Hamd, Allah’a; salât ve selam, Resûl’üne olsun.
İslami mücadele, merhalelerden oluşur. Siyer tarihine baktığımızda herhangi bir amelin öylesine olmadığını; öncesinin tamamı, sonrasının başlangıcı olduğu görülür. Hudeybiye de kendisinden önce yaşanan hadiselerin kemale erdiği bir nokta olmakla birlikte aynı zamanda çok önemli bir başlangıcın işaret fişeğiydi.
Allah Resûlü (sav), bu barış antlaşmasından sonra çevredeki devletlere, emîrliklere mektuplar gönderdi. Necâşî, Mukavkıs, Kisra, Heraklius; mektup gönderilen yöneticilerinden bazıları idi. Bu mektupların verdiği en önemli mesaj, İslam’ın evrenselliğine işaretti. İslam tüm insanlık için gelmiştir. Belli bir ırk, coğrafya ya da kültüre hitap edip diğerlerini dışlamaz. Çünkü özü itibarıyla insanları kullara kul olmaktan kurtarıp Allah’a (cc) kul olmayı hedefler.
Bununla birlikte şu soru akıllara gelebilir: Neden şimdi? Bir bölgeye elçi göndermek, davetçiler vasıtasıyla tebliği ulaştırmak daha önceden de mümkündü. İşte burada, merhale fıkhı anlayışı devreye girmektedir. Peygamber (sav) daha öncesinde çevre kabilelere davetçiler gönderdi, onlarla antlaşmalar da yaptı ama o pozisyondayken bir imparatorluk tarafından muhatap alınma ihtimali çok zayıftı. İleride yapılacak ve daha etkili olma ihtimali yüksek bir davet, aceleye getirilmiş ve sonrasını da kötü etkileyecek girişimlere kurban edilmemelidir. Genellikle bu tarz hatalar iyi niyetle olur, ama herkese her zaman davet ulaştırmalıyız düşüncesiyle hareket edildiğinde maslahattan çok mefsedetle karşılaşılabilir. Peygamber (sav) Arap Yarımadası’nda muhatap alınan bir güç hâline geldikten ve en önemli dinî merkez olan Mekke tarafından siyasi olarak tanındıktan sonra bu adımı atması dikkat edilmesi gereken asıl noktadır.
Peygamberimizin (sav) birçok lidere mektuplar yazdığını söylemiştik. Biz bu mektuplardan örnek olması açısından Heraklius’a yazılan mektubu ve o sırada Ebû Sufyân ile arasında geçen konuşmayı aktaracağız:
“Heraklius, ‘Şu kendisinin Allah’ın resûlü olduğunu söylemekte olan adamın kavminden burada kimse var mı?’ diye sordu.
Yanındakiler, ‘Evet, vardır.’ dediler.
Akabinde ben, Kureyş’ten bir toplulukla beraber çağrıldım. Heraklius’un huzuruna girdik ve onun önünde oturtulduk.
Heraklius, ‘Resûl olduğunu söylemekte olan bu zâta nesep yönünden en yakın bulunanınız hanginizdir?’ diye sordu.
‘Benim.’ dedim. Beni Heraklius’un yanına, arkadaşlarımı da benim arkama oturttular.
Sonra tercümanını çağırdı ve ona, ‘Onlara resûl olduğunu söylemekte olan adam hakkında bu zâta bazı şeyler soracağım. Eğer bu zat yalan söylerse onu tekzip etmelerini söyle!’ dedi.
Allahu Teâlâ’ya yemin ederim ki arkadaşlarımın benim yalanımı ötede beride yaymalarından çekinmeseydim muhakkak (Resûlullah (sav) hakkında) yalan uydururdum.
Bundan sonra Heraklius, tercümanına, ‘Bu adamın, sizin içinizde nesebi (kıymeti, şerefi) nasıldır diye sor.’ dedi.
‘O, içimizde nesep sahibi birisidir.’ dedim.
‘Babaları içinde bir melik var olmuş mudur?’ dedi.
‘Hayır.’ dedim.
‘Söylediği şeyi söylemeden önce, (yani resûl olmasından önce) siz onu hiç yalan söylemekle itham ettiniz mi?’ dedi.
‘Hayır.’ dedim.
‘Ona insanların eşrafı mı, yoksa zayıfları mı tabi oluyorlar?’ dedi.
‘Ona halkın eşrafı değil, zayıfları tabi oluyorlar.’ dedim.
‘Ona tabi olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?’ dedi.
‘Hayır, onlar eksilmiyorlar, fakat artıyorlar.’ dedim
‘İçlerinde onun dinine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dininden dönen kimse var mı?’ dedi.
‘Hayır, yoktur.’ dedim.
‘Onunla harp ettiniz mi?’ dedi.
‘Evet, harp ettik.’ dedim.
‘Onunla harbiniz(in sonucu) nasıl oldu?’ dedi.
‘Bizimle onun arasında harp nöbet nöbet oluyor. Bazen o bize zarar verir, bazen de biz ona zarar veririz.’ dedim.
‘O gadrediyor (ahdi bozuyor) mu?’ dedi.
‘Hayır, gadretmiyor; ancak biz şimdi onunla bir barış hâlindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz.’ dedim. Allahu Teâlâ’ya yeminle söylüyorum, bu sözden başka konuşma içine bir kelime dahi sokmak mümkün olmadı.
Heraklius, ‘Sizden bu sözü ondan evvel söylemiş, (yani ondan evvel nübüvvet davasına kalkışmış) bir kimse var mı?’ dedi.
‘Hayır, yoktur.’ dedim.
Sonra tercümanına dedi ki: ‘Ona söyle; ben sana içinizde onun nesebini sordum. Sen içinizde onun neseb sahibi olduğunu söyledin. Resûller de kavimlerin nesep sahipleri içinden gönderilirler. Ben sana onun babaları içinde bir melik var mıdır, diye sordum. Sen ‘Hayır, yoktur.’ dedin. Babalarından bir melik olsaydı o da babalarının hükümdarlığını geri almak isteyen bir kimsedir, diye düşünürdüm. Ve yine ben sana ona tabi olanlar halkın zayıfları mıdır, yoksa eşrafı mıdır, diye sordum. Sen, ‘Hayır, onun tabileri halkın zayıflarıdır.’ dedin. Resûllerin tabileri de zaten onlardır. Ve yine ben sana, o söylediği resûllük sözünü söylemesinden önce sizler onu yalan söylemekle itham eder miydiniz, diye sordum. Sen, ‘Hayır, Onun yalan söylediğini görmedik.’ dedin. Önceden insanlara karşı yalan söylememiş olan bir kimse, sonradan gidip de Allah’a karşı asla yalan söyleyemez. Ve yine ben sana, onlardan onun dinine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı dininden dönen var mıdır, diye sordum. Sen, ‘Hayır, dininden dönen yoktur.’ dedin. İmanın verdiği neş’e ve gönül ferahlığı kalplere yerleşip kökleşince böyle olur. Ben sana, onlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı, diye sordum. Sen, ‘Onlar artıyorlar.’ dedin. İşte iman da tamamlanıncaya kadar hep böyle bu minval üzere gider. Ben sana, onunla harp ettiniz mi, diye sordum. Sen, onunla harp ettiğinizi, harbin sizinle onun arasında nöbet nöbet olup bazen onun size zarar verdiğini, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Resûller de böyle imtihana tabi tutulurlar, sonra akıbet onların lehine olur. Ben sana, o gadrediyor mu, diye sordum. Sen, onun gadretmez olduğunu söyledin. Resûller de böyledir, gadretmezler. Ben sana ondan evvel resûllük iddiasında bulunan başka bir kimse var mı, diye sordum. Sen, ‘Hayır, yoktur.’ dedin. Ondan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olsaydı o da kendisinden evvel söylenilmiş bir söze uymuş bir kimsedir diye düşünürdüm.’
Sonra Heraklius, ‘O, size ne emrediyor?’ dedi.
‘Yalnız bir olan Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi eş ve ortak tutmamayı emrediyor, atalarımızın tapmış oldukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, yoksullara sadaka vermeyi, haramlardan sakınmayı, verilen sözde durmayı, emaneti sahiplerine vermeyi emrediyor.’ dedim.
Heraklius, ‘Eğer onun hakkında söylemekte olduğun şeyler doğruysa o, muhakkak bir resûldür. Ben bir resûlün çıkacağını zaten biliyordum. Ancak sizden olacağını zannetmezdim. Eğer ben onun yanına varabileceğimi bilsem, elbette onunla buluşmayı çok arzu ederdim. Eğer ben onun yanında olsaydım (ona hizmet ederek) ayaklarını yıkardım. Yemin ederim ki onun hükümdarlığı şu ayaklarımın bastığı yerlere muhakkak ulaşacaktır.’ dedi.
Bundan sonra Heraklius, Rasûlullah’ın (sav) mektubunu istedi ve onu okudu. Mektubun içinde şunlar yazılmıştı.
‘Bismillahirrahmanirrahim,
Allah’ın kulu ve resûlü Muhammed’den Rum’un büyüğü Heraklius’a,
Hidayet yoluna uyanlara selam olsun. Bundan sonra ben seni İslam davetine, yani Müslim olmaya davet ediyorum. İslam’a gir ki selamete eresin. Müslim ol ki Allahu Teâlâ senin ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen Hıristiyan çiftçilerin günahı senin boynuna olsun.
‘De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Gelin sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım: Yalnızca Allah’a ibadet edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, (Allah’ı bırakıp da) birbirimizi Allah’ın dışında rabler edinmeyelim.’ Şayet yüz çevirirlerse deyin ki: ‘Şahit olun ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.’ ’[1] ’
Heraklius mektubu okumayı bitirdikten sonra yanında sesler yükseldi ve gürültü çoğaldı. Bizim dışarıya çıkarılmamız emredildi, biz de dışarıya çıkarıldık.
Dışarı çıktığımız zaman ben arkadaşlarıma, ‘İbni Ebî Kebşe’nin (yani Muhammed’in) işi hakikaten kuvvetlenip büyüyor. Şu da muhakkak ki Asfaroğullarının (Rumların) Meliki ondan korkmaktadır.’ dedim.
Artık Resûlullah’ın (sav) işinin galip geleceğine, Allahu Teâlâ kalbime İslam’ı ve boyun eğmeyi yerleştirinceye kadar kesin inanmaya devam ettim.
Nihayet Heraklius, Rum büyüklerini davet etti, onları Hımıs’ta bulunan bir sarayın içinde topladı ve onlara şöyle hitap etti:
‘Ey Rum cemaati! (Bu zata biat edip de) felaha ve zamanın sonuna kadar rüşde nail olmayı ve mülkünüzün sizin için sabit olmasını istemez misiniz?’
Bu hitap üzerine o topluluk, yaban eşekleri kadar süratle kapılara kaçıştılar, fakat kapılar önceden kapatılmıştı.
Heraklius (onların böyle kaçıştıklarını görünce imanlarından ümit kesti) ve ‘Onları benim huzuruma getirin!’ deyip onları çağırdı.
Akabinde, ‘Ben ancak sizin dininiz üzerindeki sebatınızı denemişimdir. Şimdi sizlerden beklediğim dininize şiddetli bağlılığınızı gözlerimle görmüş bulunuyorum.’ dedi.
Bu söz üzerine oradakiler Heraklius’tan razı olup onu tazim için secde ettiler.”[2]
Bir örneğini buraya aldığımız bu mektuplardan çıkaracağımız kaideler nelerdir?
1. Davet rastgele bir amel değildir, kişilerin dünya ve ahiret hayatlarında kalıcı etki bırakacak, doğal olarak en ince ayrıntısına kadar düşünülmesi gereken bir eylemdir. Hele ki davet yapılan kişi, sonrasında tebasını da etkileyecek bir lider ise o zaman hassasiyet en üst düzeyde olmalıdır. İşte bu sebeple devlet başkanlarına yapılan davette şu ayrıntıları görmekteyiz:
a. Herkese aynı kalıplarla, aynı cümlelerle davet yapılmamıştır. Ehli Kitap olan bir yönetici ile putperest bir lidere, mülk sevdalısı bir idareci ile ilkeleri olan bir emîre farklı farklı mektuplar yazılmış, farklı vurgularla davet ulaştırılmıştır.
Aslında bu, davetin temel ilkelerindendir. Yöneticiye yapılan davet çok daha önem arz etmekle birlikte kim olursa olsun davet rastgele yapılmamalıdır. Muhatap tanınmalı, başkasında işe yaramıştı diyerek aynı cümleler ve yöntemlerle davet sürdürülmemelidir.
b. Davet mektubu kadar davetçi de önemlidir. Peygamberimiz (sav) dış görünüşü itibarıyla insanları etkileyecek, inisiyatif alabilecek, mektubu güzel bir şekilde izah edip gerekli açıklamaları yapabilecek kişileri seçti. Bununla beraber cahiliyesinde bu görevi ifa etmiş ve hakkını vermiş olan kişiler varsa onları da dâhil etti. Özetle emaneti ehline verdi ve liyakata göre görev dağılımı yaptı.
c. Protokol kurallarına riayet edilmiştir. Allah Resûlü (sav), devletlerin kendi aralarındaki yazışmalarının nasıl olması gerektiğini hatırlatan sahabelerin tavsiyesi üzerine mühür edinmiştir.
Enes’ten (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Nebi (sav) bir mektup yazdırmak istedi.
Sahabe, ‘Onlar (mektubun gönderildiği kişiler) mühürsüz mektubu okumazlar.’ dediler.
Nebi de (sav) üzerinde, ‘Muhammedun Resûlullah’ yazan gümüşten bir yüzük edindi. Ben onun elinde gümüşün beyazlığını görür gibiyim.”[3]
Mektuplarını bu mühürle göndermiş, diplomatik ilişkilerde Arap kabilelerinden farklı taraflarla ilişki kurulduğu için güncelleme yapılmıştır. Yine elçilere özel kıyafetler diktirilmiş, her meclisin kendine özel hâli olduğu gözetilerek hareket edilmiştir.
Yeryüzünde var olan yerleşik din anlayışlarının hepsini yıkmak için çok radikal adımlar atan Peygamberimiz (sav) mesele örfi bir mevzu olduğunda İslam’a aykırı bir durum yoksa genel prosedürlere uygun şekilde hareket etmiştir.
d. Davet mektupları öz ve anlaşılırdır. Aynı zamanda hitap tarzı dengelidir. Hem bir müjde hem de uyarı vardır. Muhatabının konumunu küçümseme, hakaret etme üslubu değil; onun sorumluluğunu ona hatırlatma yolu tercih edilmiştir. Mektupların içeriği çok sarsıcı olsa da nezaket hiçbir zaman elden bırakılmamıştır.
2. Allah Resulü’nün (sav) mektuplarla davet stratejisi İslam’ın yeryüzüne hâkim olma yolunun da en bariz örneklerindendir. Peygamber (sav) bir toplumun savaş ve baskıyla İslam’ı kabul etmesi ya da cizye gibi seçenekleri tercih etmesini istememiştir. Savaşın dışında var olan davet, diplomatik girişimler, ikili anlaşmalarla bu toplumların İslam devletine bağlanmalarını sağlamaya çalışmıştır. Çünkü şu bir hakikattir ki savaşın hâkim olduğu bir düzlemde kalpler gönül rahatlığıyla bir tarafı kabullenemez. Ortaya çıkan olumsuz tabloları insanlar kuşaklar boyunca unutmaz.
Temel strateji bu olmakla beraber Peygamber (sav) savaş tek seçenek olduğunda bundan çekinmemiş ve bu amelin de hakkını vermiştir.
3. Ve son olarak yine sahabenin adanmışlığını görüyoruz. Bambaşka coğrafyalarda, mülk sahibi olan, insanların karşılarında başlarını kaldırmaya dahi korktukları liderlere ölümü göze alıp bu mektupları götürdüler. İtiraz yok, “Neden ben?” demek yok, geride bıraktıklarını hesaba katmak yok… Bir insanın, bir topluluğun en büyük sermayesi işte bu adanmış ruhtur.
Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.
[1] 3/Âl-i İmran, 64
[2] Buhari, 7
[3] Buhari, 65; Müslim, 2092



