Yurdu Terk Etmek Ne Zaman Hicret Oldu?

“… Kimin hicreti Allah’a ve Resûlü’ne olursa onun hicreti Allah’a ve Resûlü’nedir. Kimin hicreti elde edeceği dünyalığa veya evleneceği bir kadına olursa onun hicreti kendisine hicret etmiş olduğu şeye olur.” 

[1]

İnsanlık tarihinin ilk zamanlarından bu yana göç diye bir olgu var Âdemoğlunun hayatında. Göçü gerektiren nedenler farklılık göstermiş olmak ile beraber bazen toplu göçler, bazen de bölgesel ya da bireysel göçler yaşanmıştır. Kimi zaman verimli topraklara kavuşma arzusu, kimi zaman su ihtiyacını rahat karşılama isteği, kimi zaman düşmandan ve tehlikelerden sakınma çabası göçleri beraberinde getirmiştir. Severek göç edenler olduğu gibi, zorunda bırakılanlar, tehdit edilenler ya da yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalanlar da uzak diyarlara açılmış, öz vatanlarını terk etmişlerdir. Bu tarihi gerçek günümüze kadar devam etmiştir ve insan nesli devam ettiği müddetçe devam edecektir.

Sadece insanoğlunun hayatında değil, aynı şekilde hayvanlar âleminde de bu göçleri görebilmek mümkündür. Allah’ın 

subhanehu ve teâlâ

El-Fatır ismi gereğince yaratırken içlerine yerleştirdiği program, hayvanları da yaşayabilecekleri iklimlere göç etmeye sevketmiştir.

Âdem babamızın 

aleyhisselam

dünya âlemine gönderilmesi ile beraber tevhid davası şirk taraftarı olan Şeytan ve avanesi karşısında konumlanmış, mücadeleye başlamış ve savaşını sürdürmüştür. Tevhidin şirk ile mücadelesi esnasında sürekli tevhid davetçileri olan nebiler ve onların takipçileri topraklarını terk etmek ile tehdit edilmişlerdir ve kimi zaman topraklarından uzaklaşmak zorunda kalmışlar. Çünkü Firavunlar bir yalandır tutturmuşlar, uyduruk bazı mistik manevi değerler ile insanları kandırmış ve köleleştirmişlerdir. Firavunların karşısına dikilen tevhid davetçileri tağutların 

“La yüs’el” 

[2]

olmadıklarını haykırmış, hikmet ile insanları kullara kulluktan Allah’a kulluk şerefine çağırmışlardır. İnsanlara hakikat gözlükleri dağıtarak Firavunların gerçek yüzünü beyan etmişlerdir.

Elbette bu tehlike karşısında Firavunlar hüccet ile nebiler ve tabilerinin karşısında duramadıkları için farklı çözüm yolları düşünmüşlerdir. Kimi zaman nebilerin akılları ile alay etmiş, kimi zaman hataları ile kınamış, tehdit etmiş, yurtlarını terk etmek konusunda zorlamışlardır.

Rabbimizin kelamından öğrendiğimiz üzere bütün resûllerin karşılaştıkları bir tehdit yurdundan haksız yere sürülme şeklinde olmaktaydı.

“Kâfirler, resûllerine: ‘Şüphesiz ki ya dinimize dönersiniz ya da sizi yurdumuzdan çıkarır atarız.’ demişlerdi.”

[3]

Göç dediğimiz olgu insanlık ile beraber var olmuştur. Ancak bu olgunun hicrete dönüşmesi 

“Hicret-Muhacir”

kavramlarının kutsallık kazanması İslam ile beraber olmuştur.

“Dedi ki: ‘Ben Rabbime gideceğim. Şüphesiz ki O, beni doğru yola iletecektir.’ “

[4]

Göç artık bir 

“Rabbe gitme”

ya da 

“Allah’a kaçma”

eylemine dönüşünce hicret kavramı varolmuş, artık faydası bol, ecri çok, failleri sadık ama bunun ile beraber dökülenleri de bir o kadar fazla olan bir yola dönüşmüştür. Kiminin ayağı yolun dikenine, kiminin taşına, dalına budağına, çiçek ve güllerine takılmış, menzile varamadan vazgeçenleri çoğalmıştır.

Şu mutlaka söylenmesi gereken bir hakikattir; İslam ve hicret kelimeleri ayrılmaz ikilidir. İslam’ın başladığı anda hicret başlamış, göç dalgaları kuvvetlenmiştir.

Lailaheillallah, küfürden imana hicrettir. İslam, hevaya kulluk yapmaktan hicrettir. İman, hakikate yönelmiş hicrettir. Tevhid şirkten hicrettir, günahlardan hicrettir, cahiliyenin kalıtsal özelliklerinden hicrettir, günah ortamlarından hicrettir, facir arkadaşlardan hicrettir, mutlak özgürlükten hicrettir, şeytanın kapanından hicrettir…

Adım adım büyür hicret. Günahları terkeder hicret ehli olur insan. Günahkârları terkeder hicret ehli olur. Bilcümle cahiliyeyi hayatından izale eder hicret ehli olur. İnsanların rahatlıklarının kullları olduğu, refahları bozulmasın diye –dinleri de dâhil- satamayacakları hiçbir şeyin kalmadığı günlerde rahatlıktan hicret eder, yükü omuzlar, yola koyulur 

“Muhacir”

olur böylece.

Gün gelir kapıyı çalar bir haber. Gün gelir, Nebi’nin münadisinin 

“Hicrete izin verildi.” 

nidasını işitir insan. Sıra büyük hicrete gelmiştir. Sıra vatandan, biricik sevdiği, vakti zamanında koşup oynadığı, her taşında toprağında, köşesinde bucağında anılarının yaşıyor olduğu memleketini terketmesi gerekir insanın. Resûl’ün münadisi 

“Haydi, geç kalmayalım!”

diye seslenirken arkasına bakacak olur. Anıları, malları, evlatları, eşi ve sevdikleri hüzünle bakar, yüreğinden yaralarlar insanı. İşte o zaman anlaşılır hicretin hakikati. Hatta kendi imanının hakikatini o zaman anlar insan. Geride kalanlar neden kalmış, 

“fitne”

diye sakınılan mefhum gerçekten sakınılasıymış, gözü yaşlı sevenleri bırakmak ağırmış, diyesi gelir. Artık önünde iki yol belirmiştir kesin hatlar ile. Tercih zamanıdır vakit!

  • Ya İbrahim olur, kundaktaki bebeğiyle eşini Mekke çöllerinde bırakır arkana bakmadan gider. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem olur, emini olduğunu beldenin yalancısı muamelesi görerek, arkasında sadık bir arkadaşını ölüm yatağına uzatmak zorunda kalır, sevdiği Mekke’yi terk ederken hüzün yağmurlarında ıslanır. Ebu Seleme olur, eşini ve çocuğunu kafirlerin elinde esir bırakır Allah Resûlü’ne gider. Ümmü Seleme olur Resûl’e hicret edeyim derken sevdiklerinden ve özgürlüğünden hicret eder. Suheyb olur kuruşu kuruşuna alın teriyle kazandığı malları, onlarca yılın sermayesini gözünü kırpmadan verir “Beni bırakın Resûl’e gideyim.”der, der ve “Ticaret kazanmıştır.” sözünü Nebi’den dinler.
  • Bir başka seçenek; sıcak yuvası, sevdiği ailesi, çocukları, memleketi, rahatı önüne set olur, insanı alıkoyarlar. İman yolunda takılmazken, hicret yolunda takılır. Çünkü bir gün ellerini açıp Allah’tan yardım istememiş, ona yalvarmamıştır. Çünkü hayatımın ayrılmaz parçası dediği vazgeçilmezleri vardır. Olmaz ise olmazları vardır. Oysa müminin hayatının tek ayrılmaz parçası dinidir. İnsanın hayatı bile vazgeçilmez değilken hayatındaki teferruatlar nasıl vazgeçilmez olabilir ki!

Hicrete Dair İlahi Mesaj

Peygamberimiz 

sallallahu aleyhi ve sellem

davetini Mekke’nin hatta Mekke dışında civar kabilelerin duyacağı şekilde anlatmaya başladığında 

“Açık Davet”

merhalesi başlamıştı. Anlaşılır bir üslup ile artık davet bireyselden öte çarşı pazarlarda, panayırlarda konuşuluyor, anlatılıyordu. Davet açık, anlaşılır, fıtrata muvafık olunca insanların İslam’a teveccühü çoğalmış, icabet etmeyenler bile içten içe Peygamberimizve ashabının hak ve doğruluk üzere olduğuna inanmaya başlamıştı.

Bu kadar ilgi ve teveccüh ile karşılaşan açık bir davet çok ses getirecekti. Bundan dolayı Mekke eşrafı çözümler aramaya koyuldu ve son çare olarak davete baskı yapmanın çıkar yol olduğuna karar kıldılar ve Müslimlere eza, cefa ve sıkıntılar vermeye başladılar. Sıkıntılar öyle boyutlara vardı ki 

“Âlemlere Rahmet”

Allah Resûlü 

sallallahu aleyhi ve sellem

eziyet görmeye başladı. Ashap dayanamaz hâle geldi. Eza ve cefalar sistematik hale gelip Ebu Talip Mahallesi’nde insanlar tabiri caizse

“Ev hapsi”

ne alınmış, mahalleden çıkış yasağı konulmuş, Mekke çarşılarına çıkanlara bir şeyler satılmamış ve sosyal ekonomik tüm bağlar sıfıra indirilmişti. Bu dönemde Nebi, Muvahhidlerin rahat edeceği bir yurt ararken Taiflilerin kapısını çalmış, Habeşistan’a sahabiden kimisini göndermiş ve hac mevsimlerinde gelen hacılardan kendisine iman edip kendisini ve müminleri barındırmalarını istemiştir. Ta ki Allah Yesrip/Medine’nin kapısını açıncaya kadar…

Bu arayış döneminde/Mekke’de Allah’ın 

subhanehu ve teâlâ

hicrete dair indirdiği ayetler üzerinde düşünülmelidir. Düşünülmelidir ki Allah’ın, ashabı nasıl hicrete hazırladığı net bir şekilde anlaşılabilsin.

“Zulme uğradıktan sonra Allah (yolun)da hicret edenleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiret mükâfatıysa çok daha büyüktür. Keşke bilselerdi.”

[5]

“Sonra Rabbin, işkenceye uğradıktan sonra hicret eden, sonra cihad edip sabredenlere karşı (evet,) hiç şüphesiz ki Rabbin, (böylelerine) (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) pek Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.”

[6]

“Allah yolunda hicret eden, sonra öldürülen veya ölen kimseye elbette Allah, güzel bir rızık verecektir. Şüphesiz ki Allah, (evet) O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

[7]

“Ey iman eden kullarım! Hiç şüphesiz benim arzım geniştir. (Dininizi yaşayamadığınız yerden hicret edin.) Yalnızca bana ibadet/kulluk edin.”

[8]

Muhacir Kimdir?

Allah’ı ve Resûlü’nü tercih edip basit ve geçici dünya metaına aldanmayandır.

Muhacir günahları ve hataları terk edip nefsini ıslaha koyulan kimsedir.

Muhacir, şeytanın, nefsinin, çevresinin, evlad-u iyalinin isteklerini İslam davetine yapacağı hizmetlere engel kılmadan istikamet üzere yoluna devam edendir.

Muhacir, şirkin bütün çeşit ve şekillerini, küfrün ve tuğyanın suret değiştirerek sağdan yanaşmasını batıl bilerek yüz çeviren ve batıla karşı mücahede bayrağını çekendir.

Muhacir, şirke davet edildiğinde 

“Sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden uzaklaşıyor, yalnız Rabbime ibadet ediyorum.”

diyerek hanif bir Müslim olarak tevhide yönelendir.

Muhacir, fuhşiyatı, fuhşiyatın ortamlarını, açık ve kapalısını, her türlü günah ve haksızlığı terk edip teberri ederek yegâne yaratanına yönelen, taatle kalbini mamur eden kimsedir.

Muhacir, farklı hiçbir niyeti olmaksızın her türlü münkeratı sadece Allah için terk edendir.

Muhacir, kazanacağı bir dünyalık veya evleneceği bir kadına değil, sadece Allah’a ve Resûlü’ne hicret eden, sadece Allah için hicret eden, amelini ifsat edecek her türlü suiniyetten kaçınan kimsedir.

Muhacir, hayatında olmazsa olmazı sadece dini olan, hiçbir metaı, dünyanın geçici ve aldatıcı süsünü dinine tercih etmeyen, istikamet üzere kulluk bilinci ile yolculuğuna devam eden sadık kimsedir.

Muhacir, küfür yurdunu, küfür yurdunun batıl ile bulanmış topraklarını dinine tercih etmeden, süs, ziynet ve rahatlığın ayağını kaydıramayacağı kadar sağlam bir iman ile Rabbini tevhid eden ve münadinin 

“izin verilmiştir” 

sözünü işittiğinde tıpkı Mekke’sini terk edip Medine topraklarına yönelen ashap gibi İslam yurduna gözünü kırpmadan gidebilecek olandır.

  • ••

Hicret sözde basit olabilir ama amelde zor olduğu unutulmamalıdır. Mekke azgınlarının elinde tatmadığı eziyet kalmayan onca muslim sıra hicrete geldiğinde duraksamış, geri kalmışlardı. O halde günahkâr olan nefislere güvenmek yerine nefislerimizin velisi ve mevlası olan Allah’a iltica etmeli, nefislerimizin şer ve tuzaklarından, şeytanların yaldızlanmış vesveselerinden bizi muhafaza etmesini El-Hayy ve El-Kayyum olan Allah’tan istemeliyiz.

Allah’ım, İslam dininin her merhalesinde hayırlarda yarışan öncüler olmayı, vesvese ve hevadan korunmuş muhlis kullarından olmayı senden istiyoruz. Bedenlerimizin, nefislerimizin, bilcümle kâinatın Malik’i sensin.

Allah’a hamd olsun.

 

[1]

 

[2]

 

[3]

 

[4]

 

[5]

 

[6]

 

[7]

 

[8]

 

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver