Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Resûl’üne, âline, ashabına ve onlara ihsan üzere tabi olanlara salât ve selam olsun.
Sünnetin İslam’daki yeri ve “teşri kaynağı oluşu” meselesini incelemeye devam ediyoruz. Konuya dair geçen sayımızda zikrettiğimiz delillere şunları da ekleyebiliriz:
“Onlar ki; yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı olarak (sıfatlarını) buldukları ümmi olan Resûl Nebi’ye uyarlar. Onlara iyiliği emreder, kötülükten sakındırır; temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar; sırtlarındaki ağır yükü ve zincirlerini kaldırır. Ona iman edenler, onu saygı ile yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân’a) uyanlar… İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[1]
Ayetteki iki ibare dikkat çekicidir:
“…Onlara iyiliği emreder, kötülükten sakındırır…”
“…temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar…”
Allah Resûlü’nün (sav) vasıflarından biri, iyiliği emretmesi ve kötülükten nehyetmesidir. Diğeri ise temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılmasıdır. Emretme, nehyetme, helal ve haram kılma fiilleri direkt Allah Resûlü’ne isnat edilmiştir. Bu, Resûlullah’ın bu alanlardaki yetkisinin varlığına delildir. Bir şeyin hükmünün tespit yollarından biri de hakkında emir veya nehiy bulunması ya da açıkça hükmünün belirtilmesidir. Binaenaleyh;
Sünnette sabit olan emir, nehiy veya helal haram içerikli hadisler şer’i hükümlerin dayanaklarındandır ve teşri kaynağıdır.
Kur’ân’da bulunan emir, nehiy veya helal haram içerikli ayetlerle şer’i hükümler sabit olduğu gibi sünnette bulunanlarla da şer’i hükümler sabit olur.
Zikrettiğimiz ayete benzer olarak şu ayeti de zikredelim:
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmayan, Allah ve Resûl’ünün haram saydığını haram saymayan ve hak (din olan İslam’ı) din edin-meyenlerle alçaltılmış bir şekilde elden cizye verinceye kadar savaşın.”[2]
Ayette iki çeşit haramdan bahsedilmiştir: Allah’ın (cc) haram kıldıkları ve Resûl’ünün (sav) haram kıldıkları. Bu iki haram çeşidini geçerli görmeyen ve hak dine tabi olmayanlara savaş açılması emrediliyor ve hangi haramı kabul etmediklerine dair bir ayrım da gözetilmiyor. Bu, Allah Resûlü’nün haram kıldıklarının, Allah’ın haram kılması gibi olduğunu ve sünnetin teşri kaynağı olma özelliği taşıdığını gösterir.
Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûl’üne çağrıldıklarında (bir de bakarsın ki) bunlardan bir grup yüz çevirmiş. Şayet hak onların lehineyse koşarak gelir, (hükme) boyun eğerler. Onların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah’ın ve Resûl’ünün onlara haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? (Hayır, öyle değil!) Bilakis, bunlar zalimlerin ta kendileridir. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûl’üne davet edilen müminlerin sözü, ‘İşittik ve itaat ettik.’ demeleridir. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kim de Allah’a ve Resûl’üne itaat eder, Allah’tan (saygıyla) korkar ve (azabından) sakınırsa işte bunlar, kazançlı olanların ta kendileridir.”[3]
Nûr Suresi’nden aktardığımız bu pasajda dikkat çekeceğimiz noktalar şunlardır:
48. ve 51. ayetlerde, çekişme yaşayan taraflara bir çağrı yapılıyor. Çağrının amacı, yaşanan ihtilafta hükmün verilmesi ve çekişmenin giderilmesidir. Hükmü verecek olansa Allah ve Resûl’üdür. Ayette, Allah’ın (cc) verdiği hükümler merci olarak gösterildiği gibi, Allah Resûlü (sav) de merci olarak gösterilmiştir. Allah’ı merci kabul etmek, Kur’ân’a müracaat etmektir. Resûl’ü merci kabul etmek ise hayattayken bizzat ona gitmek, vefatından sonra da onun sahih sünnetine başvurmaktır. “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûl’üne…” çağrı yapılması, Allah’ın verdiği hükümlerde olduğu gibi Allah Resûlü’nün verdiği hükümlerin de bağlayıcı ve teşri kaynağı olduğunu gösterir. Aksi hâlde aralarında hükmetmesi için sadece “Allah’a” veya “Allah’ın Kitabı’na” çağrı yapılırdı.
İhtilaf yaşayan kimseler, yapılan çağrının akabinde iki sınıfa ayrılır:
Münafıklar: Onlar bu çağrıdan yüz çeviriyorlar. Verilecek hükmün kendilerinin lehine mi aleyhine mi olacağını izliyorlar ve icabet seçeneğini ondan sonra düşünüyorlar. Münafık, iman etmediği hâlde inanmış gibi görünen kişidir. Hastalık, şüphe ve şehvet,leh-aleyh tartısı… onların icabet etmesine engel oluyor. Allah’ın Kitabı’na ve Resûl’e iman konusunda hastalıklı kalpleri icabete yanaşmıyor, şüpheyle tereddütler kesin tercihe engel oluyor ve seçimi hevalarından yana yapıyorlar. Bu düşünce ve tercihleriyle zalimleşiyorlar.
Müminler: Onlar bu çağrıya tereddütsüz icabet ediyorlar. Verilen hüküm ne olursa olsun duymamış gibi yapmıyor, “İşittik ve itaat ettik.” diyerek teslim oluyorlar. Akabindeyse teslimiyetlerini sürdürdükleri ve Allah’tan (cc) hakkıyla korktukları sürece kazançlı çıkacakları müjdeleniyor.
Birinci sınıf için “…Allah’a ve Resûl’üne çağrıldıklarında…” ve “…Ya da Allah’ın ve Resûl’ünün onlara haksızlık ya-pacağından mı korkuyorlar?..” ibaresi; ikinci sınıf için de “…Allah’a ve Resûl’üne davet edilen müminler…” ibaresi dikkat çekiyor. Yani bu iki sınıfın oluşması ve karşılaştıkları sonuçlarda Allah’ın (cc) hükmüne teslimiyet vurgusu yapıldığı gibi, Resûl’ün (sav) hükmüne teslimiyet de vurgulanıyor. Bu, Resûl’ün verdiği hükümlerin teşriye kaynaklık ettiğini gösterir. Aksi hâlde Resûl’e teslimiyet zikredilmezdi.
52. ayette umumi bir lafızla, “Kim de Allah’a ve Resûl’üne itaat ederse…” buyruluyor. Yani her zaman ve mekânda yaşanan ihtilaflar için bu durum geçerlidir. Kur’ân ve sünnetin hükümleri sadece belli bir asrı ya da kitleyi bağlayan hükümler değildir. Her asra ve herkese şamildir.
Yukarıda zikredilenlere benzer olarak Allah (cc) şöyle buyurur:
“Allah ve Resûl‘ü bir şeye hükmettiğinde, mümin erkek ve mümin kadının o işlerinde seçim hakları yoktur. Kim de Allah’a ve Resûl’üne isyan ederse, muhakkak ki apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.”[4]
“Hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususları onlara açıklaman, iman eden bir topluluğa hidayet ve rahmet olması için bu Kitab’ı sana indirdik.”[5]
“Sonra seni, (İlahi) emre dayalı bir şeriat üzere kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevalarına/arzularına uyma.”[6]
“İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin diye bu Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Hainlerin savunucusu olma!”[7]
Sünnetin teşri kaynağı olduğunu gösteren delillerden bir diğeri şu ayettir:
“Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de iyilikte bulunduğun (Zeyd ibni Harise’ye) diyordun ki: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan kork.’ Allah’ın açığa çıkaracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan korkuyordun. (Oysa) korkulmaya en layık olan Allah’tı. Zeyd (onu boşayıp) işini bitirince, seni onunla evlendirdik. Ta ki evlatlıkların (boşayıp) işlerinin bittiği kadınlarla evlenme konusunda, müminlere sıkıntı olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”[8]
Allah Resûlü’nün (sav) evlatlığı Zeyd ibni Harise (ra), Resûlullah’ın amcasının kızı Zeyneb binti Cahş (r.anha) ile evliydi. Yaklaşık bir sene evli kaldıktan sonra anlaşamadılar ve Zeyd, durumu Allah Resûlü’ne şikâyet etti. Allah Resûlü de ona, eşini yanında tutmasını tavsiye etti. Ancak Zeyd, anlaşamadıkları için Zeyneb’i boşadı.
Bu hadiseden önce Allah (cc), evlatlıkların öz evlat hükmünde olmadığına dair şu ayeti indirmişti:
“…Evlatlıklarınızı da öz evladınız kılmamıştır…”[9]
Bu ayetten önce evlatlıklar, öz evlat muamelesi görürdü. Dolayısıyla -öz evlatta olduğu gibi[10]– onların evlenip boşandıkları kadınlarla evlenmezlerdi. Allah (cc) evlatlığın, öz evlat gibi olmadığı hükmünü indirdikten sonra, evlatlığın boşadığı kadının da aynı kategoride olmadığı bu hadiseyle açığa çıkmış oldu. Allah, Zeyd’in (ra) boşadığı Zeyneb Annemizi, Allah Resûlü’ne (sav) nikâhladı ve bu hüküm bizzat Allah Resûlü’nün yaşantısıyla netliğe kavuştu.
Allah’ın (cc), bu hükmü bizzat Resûl’ünün yaşantısıyla göstermesi, sünnetin teşri kaynağı olduğunu gösterir.
Bir sonraki sayımızda görüşmek duasıyla…
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
İlk Yorumu Sen Yap