Şia’nın Arap dilindeki anlamı, ensar ve etba demektir. Araplar, birine ‘Adamın şiası’ dediklerinde kast ettikleri, adamın ensarı veya etbaıdır. Lugat âlimlerinden Ezheri, Şia için şöyle der: ‘Bir şey üzerine toplanan her kavme, şia denir.’
Allah kendi kitabında ‘şia’ kelimesini Arapların kullandıkları manada kullanmıştır:
“Dinlerini parça parça edip şia olanlar (guruplara ayrılanlar) var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (6/En’am, 159)
Allah subhanehu ve teâlâ, Musa’nın aleyhisselam şehre girişini anlatırken şöyle demektedir:
“(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orada kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi şiasından (taraftarlarından), şu da düşmanlarından. Derken şiasından (taraftarlarından) olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) ‘Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkça saptırıcı bir düşmandır’ dedi.” (28/Kasas, 15)
Hem Kur’an’da hem de Arap lugatında şia, topluluk demektir.
Istılah manası: Şia için herhangi bir ıstılahi tanım yapmak mümkün değildir. Bunun sebebi ise, yapılan tanımları bozan veya o tanıma uymayan bir Şii topluluğun bulunmasıdır. Çünkü Şia, İslam ümmetinde en fazla fırkası bulunan taifedir. Bunun anlaşılması için, yapılan tanımlar üzerinden örnek verilmesi, meselenin daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Bir dönem bazı âlimler Şia için şöyle bir tanım yapmışlar: ‘Şii, Ali’nin taraftarları demektir.’ Yapılan bu tanım, şu anda var olan Şiiler için uygun bir tanım değildir. Bu tanım doğru kabul edilirse Ehli Sünnet’in de Şia olması gerekir. Çünkü Ehli Sünnet, sahabe arasında yapılan savaşlarda Ali’nin radıyallahu anh haklı olduğuna inanır.
Bir başka âlim, Şia için şu tanımı yapmıştır: ‘Şia, Ali’nin, Osman’a takdim edilmesi gerektiğine inanan insanlara verilen isimdir.’ Yapılan bu tanım, belli bir dönemi kapsasa da, bu zamandaki Şiileri kapsamaz. Çünkü günümüzdeki Şia’nın inancı çok farklıdır.
Genelin yapmış olduğu tanım şudur: ‘Ali’nin imametinin nas ile sabit olduğuna inanan, imamet meselesinin insanlara bırakılmadığını düşünen ve bu inanç üzere insanları dost ve düşman edinen kimselere Şia denir.’ Bu tanım, müteahhir âlimlerin Şia için yapmış oldukları tanımdır. Bu tanıma bakıldığında günümüzdeki Şia’yı kapsadığı görülecektir. Çünkü Şia’nın dini, imamet meselesi üzerine kuruludur. Fakat bu tanım, daha önce yaşamış olan Şiileri kapsayan bir tanım değildir.
Bu sebepten dolayı, Şia için bütün fırkalarını kapsayacak bir tanım yapılması mümkün değildir. Fakat Şia’nın tarih sahnesine çıkışı ve gelişim süreçlerinin anlatılması, zihinlerde bir Şia tanımının şekillenmesine yardımcı olur.
Şia’nın İsimleri
Şia için umumen kullanılan dört tane isim vardır:
1. Alevi: Alevi ismi, Şia için hem geçmiş tarihte hem de günümüzde kullanılan isimlerden bir tanesidir. Örnek olarak, cerh ve tadil kitaplarına bakıldığında İslam âlimleri, bazı ravilerden hadis almamışlardır. Bunun nedenini açıklarken: ‘Bu ravi, koyu bir alevidir’ demişlerdir. Yani Ali taraftarı ve Emevi düşmanıdır.
Günümüzde Alevi denildiğinde Türkiye dahil olmak üzere dünyanın belli yerlerinde yaşayan ve kendilerini ehlibeyte nispet edenler kast ediliyor. Şiiler, Türkiye’de yaşayan Alevilerin inançlarından dolayı onlardan beri olduklarını söylemişlerdir. Hatta bir Şii’ye ‘Alevi’ denildiğinde buna kızarak ‘Ben Alevi değil, Caferiyim’ der. Çünkü günümüzde Alevilik denildiğinde insanların zihninde necis bir itikad canlanmaktadır.
İran’da yaşayan ve kendilerine Şia diyen insanlar, batıl inançlarıyla dinin gereklerini yerine getirirler ve haramlara dikkat ederler. Mesela, namaz kılarlar ve oruç tutarlar. Yine içki vb. şeylere dikkat ederler. Oysa Türkiye’deki Aleviler ise, dinle hiçbir alakası olmayan, laik ve Kemalist olan ve namaz yerine saz eşliğinde dans ederek ibadet ettiklerini zanneden insanlardır. Yine ahiret gününe inanmayan ve içkiyi mübah görmektedirler.
Şia için kullanılan Alevilik ismi hem tarihte kullanılmış hem de günümüzde kullanılmaktadır. Fakat Alevi isminin, tarihteki kullanımı ile günümüzdeki kullanımı aynı değildir. Bundan dolayı günümüz Şiası, Alevi ismini kendisi için kabul etmemektedir.
2. Şia: Bazı âlimler bu ismi kullanmamıştır. Sebep olarak demişlerdir ki: ‘Şia kelimesi tarihin bir döneminde belli bir anlam için kullanıldı. Günümüzde ise bu anlam, Şia’yı kapsamamaktadır. Çünkü Şia, o dönemde sadece ensar ve etba anlamında kullanılıyordu. Ali kendisi bizzat Şia kelimesini bu anlamda kullanmıştır. Fakat günümüzde Şia kelimesi itikadi bir topluluğu ifade etmektedir.’
3. Rafızi: Bu kelime RA-FA-DA kelimesinden alınmıştır. Yani reddetmek ve karşı çıkmak manasına gelir. Rafızi, kendi imamlarına karşı çıkan, Ebubekir ve Ömer’in radıyallahu anhum hilafetini kabul etmeyen, onlara düşmanlık yapılması gerektiğine inanan insanlara verilen isimdir. Şiiler, bir zaman muteber imam kabul ettikleri Zeyd bin Ali’ye radıyallahu anh diyorlar ki: ‘Ebubekir ve Ömer’e küfret ve onlara lanet oku.’ Zeyd bin Ali de: ‘Ben Ebubekir ve Ömer’i fazilet üzere biliyorum’ diye cevap verince Şiiler ona karşı çıktılar. Bunun üzerine Zeyd bin Ali, onlara şöyle diyor: ‘Rafadtumuni (Beni reddettiniz).’
Bu olay nedeniyle bu topluluğa Rafızi ismi verilmiştir.
4. Zeydiler: Zeyd bin Ali’ye tabi olanlara verilen isimdir. Şia içerisinde Ehli Sünnet’e en yakın olan ve itikadlarında küfür barındırmamaya gayret eden taifedir. Günümüzde Yemen taraflarında bu mezhebe müntesip olan insanların yaşadığı söylenmektedir. Ki İmam Şevkani, Zeydiyye mezhebinden Ehli Sünnet’e geçmiştir.
Günümüzde bu isimler arasında genellikle Şia ve Rafızi ismi kullanılmaktadır. Zeydi ismi hiç kimse tarafından Şia için ıtlak edilmemektedir.
Şia Ne Zaman Ortaya Çıktı?
1. Görüş: Şiiler kendi çıkışlarını iki yere dayandırıyorlar.
A. Şia’dan bazıları diyor ki: ‘Şiilik, Âdem var olduğu günden beri vardı. Bütün Peygamberler insanlara Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem müjdeledikleri gibi beraberinde Ali’yi ve Ali’nin velayetini de müjdelediler.’ Şia’dan bazıları daha aşırı giderek şöyle demekteler: ‘Allah, kalu belada Ali üzerine söz aldı.’
Şia’nın en temel kaynak kitaplarından bir tanesi, Usulu’l Kâfi’dir. Ehli Sünnet’in yanında itibar ve değer olarak İmam Buhari’nin Sahih’i neyse, Şia’nın yanında da Usulu’l Kâfi ona tekabül eder. Şia’dan bu görüş sahibi olanlar, kendi görüşlerine Usulu’l Kâfi’de geçen bir rivayete dayanırlar.
Allah ayette Âdem aleyhisselam hakkında şöyle der:
“Biz Âdem’e bundan önce bir söz vermiştik, o bunu unuttu ve biz onda bir azim bulamadık.” (20/Taha, 115)
Ayette geçen, Âdem’in unuttuğu şey, ağaçtan yememesidir. Fakat Usulu’l Kâfi’de Kuleyni senediyle birlikte şu rivayet getiriliyor: ‘Allah ona Peygamberi Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem ve Muhammed’in vârisi olan Ali’yi ve Ali’nin soyunu söz olarak verdi. Fakat Âdem unuttu.’ Bu rivayetten dolayı Şia’ya göre bütün Râsuller insanları tevhide davet ettikleri gibi beraberinde Ali’nin velayetine de davet ettiler. Çünkü Şiilerin yanında imamet ile Peygamberlik birdir. Aynı özelliklere sahiptirler. Doğal olarak Peygamberlerin müjdelendikleri gibi imametin de müjdelenmesi lazım.
Bunların hepsi Şia tarafından uydurulmuştur. Hiçbir rivayetin senedi sahih değildir. Fakat Şia’nın ileri sürdüğü bu görüşe şöyle cevap verebiliriz: Kur’an’da Peygamberlerin davetiyle ilgili ayetlerin hepsi bir araya getirildiğinde hiçbir ayette ne serâhaten ne de işareten Peygamberlerin, Ali’nin velayetine insanları davet ettiklerine dair bir ayet mevcut değildir.
B. Şiilerden bazılarına göre, Şiilik Rasûlullah tarafından başlatılmıştır. Bunu iki şekilde ispat etmeye çalışmışlardır:
İlk olarak; bu konu hakkında birçok uydurma rivayet zikretmişlerdir. Bu rivayetlerden bir tanesi de Gadir hum kıssasıdır. Bu kıssada, Rasûlullah Mekke’de haccını yapıp Medine’ye dönerken Gadir hum denilen bir mıntıkada sahabeye sesleniyor: “Ben size iki şey bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve benim ehlibeytim.” Rivayetin bu kısmını İmam Müslim, Sahih’inde Usame bin Zeyd’den radıyallahu anh rivayet ediyor. Şia bu rivayeti alarak bazı eklemelerde bulunmuştur. Onlara göre rivayet şöyledir: ‘Rasûlullah, Ali’yi yanına çağırdı ve elini havaya kaldırarak dedi ki: ‘Ali benim vasimdir -benden sonra imam, halife ve benim yerime geçecek olandır- Kim Ali’nin dostu ise benim de dostumdur. Kim de Ali’nin düşmanı ise benim de düşmanımdır.’ Rivayet bu şekilde olunca doğal olarak Şialık ve Ali’ye taraftar olma meselesi bizzat Rasûlullah tarafından başlatılmış oldu.
Şia bundan dolayı bütün sahabeyi tekfir etmiştir. Çünkü onların yanında Ali’nin imameti usulu’d dinden olan bir meseledir. Sahabe de Ali’nin imametini gizledikleri için usulu’d dinden olan bir meseleyi gizlemişlerdir.
İkinci olarak; Ali’nin radıyallahu anh Rasûlullah’ın yanındaki konumu ve değeri hakkındaki naslara dayanmışlardır. Nitekim Rasûlullah, Ali’yi her yerde yanına almıştır. Örneğin, Mekke’den Medine’ye hicret edeceği zaman Ali’yi yatağına koymuş, Tebük gazvesinde onu kendi yerine emir bırakmış, Hayber savaşında Rasûlullah: “Ben yarın sancağı öyle birine vereceğim ki o Allah’ı ve Rasûlü’nü sever. Onlar da onu sever.” Diyerek sancağı Ali’ye vermiştir.
Şia, bu ve benzeri rivayetleri bir araya getirerek: ‘Rasûlullah işaret etti ki Ali halifedir. Şia’nın başlangıcını da Rasûlullah oluşturdu’ demiştir.
2. Görüş: Bazılarına göre Şialık, Rasûlullah’ın vefatıyla başlamıştır. Bu görüşü savunanlardan bir tanesi de sosyolog İbni Haldun’dur. İbni Haldun, ‘Mukaddime’ isimli kitabında şöyle der: ‘Rasûlullah’ın vefatıyla beraber bir grup insan hilafetin, ehlibeytin hakkı olduğunu söylediler.’
Bu görüş doğru değildir. Çünkü sahabe, Rasûlullah’ın vefatından sonra hilafet konusunda gruplara ayrıldılar. Ensar, halife olarak Sa’d bin Ubade’yi radıyallahu anh seçmek istedi; kimisi ensardan bir emir, muhacirlerden bir emir olmasını istediler; muhacirler tarafından Ebubekir, Ömer’in radıyallahu anhum halife olmasını istedi ve Ömer bunu kabul etmeyerek halife olarak Ebubekir’e biat etti. Fakat buradaki fikir farklılıkları itikadi değil, sadece birer meyildir. Ki Ebubekir halife seçildikten sonra tartışma son bulmuştur. Bundan dolayı bu gruplaşmanın itikadi olan bir taifenin başlangıcı kabul edilmesi isabetli değildir.
3. Görüş: İbni Hazm, El-Fisal kitabında şöyle der: ‘Osman’ın katledilmesiyle Rafızilerin devri başladı.’
4. Görüş: Bazı âlimler, Şia’nın başlangıcını Cemel ve Sıffin savaşlarına dayandırmışlardır. Buna delil olarak savaşlar sırasında Ali’nin: ‘Bunlar benim şiamdır’ demesi ve tarih kitaplarında ‘Muaviye nin şiası’ gibi cümleleri almışlardır. Şii yazar olan İbni Nedim, bu fikri savunanlardan bir tanesidir.
5. Görüş: Görüşler arasında bazı eksikler olmakla beraber en isabetli olan görüş şudur: Hüseyin’in radıyallahu anh katledilmesiyle beraber Şia bir taife olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu görüşü, İhsan İlahi Zahir savunmaktadır. Bu âlim, Pakistan taraflarında yaşamıştır. Şia hakkında ciddi araştırma yapmış ve bu konuda birçok kitap yazmıştır.
Bu âlimin çalışma usulü şudur; önce Şia’nın yanında en muteber olan kaynakları tespit etmiştir. Daha sonra bu kaynaklara dayanarak, Şia’nın itikadını başlık başlık anlatmıştır. Bu konuda yazdığı bazı kitaplar şunlardır:
Şiilik ve Teşeyyu’ Nasıl Başladı?
Şia ve Kur’an
Şia ve Sünnet
Rafıziler, bu âlimin çok kaliteli araştırma yaptığını fark edince Cuma günü minbere bomba koyarak hutbe esnasında suikast düzenlemişler ve bu âlimi öldürmüşlerdir.
Bu âlim, Şiiliğin ortaya çıkışıyla alakalı bütün görüşleri cem ederek şöyle demekte:
‘Şiilik, tek bir merhaleden müstakil değildir. Şiilik, tarih içerisinde ciddi merhaleler atlatan ve başlangıcı, ortası, sonu kesinlikle birbiri ile alakalı olmayan bir yapıdır. Günümüzde olan Şiilik, Abdullah b. Sebe’nin ürünüdür. Fakat siyasi anlamdaki Şiilik ise yani hilafet ve Emevilerle olan mücadele, Ali döneminde vardı. Bunun itikada dönüşmesi Abdullah b. Sebe’nin, Hüseyin’in katlinden sonraki çalışmalarıyla oldu.’
Bu âlim kendi tezini ispatlamak için şu delilleri getirmiştir:
1. Delil: Ali halife olduğunda ilk defa imameti kabul etmeyen Muaviye’dir radıyallahu anh. Eğer Ali’nin imamet meselesi usulu’d dinden olan ve itikadi bir mesele olmuş olsaydı Ali’nin, Muaviye ve yanındakilerle kâfir diyerek savaşması gerekirdi. Ki Şia’nın kendi kaynaklarında dahi Ali’nin onları tekfir etmediği geçmektedir. Şia’nın, Ali’nin sözlerinin ve mektuplarının geçtiğini iddia ettikleri ‘Nehcu’l Belağa’ isimli kitapta Ali radıyallahu anh şöyle demekte:
‘Ey benim şiam! Bizim karşımızdaki insanlara sövmenizi istemiyorum. Bizimle ile onlar arasındaki mesele iman meselesi değildir. Osman’ın kanının meselesidir. Bizim kendisinden beri olduğumuz Osman’ın kanını iddia ederek bize kılıç çektiler. Ben de sizi bağilere karşı kılıç çekmeye davet ediyorum.’
Ali’nin bu sözünden anlaşılmaktadır ki Ali ile Muaviye arasındaki ihtilaf itikadi değil siyasidir. Şia’nın ise bu konu hakkındaki görüşü şudur; imamet dinin usullerindendir. Muaviye, Ali’nin imametini kabul etmediği için kâfir olmuştur. Ali onlarla kâfir oldukları için savaşmıştır.
Ayrıca bu meselenin siyasi olduğunu Ali’nin radıyallahu anh karşı tarafa yaptığı muameleden anlamaktayız. Nitekim Ali, ne Cemel ne Sıffin ne de Nehravan savaşında karşı tarafa hiçbir şekilde mürted muamelesi yapmamıştır. Onların mallarını ganimet, kadınlarını cariye almamış ve kaçanların peşine düşmemiştir.
2. Delil: Ali kendi kızını Ömer radıyallahu anh ile evlendirmiş. Çocuklarına Ebubekir ve Ömer ismini vermiş. Bağiler, Osman’ın radıyallahu anh evini muhasara altına aldıklarında onu koruması için kendi çocuklarını göndermiştir.
Şia’ya göre Ebubekir ve Ömer, Ali’nin radıyallahu anhum imamet hakkını inkâr ederek gasp ettiler. Şia, Ebubekir ve Ömer’i, dinin aslı olan bir meseleyi inkâr ettikleri için tekfir ederler. Fakat Ali’nin, onlara karşı muamelesi Şia’nın iddiasının ne kadar geçersiz olduğunu göstermektedir.
3. Delil: Şia’nın en çok belirginleştiği dönem, Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhum dönemidir. Ali radıyallahu anh, Kûfe’de Abdullah b. Mülcem tarafından şehit edildikten sonra Hasan, babasının yerine halife seçildi. Hasan halife olunca şöyle bir sorunla karşılaştı; Muaviye, Ali’ye biat etmediği için İslam ümmetinin iki tane emiri olmuştu. Her geçen zaman, bu durum Müslümanların aleyhine işliyordu ve Müslümanlar zarar görmeye başlamışlardı. Hasan halife seçilince ilk iş olarak bu ihtilafı ortadan kaldırmak için uğraşmak oldu. İslam’ın ve Müslümanların maslahatı için Muaviye radıyallahu anh ile anlaşarak halifeliği ona bıraktı. Fakat Hasan, halifeliği Muaviye’ye bırakırken şu şartı koşmuştu: ‘Sana bu işi terk ediyorum. Raşid olan halifelerin yoluna tabi olman şartı ile seni müminlerin emiri kabul ediyorum.’
Bu olaydan da anlamaktayız ki ne Ali’nin ne de ehlinin yanında Muaviye ile aralarındaki mesele itikadi değildi. Şayet itikadi olsaydı Hasan’ın, kâfir olduğuna inandığı bir insana imameti vermesi düşünülemezdi.
Hasan hilafeti Muaviye’ye radıyallahu anhum teslim ettikten sonra aralarında hiçbir problem kalmadı. Rasûlullah’ın torunları ile Emeviler arasındaki sorunlar Muaviye’den sonra başladı.
Ayrıca Ali taraftarları da karşı tarafla olan sorunlarına itikadi olarak değil siyasi olarak bakıyorlardı. Sahabe hariç, çoğunun karşı tarafla olan sorunu kavmiyetçiliğe dayanmaktadır. Yani Ümeyyeoğulları’na olan kinlerini ve sorunlarını ‘Ali’yi savunuyoruz’ adı altında yaşatmaya çalışıyorlardı.
Nehcu’l Belağa isimli eserde Ali kendi taraflarına şöyle demekte:
‘Ey benim şiam! Siz ne biçim insanlarsınız. Söz söylesem sözümü dinlemezsiniz. Emretsem emrimi yerine getirmezsiniz. Çobanı kaybolmuş deve topluluğu gibisiniz. Hangi taraftan toplasam diğer taraftan dağılıyorsunuz. Size savaş ile ilgili bir mevize söylesem daha bitirmeden birbirinize giriyorsunuz. Karşı tarafın size galebe çalmasından korkuyorum. Onların emirleri (Muaviye) Allah’a isyan ettiği halde, onlar emirlerine tam bir bağlılıkla bağlıyken sizin emiriniz Allah’a itaat ettiği halde her fırsatta ona isyan ediyorsunuz. Keşke Muaviye, bir adamı karşılığında sizden on adamı değişseydi.’
Şia’nın ilk ve orta dönemlerinde şu anda Şia’da mevcut olan itikadlarından bazıları var mıydı?
O dönemlerde Şia’nın şu anda var olan necis itikadları bireysel anlamda vardı. Fakat hiçbir zaman bir taifenin görüşü veya üzerinde ittifak edilen kurallar olarak algılanmadı. Buna iki tane örnek verebiliriz. Her iki rivayet İmam Buhari’de geçmektedir:
1. Rivayet:
“İkrime diyor ki: ‘Ali, İslam’dan irtidad eden bir grup insanı ateşle yaktı.’ Bu olay, İbni Abbas’a ulaşınca şöyle dedi: ‘Allah’ın azabı ile azap etmeyin. Çünkü ateşin Rabbi Allah’tır.’ ”
Burada İbni Abbas radıyallahu anh onların öldürülmesine değil, ateşle yakılmasına itiraz ediyor.
İmam Ahmed’in Müsned’inde ve tarih kitaplarında şöyle geçmektedir:
“Bu adamlar Ali’nin kapısına gelerek ‘Sen, O’sun’ diyorlar. Ali ‘Ben kimim?’ dedi. Onlar da ‘Sen ilahsın’ diye cevap verdiler. Ali de onları yaktı.”
2. Rivayet:
İmam Buhari, Ebu Cuheyfe’den aktarıyor:
“Ben Ali’nin yanına geldim ona sordum; ‘Sizin yanınızda Kur’an’dan olmayan bir şey var mı?’ (Başka bir rivayette ise ‘Sizin yanınızda insanların yanında olmayanlardan var mı?’) Ali de diyor ki: ‘Bizim yanımızda Allah’ın kitabı ve bu kâğıttan başka bir şey yoktur.’ ” (Ali’nin, kılıcının kabzasından çıkardığı kâğıtlarda; öldürülen insanların diyetleri, esirlerin nasıl serbest bırakılacağı ve bir kâfire karşı bir Müslümanın öldürülmemesi meseleleri yazılıydı.)
Günümüzde Şia’nın itikadlarından bir tanesi de şudur; Allah, ehlibeyte has olarak birtakım ilimler vermiştir. O ilimler sadece onlarda vardır. Başka kimselerde o ilimler yoktur. Bu rivayetten de anlıyoruz ki, insanların bazıları o dönemde bu meseleleri konuşmaya başlamışlar. Yani Ali’nin yanında özel bir ilim var, hiç kimsede olmayan vasiyetler var.
Sonuç Olarak: Ali’nin dönemi Şia’nın başlangıç dönemi, Hasan ve Hüseyin dönemi orta dönem, Hüseyin’in şehadetinden sonraki dönem ise son dönemdir. Birinci ve ikinci dönemlerde verilen örnekler, Şia’nın itikadi bir fırka olmadığını, siyasi bir fırka olduğunu gösterir. Fakat o dönemlerde ferdî de olsa günümüz Şia itikadları dillendiriliyordu. Abdullah b. Sebe’nin Hüseyin’in katlinden sonra yaymış olduğu fitne ile Şia, itikadi bir fırka haline gelmiştir.
Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap