“Bu mesaj onlara ve İslam düşmanı yedi göbek sülalelerine yeter de artar bile…”
“Bundan sonrasını düşünen var mı?”
“…”
“O hâlde niyetlerimizin ihlas üzere olması ve işlerimizi kolaylaştırması için Rabbimize (cc) çokça dua ve istiğfarda bulunalım.”
Çarşamba büyük gündü onlar için. Bu iş, hiç öngörülemeyen bir şekilde de sonuçlanabilirdi. İsyan var diye “vur emri” verilse onlara ateş açmaktan çekinmezdi jandarma. Günü şehit olarak tamamlamak da vardı yani. Fakat bu ihtimal, her üç Müslim’i korkutmak bir yana daha da hırslandırıyordu bu eylem için.
O gece bambaşka manevi bir atmosfer vardı hücrede. Firdevs Cennetlerine giden yol, şu demir ve beton yığınlarının ardındaydı sanki. Bayram sabahını bekleyen çocuklar gibiydi hücre sakinleri. Ruhları dinginleşmiş, kalpler itminan hâline daha yakındı şimdi. Zihinler berraklaşmış, bedensel olarak hiç bu kadar güçlü hissetmemişlerdi kendilerini.
Akşamdan hazırlanan ve bakanlığa hitaben yazılmış sayfalarca dilekçeleri sabah sayıma gelen kalabalık gardiyan grubuna teslim ettiler. Gardiyanlar dilekçeleri alıp hücre kapısından çıkmak üzereyken âniden bir telaşa kapıldı hepsi. Hücrenin kapısında hapishane müdürüyle beraber sorumlu başgardiyan belirdi. Doğrudan Sadık’a yönelerek keyifli bir edayla:
“Sadık Hoca, tamamdır. Nihat’ı sabaha karşı paket edip Kandıra’ya götürdü asker. Hadi, hepimize geçmiş olsun.”
Yavuz âni bir refleksle elinde dilekçeleri tutan gardiyana yönelerek az önce verdikleri dilekçelerin hepsini geri aldı. Müdür ve sayım ekibi hücreden çıkıp gittiler.
Son ânda gelen bu haber karşısında hücredekiler hem şaşırmış hem de çok mutlu olmuşlardı. Sadık, bunun kendileri için Allah’ın büyük bir lütfu olduğunu söyledi arkadaşlarına.
“Rabbimize hamdolsun. Allah (cc) kalplerimizdeki gizlilik ile dillerimizdeki aşikâr hâlimize baktı da bu konudaki ihlasımızı görüp bize büyük bir ihsanda bulundu diye ümit ediyoruz.”
“Elhamdulillah!”
✽ ✽ ✽
Bir hafta sonra hiç beklenmedik bir şekilde hücrede tahliye sevinci yaşanıyordu şimdi. Z Blok bu kez tekbirlerle inliyordu. Harun, tam da karar duruşmasında alacağı cezayı öğrenmek için mahkemeye gitmişken sürpriz bir tahliye haberiyle dönmüştü hücreye.
Telaşlı bir hazırlık ve hüzünlü bir veda…
Ertesi gün Yavuz’a bir başka cezaevine sevk olunduğuna dair yazı geldiğini ve nakil için hazırlanması gerektiğini söyledi gardiyanlar. Yavuz’un da başka bir hapishaneye nakledilmesiyle üç kişilik hücrede yalnız kalmıştı Sadık. Hapishanede mahkûm sirkülasyonu hızlı olduğu için üç kişilik bir hücrede tek kişi kalmasına izin vermedi hapishane idaresi. Diğer hücrelerde yer olmadığı gerekçesiyle tekli bir hücreye aldılar onu. Sadık da haftanın son mesai gününde kendisine ait eşyalarıyla beraber tekli bir hücreye geçti.
Kar yağıyordu dışarıda. Yağdıkça mahpusu başka dünyalara taşır kar. Yer, gök ve hayat bembeyaz bir sayfaya dönüşür âdeta. Mahpus ve yalnız adam o sayfayı hatıralarının mürekkebiyle çiziktiriverir. Hafızalardakini harekete geçirir, hatta heyecanlandırır kişiyi kar. Çocuksu bir neşenin kıvılcımı gibidir. Yağan kara baktıkça ayna olur insana. O sessizliği ve sükûnetiyle, bilhassa yalnız ve mahpus adamı konuşmaya ve içini dökmeye teşvik eder.
Harun’un tahliyesi ve Yavuz’un da sevki üzerinden üç buçuk ay geçmişti. Sadık, tekli hücredeydi hâlâ. Yüksek duvarlarla ayrılmış bitişikteki boş hücreden gelen seslere dikkat kesildi bir ân. Boş hücreye yeni bir mahpus getirmişlerdi anlaşılan.
Mahpusu hücreye yerleştirip kapıyı da kapatıp kilitledikten sonra gardiyanlar çekip gittiler oradan. Sadık, yeni gelen mahpusa hem geçmiş olsun demek hem de acil bir ihtiyacı var mı diye sormak için aralarındaki duvarda açık hâlde bulunan bir gözlük camı boyundaki deliğe onu davet etti.
“Komşu, merhaba.”
“Merhaba abi.”
“Geçmiş olsun.”
“Sağ ol abi, sana da geçmiş olsun.”
“Teşekkür ederim. Adım Sadık. Ben İslami davadan yatıyorum. Bir ihtiyacın var mı diye sorayım, dedim.”
“Allah razı olsun abi. Benim adım Kürşat. Su ıstıcım yok, aslında var da vermediler daha. Eğer gönderebilirsen çaya ihtiyacım var. Tekirdağ’dan buraya üç günde gelebildim. Çaysızlık başıma vurmuş.”
“Öyledir, o ringe bindirdiler mi memleket turu attırırlar mahpus adama.”
“Doğru söylüyorsun abi.”
“Ben senin için çay hazırlayayım. Yarım saat sonra seslenirim inşallah.”
“Tamam abi, Allah razı olsun.”
Sadık, çayı demledikten sonra bu tür durumlar için hazır beklettiği pet şişeyi aldı. Çayı pet şişeye doldurup ağzını da sıkıca kapattıktan sonra Kürşat’a seslendi:
“Kürşat, şekerle beraber pet şişede çay gönderiyorum. Havada yakalamaya çalış, yere düşüp patlamasın.”
“Tamam.”
“Geliyor!”
“Tamam, yakaladım abi. Teşekkür ederim.”
“Bardağın var mı Kürşat?”
“Evet abi, bardağım var.”
“Başka bir ihtiyacın olursa söylersin.”
“Tamam abi, sağ ol.”
“Sonra görüşürüz inşallah.”
“Selametle abi.”
Sadık hücresine döndükten sonra günümüz tağutlarının sebep olduğu ciddi mağduriyetler üzerine düşündü biraz. Mahkûmiyet yılları boyunca dinlediği adli mahkumların da tanıklığıyla gerçek suçluları yakalayamayınca sırf amirinden zılgıt yememek veya bir aferin almak uğruna birçok masum insanı kanun namına gadre uğratan bir zihniyet ve bu zihniyete mensup marabaların sebep olduğu zulümler…
Hayırlara kilit ve şerlere anahtar olan sistem bu şekilde işleyince yeni nesillerin içeride ve dışarıda ifsada uğraması daha da kolaylaşıyor. Toplumu ayakta tutan değerler aşındıkça mahpus nüfusu da buna paralel olarak artıyor. Kürşat da bu sistemin mağduru ve kurbanlarından sadece birisiydi Sadık’a göre…
Günler geçtikçe Kürşat hapishane koşullarında normal hayata dönmeye başlamıştı artık. Buraya karga tulumba paket edilirken kendisine ait kişisel eşyalarının da bir kısmını beraberinde getirmişti asker. Kürşat da bunlarla yetinmeye çalışıyordu. İlk günden itibaren kendisine yardımcı olup zaman zaman nasihatlerde bulunmasından dolayı Sadık’a karşı minnet ve saygı duyguları besliyordu Kürşat.
Bir hafta sonuydu hapishanede. Hafta sonları ve tatil günleri sessizlik ve sükûnetin taht kurduğu günlerdir buralarda. Kuşlar bile terk-i diyar etmiş gibidir bu günlerde. İkindi vaktinde Kürşat’ın sesiyle, okuduğu kitaptan başını kaldırdı Sadık.
“Sadık abi!”
“Evet, Kürşat!”
“Sadık abi, müsait misin?”
“Bekle, birazdan kabine geliyorum.”
Duvarda konuşmalarına imkân veren deliğin olduğu kısma “görüş kabini” diyorlardı kendi aralarında.
“Tamam.”
Sadık, sandalyesini alıp “kabin”e geldiğinde elinde çay dolu kupa vardı Kürşat’ın.
“Merhaba Sadık abi.”
“Merhaba Kürşat.”
“Nasılsın abi, iyi misin?”
“Teşekkür ederim Kürşat, sen nasılsın?”
“İyiyim abi, teşekkür ederim.”
“Alışabildin mi buraya?”
“Başka çare mi var abi? Ama burası Tekirdağ’a göre biraz daha iyi gibi.”
“Evet, Tekirdağ Hapishanesi’nin şartları daha kötü.”
“Siyasiler için öyle, evet. Gerçi benim durum biraz değişikti tabii.”
“Adli mahkumlar biraz daha rahat olur. Bunu kastediyorsun herhâlde.”
“O da öyle abi. Benimkisi şöyle: Dışarıdan ilk olarak alındığım mevzudan yatsam, yatarım iki sene kalmıştı. Fakat içeride de rahat bırakmadı iblisler.”
“Vukuatlar bitmez hapishanelerde.”
“Hem de ne vukuatlar abi!”
“Muhtemelen sen de yaşamışsındır böyle şeyler.”
“Evet abi. Benim yaşadığım vukuatın yatağımdan sıçrayarak uyandığım bir kâbus olmasını ne kadar çok isterdim, bilemezsin…”
“Trajedi ile komedi arasında sürüp giden hayatlar… Böyle bir hayatın içindeyken kendisinden hiçbir zaman emin olamıyor insan, Kürşat.”
“Doğru abi. Başıma gelen vukuatta her ikisi de var say. Hâlâ inanamıyorum abi olanlara. Gizemli bir güç mü desem, bilmiyorum. Bir şeyler vardı, ama çözemedim bir türlü. Sana anlatsam hak verirsin bana.”
Tek başına bir hücrede uzun süre kalınca dili şişer mahpus adamın. İçini dökerek dilindeki ağırlığı da hafifletmek ister. Bunu bilen Sadık, Kürşat’ı dinlemenin iyi olacağını düşündü.
“İstersen anlatabilirsin tabii…”
“Orada üçlü bir hücrede tek başıma kalıyordum. Az bir yatarım vardı, yakında açığa çıkacağım diye kimseye ilişmemek için özellikle tek kalıyordum.”
“İyi düşünmüşsün. Buralarda her ân hiç ummadığı şeylerle karşılaşabiliyor insan.”
“Tam da dediğin gibi oldu Sadık abi. Birgün hücrenin kapısı açıldı. İri yarı birini getirdiler hücreme. İlk başta istemedim. ‘Yer sıkışıklığı var, birkaç gün idare et, onu başka bir yere alırız…’ denilince yapacağım bir şey kalmadı.
“İdarenin taktikleri…”
“Doğru. Neyse abi, bu adamı tanımıyorum. Kimdir, necidir bilmiyorum. Bizim gibi sıradan mahkûmların hapishanelerdeki en büyük dezavantajı ve korkusu budur aslında. Sizin gibi siyasi mahpuslar bu konuda rahatlar, bunu gördüm yani.”
“Evet.”
“Neyse abi, bu izbandut gibi herifle pek muhatap olmadım. Sorunlu biriymiş zaten. Tekirdağ’a da Kandıra’dan paket etmişler…”
“Kandıra, paket, izbandut gibi herif…” sözleri kıvılcım gibi çakıverdi Sadık’ın zihninde. Şimdi daha da artan bir merakla dinliyordu Kürşat’ı.
“Hücreme gelir gelmez anormal hareketler yapmaya başladı.”
“Ne tür hareketler?”
“Olur olmaz bağırıp çağırıyor ve durduk yerde kapıları dövüyordu. Kendisine bu yaptıklarından dolayı hiç müdahale etmedim. Fakat geldiği günün akşamında mukaddesata kötü sözler söylemeye başlayınca onu uyardım. Uyarılarıma küfür ve saldırılarla karşılık verdi.”
“İdare senin üzerine bela salmış sanki…”
“Aynen öyle abi. İlk geldiği günün gecesi uyutmadı zaten beni. Ranzaya bir uzanıyor bir kalkıyor, bir uyuyormuş gibi sakinleşiyor sonra bir ânda bağırmaya başlıyor. Sonra hücre kapısına dayanıp burada yangın var, beni buradan çıkarın diye avazı çıktığı kadar bağırıp duruyor… Bir günde psikolojimi bozdu, sinir sistemimi altüst etti abi.”
“Zor günler geçirmişsin gerçekten…”
“İdareye söyledim, bunu buradan alın diye, ama hiç kimse tınmadı. Ertesi gün beterini yaptı. Sonraki her bir gün daha da beter şeyler… Daha önce de söylemiştim abi, namaz kılmıyorum, ama temelli dinsiz de değilim, elhamdülillah. Bir taraftan, kurban olduğum Allah’ıma küfrediyor, diğer yandan bana saldırmaya çalışıyor. Defalarca idareyi çağırmışımdır. İlgilenen olmadı yine. Hatta bir keresinde, ‘Bizi neden boşuna meşgul ediyorsun!’ diye azarladılar beni.”
“La havle ve la kuvvete illa billah…”
“İkinci haftanın sonunda ipler koptu abi. Defalarca uyardım ama hiç dinlemedi beni. Yine kurban olduğum Allah’ıma küfretmeye başladı. Aynı şekilde, ‘İslam’ınıza… Kitab’ınıza…Peygamber’inize…’ diye başlayıp ağır küfürler etmeye devam ediyordu. Daha önceden hücredeki demir aparatlardan hazırlamış olduğum hançer gibi bıçağı zuladan çıkarıp elime aldım ve var gücümle yüklendim herife… Boğazlanmakta olan bir devenin hırıltısına benzer sesler çıkarıp böğürüyordu. Aradan birkaç dakika geçmemişti ki önümde Nihat denen lağım faresinin kan gölü içerisindeki leşi vardı. Elimde de kanlı hançer…”
“Nihat isimli lağım faresi”, yani Yavuz’un deyimiyle “Mişko”. Bu ismi duyduğunda Sadık’ın elindeki kupa düşecekti neredeyse. Kürşat anlatmaya devam ediyor, Sadık da onu dinliyor gibiydi. Fakat Sadık, Allah’ın (cc) hikmeti ve himmeti karşısında derin minnet duygularıyla Rabbine hamd ile meşguldü.
“Allahu Ekber ve Lillahi’l Hamd!”
Bu kısık sesli tekbir ve hamd sonrası şu ayet geliverdi aklına:
“Şüphesiz ki Rabbim, dilediği şeyi incelikle (sebeplerini hazırlayıp lütfu ve kuşatıcı bilgisiyle) sonuca ulaştırandır. Şüphesiz ki O, (her şeyi bilen) El-Alîm, (hüküm ve hikmet sahibi) El-Hakîm olanın ta kendisidir.”[1]
SON
[1]. Tevhid Meali, 12/Yûsuf, 100
İlk Yorumu Sen Yap