Bu soru, İslam hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmayan bir Müslüman tarafından ancak yöneltilebilir. Günümüz Türkiye’sinde bu soruya doyurucu yanıtlar verebilecek insan sayısı çok azdır. Ancak yapılacak anketler, ciddi araştırmalar ve meydan çalışmalarıyla bu soruya çok geniş kapsamda cevap oluşturabilecek veriler elde edilebilir. Nitekim aşağıda bu soruya verilecek sınırlı cevaplar bile bu iki din arasındaki farkları açık şekilde ortaya koyacaktır.
İlginçtir ki Türk insanı, eskiden beri İslam ile Müslümanlığın aynı şey olduğuna inanmış, daha doğrusu inandırılmıştır. Fakat bu konuda hissedilir bir çeşit takiyyenin varlığı da muhtemeldir. Çünkü yüzyıllardır içyüzünün halktan gizlendiğini farz etsek bile Müslümanlık, aslında İslam’dan alınmış bir intikam hareketinin adıdır. Bu harekette, -büyük olasılıkla- İranlılardan vaktiyle ilham alınmış ve hikmete aykırı surette sunulan İslam, tepkiyle karşılanarak daha ilk günlerde süratle revize edilmiştir. Böylece üretilen Müslümanlık, “Arap İslam”ından ve “Fars Moselmânîliği”nden soyutlanmıştır. Sonuç olarak denebilir ki Türkistan’ın Milâdî 707’den itibaren “Araplar tarafından işgaline tepki olarak!” Müslümanlık, bir “Millî Türk Dini” kisvesinde şekillendirmeye çalışılmıştır.
Bu tarihi olayın arka planı oldukça önemlidir. Unutmamak gerekir ki Müslümanlık, temelde Farsların 1400 yıl önce kurgulayıp başlattıkları bir projedir. Daha sonra Türklerin -kendi milliyetleri doğrultusunda- bu projeye sağladıkları katkı büyük olmuştur. Müslümanlığın “İslam” demek olduğu, ya da bu iki ismin aynı anlama geldiği yolundaki kanı, -“Horasan Erenleri” etiketiyle görevlendirilen- Haytala rahipleri aracılığıyla ve yüzyılların akışı içinde -Türk toplulukları arasında- yaygınlaştırılmıştır. Bu iki kavramın, (daha doğrusu bu iki ayrı dinin) birbiriyle ilişkilendirilmesi ise korkunç düzeyde inançlar arası çatışmalara ve büyük talihsizliklere yol açmıştır. Nitekim günümüzde (sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda bütün Ortadoğu’da) yaşanmakta olan ve artık çözümü imkânsız hâle gelen din ve düşünce anarşisi bu gerçeği kanıtlamaktadır. Bu problemin, -kuşkusuz- tarihsel, sosyal ve kültürel birçok nedeni vardır; aynı zamanda bu sorun, toplumun tarih boyunca siyasal ve sosyal alanda bocalamasına, zaman zaman çözülmesine ve gerilemesine de neden olmuştur. Dolayısıyla bu iki kavram (daha doğrusu, bu iki din) arasındaki farkları ortaya koymak, bu spekülatif ilişkilendirmede gizlenen sırları ifşa etmeye ve konuyu gündeme taşımaya yarayabilir. Aynı zamanda, -mevcut din ve düşünce anarşisine son vermek amacıyla- muhtemelen ileride harcanacak çabalara zemin hazırlayabilir.
■■■
İslam hiç şüphesiz, çok muhkem disiplinleri olan evrensel bir hayat nizamıdır. Vahye dayalı bir İlâhî rejimdir. Büyük bir sorumlulukla belirtmek gerekir ki İslam; -günümüz toplumlarının yoz ve ilkel tasavvurundaki “mabed-mezarlık dini” değil- tam tersine, kendi terminolojisindeki tanımıyla tüm hayatı kuşatan bir din ve yaşam düzenidir; bir yasalar külliyâtıdır. Bu nedenle İslam’ı Müslümanlığın karambolünde fark edebilmek için aşağıdaki karşılaştırmaları dikkatle ve ciddiyetle incelemek gerekir. Bunları bilimsel bir tertip içinde izleyebilmek için mukayese işlemi, konuların önem derecelerine ve ilgilerine göre -özetlenerek- sıralanmıştır.
Müslümanlık ise İslam’ın tam tersine: çok tanrılı mistik, kurgusal ve milli bir dindir. Müslümanlar, her ne kadar “Allah’tan başka ilâhlara da tapıyoruz” demiyor iseler de -herkes tarafından- kolayca sezinlenemeyecek hilelere başvurarak çok tanrılı olduklarına ilişkin inançlarını sürdürmektedirler. Nitekim ölmüş insana ilişkin birçok inançları bu gerçeği deşifre etmektedir.
- İslam, güçlü ve köklü bir kaynağa dayanmaktadır: Vahiy الوحي. Bu kavram, metafizik bir anlam taşıyor ve yüksek bir kültüre hitap ediyor olması dolayısıyla mü’min-müslimlerin aksine, Müslümanlar tarafından algılanamamaktadır. Çağımızdaki Müslümanlar, -günümüzde, bilim ve teknolojide yaşanan dev hamlelere, baş döndürücü değişim, gelişim ve açılımlara tanık olmalarına rağmen- bu sorunu aşamamaktadırlar. Kaldı ki bin yıl önce bozkırlarda göçebe olarak yaşayan kalabalıkların -asırlar boyu- vahiy sözcüğünü bir kez bile duymamış oldukları kuvvetle muhtemeldir.
Müslümanlığa gelince o, böyle güçlü bir kaynaktan yoksundur. Tam tersine, -çok kere ifade edildiği gibi-; başta İslam olmak üzere birçok din ve düşünceden beslenerek yapılandırılmış senkretik bir mistik yapıdır. Bu dinsel kurumun, İslam’dan aşırı şekilde beslenmiş olması, günümüzde büyük sorunlara yol açmıştır. Hint dinlerinden, Şamanlıktan, Zerdüştîlikten, Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve geleneklerden birçok inanış, ritüel, dua ve ibadet şekilleri devralan Müslümanlık, dıştan örtündüğü -namaz, oruç, hac ve kurban gibi ibadetlerden oluşan- masum bir perde arkasında, -ne ilginçtir ki- Türkiye toplumuna İslam kisvesi içinde yansımaktadır.
Bu kavramların Müslümanlıkla hiçbir alâkası yoktur. İslam’dan devşirilerek Müslümanlığa mal edilmiş olmasına rağmen milyonlarca Müslüman bu yasadan habersizdir ve milyonlarca Müslüman bu yasayı her gün pervasızca çiğnemektedir. Bu yasa, Kur’ân-ı Kerim’de, başta Nahl Suresi’nin 116’ıncı âyet-i kerimesi[4] olmak üzere, Kitap ve Sünnet’in bütünlüğünden gücünü almaktadır.
Müslümanlığa gelince; bu dinin hiçbir sınırı yoktur. Başta din adamları olmak üzere hemen herkes -aklına estiği gibi- Müslümanlığa bir inanç, bir ritüel, bir ibadet biçimi ekleyebilir. Örneğin; Delâil-i Hayrât gibi, Cevşen gibi, Salat-ı Tefrîciye gibi bir duayı okumakta beis görmeyebilir. Bunun sayılamayacak kadar örnekleri vardır. Bu da Müslümanlık için bir bütünlüğün söz konusu olmadığını gösterir.
Müslümanlıkta ise -biraz önce verilen örneklerde olduğu gibi- tarih boyunca “evrâd” ve “ezkâr” adı altında rastgele çeşitli dua ve ibadet şekilleri düzenlenmiştir. Bunların birçoğu kitaplaştırılmış, ayrıca bu amaçla “tarikat” adı altında mistik örgütler kurulmuş, ayinler düzenlenmiştir. Bazı tarikatlarda bu ayin ve ritüeller, (örneğin; Nakşbendîlikte) karanlık ortamda ve sessizce icra edilir. Kâdirîlik, Rufâîlik ve Mevlevîlikte ise folklorik mahiyette danslı müzikli şekilde sahnelenir. İslam’a tamamen yabancı olan bu ibadet ve dua biçimlerinin oluşturduğu güçlü kanıtlar, aslında Müslümanların -açıkça söylemiyor olsalar bile- İslam’a geçit vermemek için -bilinçaltı- büyük engeller ördüklerini ortaya koymaktadır. Başlı başına bu gerçek bile Müslümanlığın İslam’dan tamamen ayrı bir din olduğunu göstermektedir.
- İslam, gerçekçi ve sarih bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla İslam’da gizemlilik yoktur; ruhbaniyet yoktur; ruhban sınıfı (yani din adamı sınıfı) yoktur; dinselliğe özgü kıyafet ve üniformalar yoktur; imtiyazlı sınıflar yoktur…
Müslümanlıkta ise bunların hepsi vardır. Müslümanlıktaki gizemliliğin kaynağı Tasavvuf’tur. Çeşitli dinlerden beslenen tasavvuf (bâtınîlik) ya da mistisizm, bir sırlar felsefesidir. Yahudiliğin Kabala öğretisinden, Hristiyanlıktan ve özellikle Hint dinlerinden: vahdet-i vücûd (panteizm), fenâ fillâh (nirvana) ve beka billâh (tanrılaşma) gibi birçok inanışın Müslümanlığa akışını tasavvuf sağlamıştır. Bu nedenle tasavvufa, mü’minler tarafından “İblis’in elsefesi” adı verilmiştir.
Müslümanlıkta, -aynen Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve Budizm’de olduğu gibi- bir ruhban sınıfı vardır. Bu sınıftan olanlar, -büyük ihtimalle Hinduizm’in esintilerini taşıyan, ancak evrim geçirerek şekil değiştirmiş olan- sarık ve cübbe giyerler. Resmî din adamlarıyla birlikte, medrese ve Kur’ân kursu hocaları, bazı ilâhiyâtçı “akademisyenler”, tarikat şeyhleri, üfürükçüler, muskacılar ve medyumlardan oluşan ruhban sınıfı, özellikle İslam’ın Türkiye toplumuna sıçramasını önlemeye çalışmakta, Müslümanlığı ayakta tutmak için çeşitli spekülatif faaliyetlerde bulunmaktadırlar.
İslam ile Müslümanlık arasındaki farklar, yukarıdaki açıklamalarla elbette ki sınırlı değildir. Bunlar, -bu iki din arasındaki derin uçurum hakkında sadece bir fikir vermesi için sunulmuş- oldukça kısa bir özetten ibaret örneklemelerdir.
Müslümanlık ile İslam arasında (göze çarpmaz gibi duran) kalın duvarın fotoğrafını netleştirmek için aslında Müslümanların kullandığı çok önemli bir parolaya -bu ilgiyle- işaret etmek gerekir: “Elhamdülillâh ben Müslümanım”! Evet Müslümanlar, herhangi bir münasebetle dinsel aidiyetlerini bu hileli parola ile dile getirirler. Bu paroladaki sır, -muhatap üzerinde İslam ile Müslümanlığın aynı şey olduğu izlenimini uyandırmaya dönük- bir hiledir.
Dikkat edilecek olursa -toplumda artık bir huy hâline gelmiş olan- bu hile sebebiyledir ki hiçbir Müslüman “Elhamdülillâh ben Müslimim, ya da Müslimeyim” demez. Halbuki Müslümanlar da aynen mü’minler gibi, İslam’ın dışındaki dinlere bağlı olanlar için “gayrimüslim” nitelemesini kullanırlar. Bu nitelemenin tam tersi ise “müslim”dir. Buna rağmen (gerçek anlamda İslam’a değil), din olarak Müslümanlığa bağlı olduklarından, aidiyetlerini “Müslim” değil, “müslüman” şeklinden ifade ederler. Dinsel aidiyetini “ben Müslimim” demek yerine neden “ben Müslümanım” şeklinde ifade ettiğini, bir Müslümana sormayı eğer göze alabilirseniz, “eski köye yeni âdet mi!” diye onun size şiddetle tepki gösterdiğini göreceksiniz. Çünkü Müslümanlık “Atalar Dini”dir, kutsaldır, vazgeçilmezdir. Bu ilkelliğe ve barındırdığı hilelere birçok âyet-i kerimede yer verilmiştir.[7]
İşte bu hile, Müslümanları deşifre etmekte, aynı zamanda Müslümanlık ile İslam’ın, -aralarında hiçbir alaka bulunmayan- iki ayrı din olduğunu da kanıtlamaktadır!
[1] . Bkz. Gerçek şudur ki Allah indinde din İslam’dır. Âl-i İmrân/19 إنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الإسلام.
[2] . Bkz. Nuh diyor: Müslimlerden olmam için bana emredildi. وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ Yunus/72; Musa kavmine dedi ki: Ey halkım! Eğer Allah’a iman ettiyseniz Ona tevekkül ediniz eğer Müslimlerseniz. يَا قَوْمِ إِن كُنتُمْ آمَنتُم بِاللهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّسْلِمِينَ Yunus/184; İbrahim’e Rabbi İslam’a gir deyince, Alemlerin Rabbine teslim oldum, dedi. إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُأَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ el-Bakara/131; İbrahim ve Yakub çocuklarına diyorlar ki: ancak müslimler olarak ölünüz. فَلاَ تَمُوتُنَّ إَلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ el-Bakara/132; Yakub’un çocukları şöyle cevap veriyor: Bir tek ilâh olan senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın da ilâhı olan ilâh’a ancak ibadet ederiz, O’na teslim olmuşuzdur. نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَوَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ el-Bakara/133; Havariler şöyle dediler: Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz Müslimleriz. آمَنَّا بِاللهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ Âl-i İmrân/52; Ehl-i Kitaptan bir grup Kur’ân’ı dinleyince şöyle dediler: قَالُوا آمَنَّا بِهِ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّنَا إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلِهِ مُسْلِمِينَ el-Kasas/53.
[3] . Her mükellef insanın, tüm davranış biçimlerinin tabi olduğu şer’î hükümler şunlardır: farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh, sahih, batıl.
[4] . Bkz. 16/Nahl, 116: وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِّتَفْتَرُواْ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ. النحلAyetin Meâli: “Aklınıza esen yalanı uydurup, “Şu helaldir ve bu haramdır” demeyin… Çünkü Allah’a iftira atmış olursunuz! Gerçek şu ki, Allah adına yalan uyduranlar kurtulmazlar!”
[5] . Bkz. en-Nisa/59; El-Maide/50; el-En’âm/57; Yusuf/40; eş-Şûrâ/10
[6] . Bu sonuçların ne olduğunu merak edenler, (akademisyenlerden ya da hocalardan değil), âlimlerden yardım alabilirler.
[7] . Bkz. “Kendilerine, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Şeytan, kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı? وَإِذَا قِيلَلَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا Lokman/21; Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِآبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ El-Bakara/170.
İlk Yorumu Sen Yap