ulaşacağına bizleri inandırmak isterler. Oysa ki biz Müslimler ölümle her şeyin anlamlı olduğuna ve ölüm varken başka hiçbir şeyin anlamlı olmadığına inanırız. Bizler için yaşam anlamlı olduğu için ölüm, ölüm anlamlı olduğu için yaşam anlamlıdır. Ölüm ebedî hayatın, dünya ise ölümün sebebidir. Anlam ya da hakikat dediğimiz şey, varoluş amacımıza uygun yaşamak ve ölmektir.
Kaygıyla ilgili bir diğer bakış açımız da bu hasletin insanı insan yapan ve insan kalmasını sağlayan bir duygu olması durumudur. İnsanın biyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasını asıl olarak gören ve insanı kendi kendine yeteceğine inandıran transhümanizm süreci insanın kaygılanan, muhtaç doğasını görmezden gelir. Oysa insan, bu duyguları vesilesiyle insan olduğunun farkına varır. Bu duygulardan uzaklaşmak insan için fenalık ve azgınlıktır. Rabbimiz bu hakikati bize, Alak Suresi’nin 6 ve 7. ayetlerinde net bir şekilde göstermiştir:
“Hiç şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini müstağni (kimseye ihtiyacı olmayan, kendine yeten) olarak gördüğünde”[13]
Konumuzun bu kısmıyla ilgili istifade ettiğim bir diğer ufuk açıcı düşünce modeliyse Hoca’mızın, El-Ğaniy olan Rabbimizin bu esmasıyla ilgili tespitleridir:
“Fakr/Muhtaçlık bizim bir parçamızdır. Doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar, kendimize yettiğimiz ve bir başkasına muhtaç olmadığımız bir ân bile yoktur. Neden? Çünkü; Allah(cc) bizi fakr/muhtaçlık duygusuyla yaratmıştır…”[14]
“Kulun, Rabbi’ne olan ihtiyacını bilmesi ve buna göre kulluk etmesi, tevhid inancının gereğidir… İnsanı ilahlaştıran cahiliye, tevhid inancının tam karşına konumlanır. İnsanın kainatın efendisi olduğunu, her şeyin insan akıl ve becerisine ihtiyaç duyduğunu, insanın tüm bağlardan kurtulup tam anlamıyla özgürleşmesi gerektiğini savunur. Modern cahiliyenin kadim cahiliyeden devraldığı bu inanç, İslam’da ‘istiğna’ kavramının karşılığıdır. İstiğna, kişinin kendini yeterli görmesi ve Allah’a ihtiyaç duymama halidir.”[15]
“İnsanlık, çağımızda gördüğü istiğna çılgınlığını tarihin hiçbir aşamasında görmedi. Teknolojinin ilerlemesi ve dijital devrimin arttırdığı refah, istiğnayı akıl almaz boyutlara taşıdı. İnsan, Allah’ın (cc) bir lütfu olarak bilimsel ilerleme kaydettikçe şükrünü arttırmadı; bilakis azgınlığını arttırdı. Unuttu ve büyüklendi. Öyle ki; Allah’a, resullere ve dine karşı akıl almaz şeyler söyledi. Kimisi bilimin uluhiyetini ilan etti, kimisi Allah’ın -hâşâ- öldüğünü söyledi, kimisi de Firavun misali uzayda Allah’ı (cc) aradığını ilan etti…”[16]
Hocamızın konuyla ilgili bu aforizmaları, transhümanizm felsefesine karşı geliştirmemiz gereken düşünce modelinin temel taşları olabilir.
Transhümanizm felsefesi toplumsalı ortadan kaldırarak insanı gündelik ve sığ kaygılarla meşgul eder. Kalabalıkları bireyselleştirmeyi ve bireysel sürüler hâline getirmeyi hedefler. Geliştirdiği teknolojinin kendisine mutluluk, huzur ve özgürlük sağlayacağına, kaygılarından uzaklaşacağına inanan ve giderek bireyselleşen insan, düşünen makinelerin (droid) kontrolü altına girmenin ve köleleşmenin eşiğindedir. Gelişen teknolojinin insanı hem fizyolojik hem de psikolojik olarak içsel bir çatışmaya düşürmesi, yalnızlaştırması neticesinde insanın bu tehlikeli sürecin gönüllü cyborgleri (yarı-insan) olma ihtimalini de çok yüksek gördüğümü söyleyebilirim.
Ve asıl önemli soruya gelelim:
Transhümanizm süreciyle birlikte bizleri, dinin konularına temas etmeye başlayan teknoloji ile kaçınılmaz olarak onunla yüzleşme durumunda kalan dinin, birbirine yaklaştığı ve belki de iç içe geçtiği bir gelecek mi beklemektedir?
Her şeye rağmen “insan” kalabilecek miyiz?..
Belki de tüm bunlardan önce Hoca’mızın aynı yazıda dikkat çektiği üzere birbirimize Fâtır Suresi’nin dua niteliğindeki 15. ayetini tavsiye etmeliyiz:
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ (15)
“Ey insanlar! Sizler, Allah’a muhtaçsınız. Allah ise (kimseye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu) El-Ğaniy, (her daim övgüyü hak eden ve varlık tarafından övülen) El-Hamîd’in ta kendisidir.”
Selam ve dua ile…
[1]. İnsansız Dünya Transhümanizm, Ahmet Dağ, Ketebe Yayınları, s. 175
[2]. İnsansız Dünya Transhümanizm, Ahmet Dağ, Ketebe Yayınları, s. 177
[3]. More, “The Philosophy of Transhumanism”, s. 22
[4]. Patrick D. Hopkins, “Toward a Transhumanist Theology”; Detaylı bilgi için, karekodu okutabilirsiniz.
[5]. Detaylı bilgi için, karekodu okutabilirsiniz.
[6]. Amerikalı astronom, gezegen fizikçisi, Nasa’nın Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü kurucu müdürü
[7]. God and Astronomer, New York: W. W. Norton & Co Inc, 1992, s. 107
[8]. bk. 2/Bakara, 30
[9]. Orijinal metinde İshak olarak geçer.
[10]. Detaylı bilgi için, karekodu okutabilirsiniz.
[11]. Telos: İlkçağ Yunan felsefesinde varılacak son nokta olarak “tamamlanma”; ulaşılacak “hedef” anlamında kullanılan terim, “erek” ya da “son amaç”
[12]. El-Munkiz Mine’d Dalâl, Dâru’l Kutubi’l Hadîse, s. 186
[13]. 96/Alak, 6-7
[14]. El-Esmau’l Husna, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, 2/1154
[15]. El-Esmau’l Husna, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, 2/1157
[16]. El-Esmau’l Husna, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, 2/1159-1160
İlk Yorumu Sen Yap