Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam Resûl’üne olsun.
Mekkeli müşrikler Gatafan Kabilesi’nin askerî desteği ve Yahudilerin maddi gücüyle Medine önlerine geldiklerinde sahabenin hazırlıkları ile karşılaştılar. O zamana kadar Arap Yarımadası’nda görülmeyen bir savunma taktiği olan hendekler müşrikleri şaşkınlığa uğratmıştı. Bunun üzerine muhasaraya başlayıp müminlerin yılgınlığa düşmesini ve teslim olmasını beklemeye başladılar.
Allah Resûlü (sav) durumun vahametinin farkındaydı. O yüzden iç ve dış güvenliği sağlayacak birçok adım attı.
Öncelikle alınacak tedbirlerle ilgili olarak herkesi içine katacak bir istişare yaptı. Böylece sorumluluk toplumun her kesimi tarafından paylaşılmış oldu.
Aynı şekilde hendek kazımında bizzat Allah Resûlü de bulundu. Açlık ve iklimsel zorluklar nedeniyle nefse çok zor gelen bu durumda canlarından bile daha çok sevdikleri Allah Resûlü’nün (sav) onlarla çalışması en büyük teşvik, ortaya çıkacak olan sorunları azaltacak en etkili ilaç oluyordu.
Yine hendek kazımı sırasında hem Allah Resûlü’nün hem de sahabilerin söylediği şiirler çalışma azimlerini biliyordu. Dizeler arasında verilen mesajlar toza toprağa bulanmış bu insanların asıl hedeflerinin ne olduğunu onlara da bir kez daha hatırlatıyordu.
“Bu sebeple Resûlullah (sav) bir taraftan toprak taşıyor, bir taraftan da İbni Revâha’nın şiirini okuyordu:
‘Allah’ım! Sen bize doğru yolu göstermemiş olsaydın,
Ne sadaka verebilir ne namaz kılabilirdik.
Üzerimize sekinetini indir,
Ayaklarımızı sabit kıl karşılaştığımızda.
Onlar bize haksızlık yaptılar,
Fitneyi istediler, biz kaçındık.’
Resûlullah (sav) bu şiiri okuyor ve son kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.”[1]
Enes (ra) anlatıyor:
“Muhammed’in (sav) ashâbı Hendek Günü şu şiiri söylüyordu:
‘Bizler Muhammed’e biat etmiş kişileriz,
Cihad üzere, yaşadığımız sürece.’
Nebi de (sav) şöyle diyor, şöyle dua ediyordu:
‘Allah’ım! Gerçek hayır ahiret hayrıdır,
Ensâr ile Muhâcirlere mağfiret eyle.’ ”[2]
Ayrıca unutmamak gerekir ki yaşanan hadisedeki tek zorluk müşriklerin çok kalabalık bir şekilde Medine önlerinde olmaları değildi. Aynı zamanda zorluk ilk defa denenecek bu savunma taktiğinin ne kadar etkili olacağı konusundaki tereddüt idi. Böyle durumlarda liderin öne çıkması, projeyi sahiplenmesi kesin bir çözümdür.
Hendek kazımı sırasında sahabe bir kayaya denk geldi. Bizzat Peygamber (sav) kayayı kırdı ve müminlere çeşitli müjdeler verdi.
Selmân El-Fârisî şöyle dedi:
“Hendeği kazarken sert bir kayaya rastladım. Resûlullah (sav) bana yakın bir yerde idi. O kayaya vurduğumu ve kayanın parçalanmadığını görünce bulunduğu yerden indi ve elimden kazmayı alıp ona bir darbe indirdi. Kazmayı kayaya vurunca kazmanın altında bir kıvılcım parladı. Sonra bir darbe daha indirdi ve yine altında diğer bir kıvılcım parladı. Sonra üçüncü bir darbe daha indirdi ve yine altında diğer bir kıvılcım daha parladı. Dedim ki:
‘Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Kazmanın altında, sen vurdukça parladığını gördüğüm şey nedir?’ Dedi ki:
‘Ey Selmân, sen onu gördün mü?’
‘Evet.’ dedim.
Rasûlullah (sav) dedi ki: ‘Birincisi ile Allah bana Yemen’i fethetti. İkincisi ile Allah bana Şam ve batıyı fethetti. Üçüncüsü ile Allah bana doğuyu fethetti.’ ”[3]
O ânı gözümüzün önünde canlandırmaya çalışalım. Muhâcirler işkenceler sebebiyle ve daveti daha etkili şekilde başka bölgelere ulaştırabilmek için yurtlarını gizli bir şekilde terk etmişler. O âna kadar iki büyük savaş olmuş. Birini müminler, diğerini kâfirler kazanmış. Hâlâ Medine’de insanlar silahlarıyla uyuyup âni bir baskına karşı tetikte bekliyorlar. Hendek Savaşı özelinde etrafları sarılmış. Araplar onları yok etmek için birleşmişler. Açlık ve yoklukla beraber direnmeye çalışırken Peygamber (sav) zamanın üç büyük imparatorluğunu müminlere vadediyor. Böyle bir hâlde Allah Resûlü’nün sözüne kulak vermek sadece ve sadece yakini imanla olur.
O yüzden münafıklar inanmıyorlar. Bu vaatler karşısında bunun bir aldatmadan ibaret olduğunu söylüyorlar. Ama müminler için bunlar, gözleriyle o ân gördükleri herhangi bir şey gibi gerçek.
“Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar diyorlardı ki: ‘Allah ve Resûl’ü bizi aldatmaktan başka bir şey vadetmedi (boş vaadlerle bizi kandırdı).’ ”[4]
Kendimize dönüp bakmalıyız. Rabbimiz bize de birçok vaatte bulunuyor. Gerçekten bu vaatlerin gerçekleşeceğine inanıyor muyuz? Şu ayetleri beraberce okuyalım ve düşünelim:
“Andolsun ki Zikir’den sonra Zebur’da da şöyle yazdık: ‘Şüphesiz ki yeryüzüne, salih kullarım vâris olacaktır.’ ”[5]
“Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış olan (mustazaflara) iyilik yapmak, onları (kendilerine uyulan) imamlar yapmak ve onları (yeryüzüne) vâris kılmak istiyoruz.”[6]
“Dikkat edin! Göklerde ve yerde olanların tamamı Allah’ındır. Dikkat edin! Allah’ın vaadi haktır. Fakat onların çoğu bilmezler.”[7]
“(Bu,) Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez, fakat insanların çoğu bilmezler.”[8]
“(Öyleyse) sabret! Şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır. Yakinen inanmayanlar sakın seni gevşekliğe sevk etmesinler.”[9]
Peygamber’in (sav) kayayı parçalarken söyledikleri; zor zamanlarda müminlerin takınması gereken tavra yönelik önemli bir işarettir. Ümitsizlik mümine asla yakışmaz. Hayalci olmamakla beraber daima ümitvar olmalı, etrafına da bunu yansıtmalıdır. Bunu en başta emîrlerin yapması tabii ki daha etkili olacaktır.
En önemli mesele ise ânın şartlarına takılmadan geniş düşünmek, Kitap ve Sünnetin bize verdiği ufka uygun hareket etmektir. Şu ân için durumumuz kritik olabilir. Şartlarımız elverişsiz, imkânlarımız kısıtlı olabilir. Ama bu, yeryüzünün vârisleri olacağımız gerçeğini değiştirmez. Unutmayalım ki Peygamber (sav) hendeğin içinde müminlere söylediklerinin bir benzerini Mekke’de o zor şartlarda müşriklere de söylemişti:
Ebû Tâlib’in hastalığının ağırlaştığı haberi Kureyş’e vardığı zaman Kureyş birbirine şöyle dedi:
“ ‘Hamza ve Ömer Müslim olmuşlardır. Muhammed’in sesi tüm Kureyş Kabilesi içinde yayılmıştır. Beraberce Ebû Tâlib’e gidelim. O, bizim için kardeşinin oğlundan bir söz alsın ve bizden de ona bir söz versin. Vallahi onların, idaremizi bizden zorla almayacaklarından emin değiliz.’
Utbe ibni Rebîa, Şeybe ibni Rebîa, Ebû Cehil ibni Hişâm, Umeyye ibni Halef ve Ebû Sufyân ibni Harb Ebû Tâlib’e gelip onunla konuştular. Onlar kavimlerinin eşrafı idiler. Şöyle dediler:
‘Ey Ebâ Tâlib! Bildiğin gibi sen bizdensin ve gördüğün gibi ölüme yaklaşmışsın. Biz senin öleceğinden korkuyoruz. Bizimle kardeşinin oğlu arasındaki durumu biliyorsun. Onu çağır. Bizden ona söz ver ve bizim için de ondan bir söz al ki biz onu bırakalım, o da bizi bıraksın. Bizi dinimizle baş başa bıraksın, biz de onu diniyle baş başa bırakalım.’
Bunun üzerine Ebû Tâlib haber gönderdi. Resûlullah (sav) onun yanına geldi. Ebû Tâlib şöyle dedi:
‘Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavminin eşrafıdır, senin için toplanmışlar, birbirinize bir söz vermenizi istiyorlar.’
Resûlullah da (sav) dedi ki:
‘Evet, bir kelime var, onu bana verirseniz onunla Araplara hâkim olursunuz. Acem de onunla size itaat eder.’
Ebû Cehil dedi ki:
‘Evet, babam sana feda olsun, haydi söyleyeceğimiz on kelime olsun!’
Resûlulah (sav) dedi ki:
‘Lailaheillallah, dersiniz ve O’ndan başka ibadet ettiğiniz şeyleri söküp atarsınız.’
Bunun üzerine el çırptılar, sonra şöyle dediler:
‘Ey Muhammed! İlahları bir tek ilah mı kılmak istiyorsun? Senin işin acayip!’
Sonra birbirlerine şöyle dediler:
‘Vallahi bu adam istediğiniz şeyden size birşey verici değildir. O hâlde gidiniz ve Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar babalarınızın dini üzere devam ediniz…’
Sonra dağıldılar. Allahu Teâlâ onun yanında toplanan topluluk hakkında ve onun onlara söylediği, onların da ona verdiği cevaplar hakkında şu ayetlerini indirdi:
‘Sâd. Çok şerefli/öğüt dolu Kur’ân’a andolsun.
(Hayır!) Bilakis kâfirler, (anlamsız) bir kibir ve ayrılık/muhalefet içindelerdir.
Onlardan önce nice nesilleri helak etmişizdir. Onlar (kurtulmak için) çığlıklar atmışlardı/seslenmişlerdi. (Fakat) kurtuluş zamanı değildi/iş işten geçmişti.
Onlara içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar ve kâfirler dediler ki: ‘Şüphesiz ki bu, bir büyücüdür, bir yalancıdır.
İlahları tek bir ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok ilginç/şaşılacak bir şeydir.’
İleri gelenler harekete geçti ve: ‘Yürüyün, ilahlarınıza sahip çıkın (onlara bağlılıkta direnç gösterin). Şüphesiz ki bu, (sizden) istenen bir şeydir.
Biz bunu başka bir dinde işitmedik. O (tevhid) yalnızca bir uydurmadır.’ (dediler.)’[10]
Kureyş müşrikleri Ebû Tâlib’in yanından kalkıp gittikten sonra Ebû Tâlib Resûlullah’a (sav) şöyle dedi:
‘Vallahi ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğini ben hiç de haktan uzak görmedim.’
Ebû Tâlib bu sözü söyleyince Resûlullah (sav) onun Müslim olacağını umarak şöyle buyurdu:
‘Ey amca! Lailaheillallah dersen sana Kıyamet Günü şefaat etmem bana helal olur.’
Ebû Tâlib, Resûlullah’ın (sav) bu hususta üzerine düştüğünü görünce şöyle dedi:
‘Vallahi ey kardeşimin oğlu! Bundan sonra size sövüleceği ve Kureyşlilerin bunu, benim ölümden korkarak söylediğimi sanmaları kuşkusu olmasa idi bu sözü söylerdim.’ ”[11]
Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.
[1]. Buhari, 2834; Müslim, 4106
[2]. Buhari, 2834; Müslim, 1805/130
[3]. bk. Siret-i İbn-i Hişam, 3/306
[4]. 33/Ahzâb, 12
[5]. 21/Enbiyâ, 105
[6]. 28/Kasas, 5
[7]. 10/Yûnus, 55
[8]. 30/Rûm, 6
[9]. 30/Rûm, 60
[10]. 38/Sâd, 1-7
[11]. bk. İbni Sa’d
İlk Yorumu Sen Yap