Huzeyfe İbnu’l Yeman

Güven, tüm zamanlarda insanın en çok ihtiyaç duyduğu temel duygudur. Daima güven içinde olmak ister insan. Bu ihtiyacımızdan dolayı Rabbimiz “Es-Selâm” ismiyle tanıtır kendini. Selametimiz için dünyada İslam’ı bahşetmiş, teslim olduğumuz takdirde ise Daru’s Selam’a erişmeyi vadetmiştir bizlere. İslam nizamını sağlıklı bir şekilde tesis edebilmek için de en çok bu duyguya ihtiyaç vardır. Bu yüzden Allah (cc) topluluklara en güvenilir kimseleri resûl olarak göndermiştir. Resûller de İslam davetini yayarken en güvenilir kimseleri yardımcı edinmişlerdir.

Sahabe/Ashab diyoruz o güzel insanlara. Allah Resûlü’nün (sav) baki güvenini kazanan; ona iman edip risaletini tasdik eden; emrinde ve nehyinde itaat edip her şeyiyle destek olan; ahlakıyla ahlaklanıp onu en güzel şekilde temsil eden; sünnetini ihya, bidatleri ilga eden; dostunu dost, düşmanını düşman bilen; onu nefislerine tercih edip canlarını yoluna feda eden… ve sonunda rıza-i ilahiye mazhar olan güzel insanlar.

İşte öyle sahabilerden biridir Huzeyfe ibnu’l Yeman (ra). Allah Resûlü (sav) birçok yerde ona itimat etmiş, sırlarını ona açmış, gelecekte olacak fitneleri ona bildirmiş, en tehlikeli görevleri ona vermiştir. O ise hiçbir zaman Allah Resûlü’nün güvenini boşa çıkarmamıştır.

İhtimam Bahçesi Ailesi

Künyesi Ebu Abdullah[1] olan, Huzeyfe’nin babası Huseyl ibni Cabir (ra), bir kan davası nedeniyle Medine’ye gelmiş[2] ve Medine’de Yemenli bir kabile olan Ben-i Abdu’l Eşhel ile anlaşma yaparak buraya yerleşmiştir. Bu yüzden kendisi Yemenli olmamasına rağmen Yemen’e nispetle “El-Yeman” veya “El-Yemanî” denmiştir. Huzeyfe de (ra) bu lakabı babasından almıştır.[3]

Medine’ye yerleşen Huseyl (ra), anlaşmalı olduğu Abdu’l Eşhel ailesinden Ka’b binti Rebab (r.anha) ile evlenmiştir. Bu evlilikten Huzeyfe ve kardeşleri; Said, Safvan, Müdlec, Leyla, Fatıma ve Ümmü Seleme (r.anhum) olmak üzere yedi çocuk dünyaya gelmiştir.

Huseyl (ra), Medine’de ailesiyle birlikte normal yaşamına devam ederken, Resûlullah’ın (sav) Mekke’de yankılanan “Ey insanlar! Lailaheillallah deyin, kurtuluşa erin!”[4] sözünü işitir. Bu iman çağrısına kulak verip oğlu Huzeyfe’yi de yanına alarak Mekke’ye gider. Resûlullah’ın elini tutup ona iman eder. Medine’ye döndüğünde ise ailesine İslam’ı anlatır ve hepsi tereddütsüz kabul eder. İman halkasına dâhil olan bu aile artık Medine’de bir hidayet kandili olurlar. Hayatlarını İslam’a adar ve kendileriyle birlikte çocuklarını bu davaya vakfederler. İşte sadakatin ve fedakârlığın siması olan Huzeyfe (ra) gibi değerli bir şahsiyet böyle bir ailede yetişmiştir. Bu nedenle onu (ra) anlamak için ailesini mercek altına almak gerekir.

Örneğin babası; ilerleyen yaşına rağmen Allah yolunda mücadele etmekten geri durmamış, canını şehit olarak Allah’a (cc) takdim etmiştir:

Mahmud ibni Lebid’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Resûlullah (sav) Uhud’a çıktığı vakit Huzeyfe’nin babası El-Yeman ibni Cabir ile Sabit ibni Vakş ibni Zaura, kadınlar ve çocuklarla birlikte (Medine’nin sur gibi) yüksek binalarında kalmışlardı. İkisi de oldukça yaşlı idi. Biri diğerine, ‘Hay babasız kalasın! Bizler ne bekliyoruz? Allah’a yemin olsun ki herhangi birimizin ömründen ancak bir eşeğin susayacağı (bir süre kadar) zaman kalmıştır. Bizler ancak kavmimizin ileri gelenleriyiz. Neden kılıçlarımızı alıp Resûlullah’a katılmayalım?’ Böyle diyerek Müslimlerin arasına katıldılar. Müslimlerse onların, aralarına girdiklerini bilmiyorlardı. Sabit ibni Vakşi’yi müşrikler öldürdü. Huzeyfe’nin babasına gelince (farkına varmadıkları için) Müslimlerin kılıç darbeleri altında kaldı ve onu tanımadan öldürdüler. Huzeyfe, ‘Babam! Babam!’ deyince Müslimler, ‘Allah’a yemin olsun ki onu tanımadık.’ dediler ve doğru da söylediler. Huzeyfe, ‘Allah size mağfiret etsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.’[5] dedi. Resûlullah (sav) onun diyetini vermek istediyse de Huzeyfe o diyeti Müslimlere sadaka olarak bağışladı. Bu hâli ise Resûlullah’ın (sav) yanında onun değerini daha da arttırdı.”[6]

Örneğin annesi; kalbi Resûl sevgisiyle dolu bir kadındır. Yaşı küçük olmasına rağmen Huzeyfe’yi (ra) sürekli Allah Resûlü’nün (sav) hizmetine yollamıştır. Birkaç gün geri kaldığında ise fena bir şekilde azarlamıştır:

Huzeyfe (ra) anlatıyor:

“Bir gün annem bana, ‘Nebi’yi (sav) ne zamandır görmüyorsun?’ diye sordu. Ben de ‘Şu kadar zamandır.’ diye cevapladım. Bunu duyunca bana kızdı ve hakaret etti. Ben de ona, ‘O zaman bırak beni, ben şimdi Nebi’nin (sav) yanına gidiyorum. Onunla birlikte akşam namazını kılacak ve ikimiz için de mağfiret dileyinceye kadar yanından ayrılmayacağım.’ dedim. Sonra gidip onunla akşam namazını kıldım. O, yatsıya kadar namaz kıldı ve sonra oradan ayrıldı. Ben de arkasından onu takip ettim. O esnada ona, normal olmayan biri geldi, kendisine bir şeyler söyledi ve gitti. Ben onu takip etmeye devam ettim. Bir süre sonra sesimi işitti ve ‘Kim o?’ diye sordu. Ben, ‘Huzeyfe’ diye cevapladım. ‘Burada ne işin var?’ diye sorunca, durumu ona anlattım. Bunun üzerine ‘Allah seni de anneni de bağışlasın.’ dedi ve ‘Biraz önce bana geleni gördün mü?’ diye sordu. Ben, ‘Evet gördüm’ deyince ‘O, bu geceden önce yeryüzüne hiç inmemiş bir melektir. Bana selam vermek için Rabbinden izin istedi ve bana Hasan ile Hüseyin’in cennet gençlerinin efendisi, Fatıma’nın ise cennet kadınlarının efendisi olacağını müjdeledi.’ dedi.”[7]

Örneğin kardeşleri; Allah Resûlü’nden (sav) hadis aktaran, babalarıyla birlikte Uhud’da Resûlullah’ın (sav) çarpışan ve canını davasına şahit kılıp şehit olan değerli insanlardır:

Ebu Ömer (ra) dedi ki: “Safvan ibnul Yeman, kardeşi ve babasıyla birlikte Uhud’da şehit oldular.”[8]

Ailesindeki tüm bu güzelliklerle birlikte Allah Resûlü (sav) onu Medine’de Ammar ibni Yasir (ra) ile kardeş kılmıştır. Bir de bu kardeşliğe dünya ve ahirette Allah Resûlü eklenince[9] nurun alâ nur olmuştur. Bu böyledir; kişinin ailesi ve arkadaşı dinidir.[10] Şayet ailesi ve çevresi güzelse dinide güzel yavuz bir mümin olur. Çünkü göz gördüğünden, kulak duyduğundan etkilenir. İster evlat olsun ister ebeveyn, bir kimse çevresine ya iyi bir örnektir ya da kötü. İslam medeniyetini sağlıklı temeller üzerine inşa etmek isteyen her birey, yolu birlikte yürüdüğü insanlara iyi örnek olmak zorundadır.

Huzeyfe (ra) üzerinden düşünelim. Belki de babasının o fedakârlığını ve annesinin o muazzam Resûl sevgisini gördüğü için hayatını dinine adamıştır. Resûlullah’ın (sav) yanında değeri artmış ve “Allah seni de anneni de bağışlasın.” duasına nail olmuştur.

Allah Resûlü’nün Sırdaşı

“Ey kavmim! Allah’a ibadet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka (ibadeti hak eden) bir ilahınız yoktur.”[11] diyerek insanları tevhide davet eden her resûlün, mutlaka “Ey kavmim! Gönderilmiş resûllere uyun.”[12] diyerek kendisine destek olacak tabilere ihtiyacı vardır. Bundan dolayı kavimlerine seslenip “Benim yardımcılarım kimlerdir?” diye sormuşlardır:

“İsa, onların küfre düşeceğini hissedince dedi ki: ‘Allah’a (giden bu yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?’ Havariler dedi ki: ‘Biz, Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.’ ”[13]

Allah (cc) birçok resûle hayırlı yardımcılar ihsan etmiştir. Fakat bu konuda en büyük lütfa mazhar olan Muhammed’dir (sav) dersek, yanlış söylemeyeceğimizi umarız. Çünkü Allah (cc) öyle bir etbâ nasip etmiştir ki ona, hiçbir zaman gözünü arkada bırakmamışlardır. Öyle güvenmiştir ki onlara; en tehlikeli işleri verebilmiş, en önemli sırları paylaşabilmiştir. Çünkü onlar, Nebi’ye (sav) o güveni vermiş ve boşa çıkarmamışlardır.

Huzeyfe’nin (ra) yeri de bambaşkadır Allah Resûlü’nün (sav) yanında. Öncelikle o, “Şayet Ensar bir dere veya dağ yoluna girseydi, muhakkak ki ben de onlarla beraber girerdim. Eğer hicret olmasaydı, ben de Ensar’dan olurdum.”[14] dediği Ensar’dandır.

Ensar olmayı kendi seçmişti Huzeyfe (ra).[15] Peki, neden böyle bir tercihte bulunmuştu? Çünkü Ensar olmak ayrıcalıktı. Ensar olmak, Allah’ın dininin yardımcısı olmaktı. Ensar olmak, “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun.”[16] buyruğunun icabetiydi…

Aynı zamanda Resûlullah’ın (sav) sırdaşıydı:

İbrahim En-Nahaî (rh) anlatıyor:

“Alkame Şam’a gitti. (Şam’daki) mescide varıp iki rekât namaz kıldı ve sonra ‘Allah’ım! Bana burada salih bir meclis arkadaşı ihsan eyle.’ diye dua etti. Sonra Ebu Derda’nın yanına varıp oturdu. Ebu Derda ona, ‘Sen kimlerdensin?’ diye sordu. Alkame, ‘Kufe ahalisindendim, (oradan geldim).’ diye cevap verdi. Ebu Derda, ‘Resûlullah’ın sırrının sahibi olan ve kendisinden başka o sırları bilmeyen kimse -yani Huzeyfe- sizin aranızda değil mi?…’ ”[17]

Ebu Hureyre (ra) dedi ki: “Resûlullah’ın sırdaşı Huzeyfe…”[18]

Hâkim (rh), El-Müstedrek’inde şöyle demiştir: “Bu ilmin talibi çok iyi bilir ki Huzeyfe ibnu’l Yeman, Allah Resûlü’nün (sav) sırdaşıdır…”[19]

Neden Huzeyfe (ra)? Allah Resûlü’ne (sav) 23 yıllık risaleti boyunca yoldaşlık eden, hicret arkadaşı olan Ebu Bekir Es-Sıddık (ra) değil; hak ve batılın kendisiyle ayrıldığı, adalet timsali Ömer El-Faruk (ra) değil; meleklerin kendisinden hayâ ettiği, Nebi’nin damadı, iki nur sahibi Osman (ra) değil; kendisinin yanında durumu, Musa’nın (as) yanındaki Harun (as) gibi olan, hem damadı hem amcasının oğlu Ali (ra) değil; şu ümmetin emini olan Ebu Ubeyde ibni Cerrah (ra) değil; küçük yaşına rağmen Nebi’nin sırrını annesine bile vermeyen Enes ibni Malik (ra) değil de neden Huzeyfe (ra)?

Bu sorunun pek çok cevabı olabilir, ancak temel olarak şunu söyleyebiliriz: Huzeyfe’yi bu mertebeye getiren, diğer sahabilerden ayıran bir özelliği olan, tehlikelere karşı basiretli olmasıdır. Vuku bulacak hadiselere karşı ferasetidir. Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: “Arkadaşlarım hayrı öğrendiler, ben ise şerri öğrendim.”[20]

“Vallahi, benimle kıyamet arasında olacak tüm fitneleri en iyi bilen kişi benim.”[21]

“Bir gün Resûlullah (sav) ayağa kalkıp aramızda durarak kıyamete kadar olacak şeyleri anlattı. Bunları aklında tutan tuttu, unutan unuttu.”[22]

Allah Resûlü (sav) onun bu tabiatını bildiği için bazı tehlikeli görevleri de ona vermiştir:

Muhammed ibni Ka’b El-Kurazi (rh) anlatıyor:

“Kufeli bir adam Huzeyfe’ye, ‘Ey Ebu Abdullah, Resûlullah’ı gördünüz ve onunla beraber oldunuz mu?’ diye sordu. O da ‘Evet, ey yeğenim.’ dedi. Adam, ‘O zaman neler yapıyordunuz?’ dedi. Huzeyfe, ‘Vallahi çok gayret sarf ediyorduk.’ diye cevapladı. Adam, ‘Vallahi eğer biz ona ulaşmış olsaydık onu yerde yürütmez, omuzlarımızda taşırdık.’ dedi.
Huzeyfe şöyle karşılık verdi: ‘Ey yeğenim, vallahi ben Resûlullah ile birlikte Hendek Savaşı’nda bulundum. O, gecenin bir kısmında namaz kıldıktan sonra bize doğru dönerek ‘İçinizden kim kalkıp, bizim için şu topluluğun (müşriklerin) ne yaptığına dair bakıp (bir haber getirerek) geri dönerse o cennette arkadaşım olacaktır.’ dedi.

Korkunun, açlığın ve soğuğun şiddetinden dolayı hiç kimse kalkmadı. Bu göreve hiç kimse yanaşmayınca Resûlullah beni çağırdı. Benim ise ayağa kalkacak gücüm yoktu. Bana, ‘Ey Huzeyfe, git ve aralarına gir. Ne yaptıklarına bak ve yanımıza dönene kadar hiçbir şey konuşma.’ dedi.

Kalkıp gittim ve aralarına girdim. Rüzgâr ve Allah’ın askerleri onlara yapacağını yapıyordu. Ne tencereleri ne ateşleri ne de diktikleri (çadırlardan) bir şey yerinde kalmamıştı. Ebu Sufyan kalkarak, ‘Ey Kureyşliler, herkes yanında oturanın kim olduğuna baksın (aramızda casus olabilir).’ dedi. Ben hemen yanımdaki adamın elini tutarak ‘Kimsin?’ dedim. O da ‘Ben falan oğlu falanım.’ diye cevapladı.

Sonra Ebu Sufyan şöyle konuştu: ‘Ey Kureyşliler, vallahi sizler asıl yurdunuzdan uzaksınız, atlarınız ve develeriniz telef olmuş durumda. Ben-i Kurayza bize verdiği sözden caydı ve onlardan bize hiç de hoşumuza gitmeyen şeyler ulaştı. Rüzgârın şiddetinden dolayı neler olduğunu da görmektesiniz, ne bir tenceremiz yerinde kaldı, ne ateşimiz ne de diktiğimiz bir şey. Haydi kalkın gidin, ben gidiyorum!’

Sonra kalktı, bağlı olan devesinin yanına giderek üzerine oturdu ve ona vurdu. Deve üç ayağı üzerinde sıçrayıp kalktı. Vallahi devenin bağı ancak kalktıktan sonra çözülmüştü. Eğer Resûlullah’ın, ‘Yanımıza gelene kadar konuşmayacaksın.’ diye verdiği ahit olmasaydı, orada onu bir okla öldürmeyi istemiştim.

Resûlullah’ın yanına döndüğümde ayakta, eşlerine ait bir Yemen burdesiyle namaz kılıyordu. Beni görünce bacaklarına doğru çekti ve üzerindeki kıyafetin bir kısmını üzerime attı. Ben kıyafetinin içindeyken dönüp secde yaptı. Selam verince, ona getirdiğim haberi aktardım. Gatafan Kabilesi, Kureyş’in ne yaptığını duymuş ve memleketine dönmek üzere yola çıkmıştı.’ ”[23]

Soğuğun bedenlere işlediği, açlığın karınlara taş bağlattığı, rüzgârın dikili bir çadır bırakmadığı Hendek’in zor günlerinde böyle bir görevi yerine getirmek, herkesin altından kalkabileceği bir iş değildir. Huzeyfe de (ra) ilk başta bu görevi yerine getiremeyeceğini düşünmüştür. Ancak Allah Resûlü’nün (sav) emri gelince yerine getirmek için kalkmış, böylece Allah (cc) ona yardımını göndermiş ve işini kolaylaştırmıştır. O, Allah yolunda bir adım atmış, Allah (cc) ise ona cenneti ve cennette Allah Resûlü ile birlikte olmayı nasip etmiştir.

Sorumluluklar çoğu zaman önümüzde dağlar gibi yığılır kalır. Bunca zor işin içinden nasıl çıkacağımızı bilemeyiz. İşte o anlarda yapılması gereken tek şey, savaşım tutkusuyla Huzeyfe (ra) gibi bir adım atmaktır. Nuh’a (as) gemi yapmayı kolaylaştıran, İbrahim’e (as) ateşi serin kılan, Musa’ya (as) denizi yaran, İsa’yı (as) ipten kurtaran Allah (cc) şüphesiz ki kendi yolunda mücadele eden kullarına da yardım edecektir. Yeter ki kul buna canıgönülden iman edip ortaya bir çaba koysun ve bir adım atsın. O adım attığı zaman Allah’ın yardımı gelecek ve her şey tahmin etmediği kadar kolaylaşacaktır. İşte bu, Allah’ın (cc) şu ayetidir:

“Hiç şüphesiz, zorlukla beraber kolaylık vardır. (Evet,) zorlukla beraber kolaylık vardır.”[24]

Çünkü “…Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah, zorluktan sonra kolaylık kılacaktır.”[25]

Devam edecek biiznillah…

 


[1] .İbni Sad, Tabakat, 4/297

[2] .Bazı rivayetlerde dedesi Cabir ibni Haris kan davası yaşadığı için Medine’ye geldikleri söylenir.

[3] .El-İsabe, 1/480

[4] .Ahmed, 15695

[5] .12/Yûsuf, 92

[6] .Buhari, 3290; Hâkim, 4856; Beyhaki, 15146; Taberi, 619

[7] .Ahmed, 22817; Nesai, 7977

[8] .İbni Hacer, el-İsabe, 3/359; İbni Abdulber, el-İstîâb, 2/726

[9] .Ahmed, 22821

[10] .Bu yüzden Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu ya Yahudileştirir ya Hristiyanlaştırır ya da Mecusileştirir…”(Buhari, 1359; Müslim, 2658)
“Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.” (Ebu Davud, 4833)

[11] .7/A’râf, 59

[12] .36/Yâsîn, 20

[13] .3/Âl-i İmran, 52

[14] .Buhari, 3779

[15] .“Huzeyfe (ra), bir gün hem Mekke’de hem Medine’de bulunduğu için şöyle sordu: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben Muhacir miyim yoksa Ensar mı?’ Allah Resûlü (sav), ‘Sen nasıl istersen.’ dedi. Huzefye, ‘Öyleyse ben Ensar’danım.’ dedi.” (İbni Kuteybe, El-Mearif, 1/263)

[16] .61/Saff, 14

[17] .Buhari, 6278; Müslim, 824

[18] .Tirmizi, 3811; Beyhaki, 104

[19] .Hâkim, 8384

[20] .Buhari, 3607

[21] .Müslim, 5150; Ahmed, 22779

[22] .Buhari, 3192; Müslim, 5151

[23] .Ahmed, 22821; Taberi, Tarihu’t Taberi, 658; Zehebi, Tarihu’l İslam, 1/392

[24] .94/İnşirâh, 5-6

[25] .65/Talak, 7

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver