فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَر۪ينَ۟
“Ne gök ne de yer ağladı onlar için ve onlara mühlet de verilmedi.”[1]
Allah’ın (cc) adıyla,
Allah’a (cc) hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Kur’ân, El-Muheymin olan Yüce Rabbimizin kullarına indirdiği “muheymin/denetleyici” olan Kitab’ıdır;
“Sana, kendinden önceki Kitab’ı doğrulayan ve onun üzerinde denetleyici olan (bu) Kitab’ı hak olarak indirdik. Onların arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet.”[2]
Ayette geçen مُهَيْمِنًا kelimesinin hangi kökten türediği konusunda âlimler arasında ihtilaf olmuştur.
Bazı âlimler kelime kökünün أ-م-ن kelimesi olduğunu söylemiştir.[3] Buna göre Rabbimizin El-Müheymin ve El-Mümin isimleri aynı kökten türemiştir ve aynı manaya gelir. Lugavi açıdan böyle bir mana verilebilir olsa da Kur’ân’da aynı siyakta peş peşe zikredilen bu iki ismin aynı anlamda olması Kur’ân’ın belagatine ve fesahatine aykırı bir durumdur.
Bazı âlimler ise مُهَيْمٍ kelimesinin ه-م-ن kökünden iştikak ettiğini ve ي harfinin sonradan ziyade olduğunu belirtmiştir.
İştikak ettiği kök konusunda ihtilaf olmasından dolayı ifade ettiği mana konusunda da farklı görüşler vardır. Bu görüşleri genel olarak şöyle özetleyebiliriz: Şahid, gözetleyen ve gözetlediğini koruyan, doğrulayan ve otorite.
Yazımızın bu kısmına kadar, Kur’ân’ın bir özelliğini açıklamış olduk. Buna göre Kur’ân, denetleyici bir otoritedir. Sadece kendinden önceki kitapları ve dinî bilgileri denetlemez, akli ve fennî bilimleri de denetler.
Bu ay konu edindiğimiz ayet-i kerimeden yola çıkarak Kur’ân’ın tarihî bilgileri de denetlediğini görecek ve Rabbimizin (cc) ufuktaki ayetlerinden birini daha müşahede edeceğiz:
“O (Kur’ân’ın) hak olduğu kesin bir şekilde kendilerine belli olsun diye, ayetlerimizi hem ufukta hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz. Rabbinin her şeyin üzerinde şahit olması yetmez mi?”[4]
Yazımıza konu edindiğimiz ayet hakkında sahabeden nakledilen tefsirler genel olarak şu şekildedir:
Alî (ra), “Mümin kul vefat ettiği zaman yeryüzünde namaz kıldığı mekân ve gökyüzünde salih amellerinin yükseldiği mekân ağlar.” dedi ve “Ne gök ne de yer ağladı onlar için.” ayetini okudu.[5]
İbni Abbâs (ra) kendisine, “Ne gök ne de yer ağladı onlar için.” ayeti hakkında “Yer ve gök biri için ağlar mı?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Evet. Yaratılmış her kulun semada bir kapısı vardır. O kapıdan onun rızkı ona iner ve o kulun salih amelleri de o kapıdan yükselir. Mümin kul vefat ettiği zaman bu kapı artık kapanır. Bundan dolayı sema ağlar. Mümin kulun namaz kıldığı ve Allah’ı (cc) zikrettiği yer de onun vefatının ardından ağlar. Firavun ve ahalisinin ise yeryüzünde yaptıkları hiçbir salih amelleri olmadığı için yer; göğe yükselen hiçbir salih ameli olmadığı için de gök onlar için ağlamamıştır.”[6]
Gelen nakillerden anlıyoruz ki Firavun ve ahalisi öyle bedbaht bir hâlde ölmüşler ki arkalarından ağlayacak hiç kimse ve hiçbir şey yoktur.
Yeri gelmişken konuyla ilgili şunu belirtmekte fayda vardır: İslam’da mahlukat arasında canlı cansız, akıllı akılsız gibi ayrımlar söz konusu değildir. Yani ağlamak sadece insanlara has bir özellik değildir. Ağaçlar, taşlar, hayvanlar… her şey Allah’ın (cc) kuludur. Allah’tan (cc) korkarlar, O’na (cc) secde ederler, O’nu (cc) tesbih ederler; selam verebilir, üzülebilirler… Mümin kulun mahlukata bakış açısı bu yönde olmalıdır.
“Bu olaydan sonra kalpleriniz katılaştı. Kalpleriniz taş gibi hatta taştan da katıdır. Oysa öyle taşlar vardır ki ondan nehirler fışkırır. Öylesi vardır ki yarılır ve içinden su çıkar. Öylesi de vardır ki Allah’ın korkusundan yuvarlanır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”[7]
“Yeryüzünde kımıldayan her canlı ve iki kanadıyla uçan her bir kuş ancak sizin gibi bir ümmetlerdir. Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (diriltilip) Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.”[8]
“Yedi gök, yer ve bu ikisi içinde olanlar O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, (kulların hak ettikleri cezayı erteleyen) Halîm, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr’dur.”[9]
Kur’ân’ın Tarihi Denetlemesi
Yazımıza konu edindiğimiz ayetin bağlamına baktığımızda Mûsâ’nın (as) ve İsrâîloğullarının peşine düşen Firavun ve ordusunun helakının anlatıldığını görüyoruz. Kur’ân’da helakı anlatılan birçok mücrim kavim vardır, ancak onlar hakkında böyle bir ifade geçmemektedir. Dolayısıyla kıssanın orta yerinde ve sadece Firavun’un helakı hakkında zikredilen bu ifade dikkat çekicidir.
Antik Mısır Dönemi’ne ait hiyerogliflerin ne anlama geldiği bilinmiyor, o döneme ait bazı şekiller olduğu düşünülüyordu. Napolyon’un 1798 yılında, Mısır Seferi sırasında Rosetta/Reşid Taşı’nın bulunmasıyla hiyeroglifler de çözülmüş oldu. Bu taşın üzerinde üç ayrı dil vardı: Demotik (Mısır halkının dili), hiyeroglif ve Yunanca. Güncel kullanılan Kıptî dili ve Yunanca sayesinde taşın üzerindeki diğer dillerin de bir nevi kilidi açılmış ve Antik Mısır Dönemi’nin dinî yapısına ve kültürüne dair birçok bilgi gün yüzüne çıkmış oldu.[10]
Bu hiyeroglifler arasında “İsis ve Nephthys’in Şarkıları” başlığında, Osiris yani ölen Firavunları hakkında söylenen ağıtlarda şöyle bir ibare vardır:
The regions mourn for you, inasmuch as you are He-who-awakes-in-health
(Diyarlar senin için yas tutar, sen sıhhatle uyanan olduğun için)
Heaven and earth weep for you, inasmuch as you are greater than the gods
(Tanrılardan daha büyük olduğun için gökler ve yer senin için ağlar)[11]
Duhân Suresi’nde konu edindiğimiz ayetin direkt olarak bu konu veya bu ağıtların Mûsâ’nın (as) kıssasında, ölen Firavun hakkında olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü buna dair elimizde bir delilin olması gerekir. Bizim burada mercek altına aldığımız konu, inzalinden yüzyıllar önce yazılmış bir metinde geçen ifadenin Kur’ân’da aynı konu hakkında yer alıyor olmasıdır. Âdeta şöyle bir gönderme var: “Öyle büyük ve yüce değildi, ağıtlarında olduğu gibi olmadı, gök ve yer onun için ağlamadı, boğulup gitti, helak oldu.”
Başta sahabe olmak üzere selef âlimlerimiz, kendi dönemlerinde ayetler hakkında Kur’ân ve Sünnetten öğrendikleriyle tefsir yaparlardı. İbni Mes’ûd (ra) kendisine sorulan bir soruya verdiği “Kur’ân’ın bazı ayetlerinin tevili Peygamber (sav) vefat etmeden önce, bazıları vefat ettikten sonra yaşandı. Bu ayetin tevili ise henüz gelmedi. O gün geldiğinde siz bu ayeti anlayacaksınız.”[12] cevabında olduğu gibi, bazı ayetlerin tevili çok sonradan ortaya çıkabilir.
Son söz olarak, Rabbimizin (cc) insanlığa rahmet, nur, hidayet olarak gönderdiği ve elimizde olan bu kitap, büyük bir kitaptır. Bu kitabın mucizesi kıyamete kadar geçerlidir. Onun ayetleri tüm zamanları; geçmişi, şimdiyi ve geleceği kapsar. Çünkü o, Rabbimizin (cc) ilmidir. Bundan dolayı Allah’ın Kitabı’na sımsıkı tutunmalıyız. Her konuya dair baş ucu kaynağımız Kur’ân olmalıdır. Onda hiçbir şey eksik bırakılmamıştır; bütün soruların cevabı, bütün dertlerin devası ondadır. Bulamıyor veya anlayamıyorsak bu da bizim akli ve ilmî olarak eksikliğimizdendir.
[1]. 44/Duhân, 29
[2]. 5/Mâide, 48
[3]. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 6/63, h-m-n maddesi
[4]. 41/Fussilet, 53
[5]. İbnu’l Mubârek 336, Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 20/36, 70031 No.lu rivayet
[6]. age, 20/36-37, 70034 No.lu rivayet
[7]. 2/Bakara, 74
[8]. 6/En’âm, 38
[9]. 17/İsrâ, 44
[10]. https://tr.wikipedia.org/wiki/Rosetta_Taşı
[11]. https://www.attalus.org/egypt/isis_nephthys.html
[12]. Tefsîru’t Taberî, Mâide Suresi, 11/143-144 105. ayetin tefsiri
İlk Yorumu Sen Yap