Yaşıyoruz yaşamasına, fakat hesabını vermeyecek miyiz bu hayatın? Sorguya çekilmeyecek miyiz? Mühim soru…
“Yoksa insan (emredilmeden, nehyedilmeden, bir şeriata tabi tutulmadan) başıboş bırakılacağını mı sandı?”[1]
Bu hayatın bir sahibi var ve O (cc), hesap soracak. Ne yediğimizden niçin yediğimize, ne konuştuğumuzdan niçin konuştuğumuza, ömrü, zamanı nerede tükettiğimize kadar her şey bize sorulacak:
“Kıyamet Günü’nde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.”[2]
Beş mesele. Beş soru ve bu beş soruya verilecek cevap… Vereceğimiz cevapları hazırlıyor muyuz? Tabi o gün, yaşamadığımız dinin cevabını veremiyoruz, biliyor olsak da. Yaşadığımız kadarına cevap verme imkânımız var. Kopya çekmek ise katiyen yasak ve imkânsız.
Şimdi biz bir soruyla başlayalım o hâlde. Orada sorulmadan burada, şu dâr-ı dünyada biz kendimize soralım: Niçin yaratıldım? Niçin dünyaya gönderildim?
Bunun cevabını iki ayet bize açıkça izah ediyor:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinler ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”[3]
مَٓا اُر۪يدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ يُطْعِمُونِ
“Ben, onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum.”[4]
Biz Allah’ı doyurmak veya O’na (cc) rızık temin etmek için yaratılmadık haşa. Veren O, ikram eden O, rızıklandıran O, doyuran O… Biz Allah’a ibadet için, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için yaratıldık. Bizim elimize Rabbimiz bir ölçü vererek bu âleme gönderdi. Rıza-i İlahi ölçüsü. Bireysel hayatımız, ailemiz ve toplumsal varlığımız bu ölçü üzerine inşa edilmelidir.
İnsan, birey olarak hayatının gayesini belirlemek zorundadır. Niçin yaşadığını, gidişinin nereye olduğunu belirlemeyen bireyin hayat gayesini nefsi belirler. Nefsin vereceği karar ve hüküm, insanı geçici dünya hayatında geçici bir rahatlığa ulaştırabilir. Fakat nihai varış yeri olan ahiret hayatı açısından sonuç hüsrandır.
Birey, yukarıda zikrettiğimiz ayet doğrultusunda Allah’a (cc) kulluk için çalışmalı, alacağı kararları bu yönde almalı, adımlarının belirleyicisi bu ilke olmalıdır. Zira dünyaya bunun için gönderilmiştir. Bu gayeyi yerine getirdiği oranda Rabbi katında yükselecek, yükseldikçe huzurun sonsuz olanını yakalama fırsatını elde edecektir.
Bireylerin oluşturduğu aile de aynı istikamette ilerlemelidir. Ailenin değerlerini; İslam’a aykırı örfler, âdetler, töre ve gelenekler belirlememelidir. Çünkü mümin için sorumlu olduğu bir dini, ona değerlerini anlatan bir hayat düzeni vardır. Bu hayat düzeni bireysel olarak Allah (cc) rızasında kendisini bulurken, ailevi olarak da dinden soyutlanmış olmamalıdır. Dinden soyutlanan, dinî değerlerden uzak bir aile düzeni İslami değerlerden mahrumdur. Çocuk, cahilî gelenekler ışığında bir değer yargısına sahip olacak, ahlak kurallarını ahlaksız cahiliyeden alacaktır. Bu hâl üzere büyüyen bir çocuk, geleceğin beklenen muvahhidi olmak konusunda ailesini hayal kırıklığına uğratabilir.
Aile, toplumu oluşturan yapı taşıdır. Ailenin ıslahı demek, toplumun ıslah olması demektir. Ailenin harap olması, cahilî değerleri kendisine düstur edinmesi toplumu da harap eder. Ailenin tevhidle mamur bir yapı olması, nihai olarak o toplumun da İslam ile mamur bir belde olmasına imkân verir.
Toplumsal kurallar, kabuller, değerler bireyin ve ailenin hayatına yön veren “Allah’a kulluk” bilincinden neşet etmelidir. Bu bilinç, o toplumu muvahhid bir toplum kılarken diğer taraftan Allah’ın yanında da aziz kılar. Muvahhid toplum, kula kulluktan kurtulmuştur. Onun yalnızca bir Rabbi vardır ve O’na ibadet eder. Zira o Rabb en üstün, en hayırlı ve aziz olandır:
“Ey zindan arkadaşlarım! Birbirinden ayrı, darmadağınık rabbler mi daha hayırlıdır, yoksa El-Vâhid ve El-Kahhâr olan Allah mı?”
[5]
İlk Yorumu Sen Yap