Ülkenin en batısında bir hapishane. Hem de yüksek güvenlikli. “Yüksek Güvenlikli” diye isimlendirilmesi yanıltmasın sizi. Hakikatte “Derin Güvensizlik Tipi”, ama kâğıt üzerinde “Yüksek Güvenlikli”. Bu tiptedir hapishanelerde tecridin en koyu hâli. İşleyişi bu hâl üzeredir infaz rejiminin içerideki.
Hapishane değil, belki de dehliz demeli. Bu dehlizleri en fazla üç kişi paylaşabiliyor olsa da her şey tek başına bir yaşama göre ayarlı. Her alanda tek başınasın gibi, ölüm gelip alıncaya kadar seni. Burada tutulan mahpuslar kuyunun dibindedir sanki. Tünelin ucu gözlenmez buralarda. Karanlıktır çünkü. Karanlığın ardında yine perde perde karanlıklar…
Hapishanenin Z Blok hücreleri arasında boğazlanmakta olan bir devenin böğürmesine benzer sloganik bir ses yükseldi diğer tüm sesleri bastıran. Z Blok 571 No.lu hücrede bulunan Müslimler de ilk ânda birilerine işkence ediliyor zannına kapıldılar. Fakat dakikalar değil, saniyeler ilerlediğinde böğürtü sahibinin sözleri anlaşılır gibi olmuştu, anlaşılmaz olasıca!
Hücredeki Müslimler beton ve demir yığınları arasında şoka uğramışlardı âdeta. Diğer hücrelerdeki Müslim mahpuslar duymuş muydu acaba, bu böğürtük hezeyanları?
“Zannetmiyorum Sadık Abi. Bulundukları blok uzaktır buraya. Bu sesi duymaları mümkün değil.”
“Haklısın Harun Kardeşim. Duymaları çok zor ve duymamaları onlar için daha hayırlıdır.”
Yavuz, girdiği şoktan hâlâ çıkamamış gibiydi:
“Abiler, benim duyduklarımı siz de duydunuz mu?”
Sadık ve Harun başlarını hafifçe sallayarak, “Evet kardeşim. Maalesef biz de duyduk bu hezeyanları.” dediler.
Yavuz, “Abi bu nasıl bir yaratıktır? Ben burada duramam. Derhal çatıya çıkıp o Mişko’nun hücresine atlayacağım.” dedi.
Sadık, “Sakin ol kardeşim. Senin yaşadığın hislerin aynısını biz de yaşıyoruz. İstersen önce mevzunun ne olduğunu anlamaya çalışalım.” diye karşılık verdi.
Harun da aynı fikirdeydi:
“Sadık Abi çok haklı Yavuz. Bunca yıldır hapishanedeyim ve farklı birçok hapishanede kalmışlığım var. Fakat ilk kez böyle bir şeyle karşılaşıyorum.”
Yavuz’un kullandığı isim dikkatini çekmişti Harun’un:
“Yavuz, Mişko ne demek?”
“Kısaca lağım faresi diyebiliriz Harun Abi.”
Yavuz’un ses tonu ne denli öfkeli olduğunu gösteriyordu. Hücrenin avlusundan içeri girerek hücre kapısına tekmelerle vurmaya başladı. Kapı dövme sesleri birkaç saniyede ateşe tuz atılmış gibi tüm hapishaneyi sardı. Aşırı gürültüden yıkılacak gibi oluyordu hapishane. İçerideki herkes doluydu zaten. Kapı dövmek demek, idareyle bir problem var demekti. İdareye karşı en ufak bir tepki başlamaya görsün bir ânda tüm hapishaneye yayılır. Mahpusların çoğu dayanışma için yapar bunu.
Mesai saatleri olmadığı için nöbetçi müdür ve başgardiyan geldi hücre kapısına. Yavuz ne bulduysa onunla kapı dövmeye devam ediyordu. Gardiyan mazgal kapağını açtığı ânda Yavuz’u gördü nöbetçi müdür. Kapı dövme sesleri azalmıştı bu arada. Zira mevzu diğer mahpuslarca anlaşılmış ve olayın o kadar da “önemli” olmadığına kanaat getirilmişti diğer örgütçü mahpuslar nezdinde. Yavuz, nöbetçi müdür ile başgardiyanı görünce öfkesini onlara yöneltmeye başladı:
“Bu pijamalı mocuk buradan derhâl defedilmelidir. Eğer göndermezseniz olacaklardan siz sorumlusunuz!”
Yıllardır bu hapishanede yatan Yavuz’un daha önce yaptıkları, bu tehditvari sözlerindeki ciddiyetin delili gibiydi. Nöbetçi müdür ve başgardiyanla beraberlerindekiler de bunun farkındaydı ve hiç değilse nöbeti ertesi sabah gelecek olan gündüz vardiyasına devredene kadar ortalığı sakinleştirme telaşındalardı şimdilik.
“Yavuz, lütfen sakin ol biraz. Sizin hassasiyetiniz bizim de hassasiyetimiz. Bundan şüpheniz olmasın. Gereken neyse yapılacak. Müdür Bey de konuyla ilgili bilgilendirildi. Söz veriyorum, sabaha kadar bu iş çözülecek.”
Başgardiyan da fırsatını bulmuş gibi diğer memurlarla beraber kapı dövmelerinden duydukları ciddi rahatsızlıktan şikâyetlendi:
“Yavuz, yemin ediyorum benim de diğer memur arkadaşlarımızın da psikolojisi bozulmak üzere. Ne olursunuz şu kapıları vurmayın artık! Sabah olduğunda bu işi bitmiş bil, tamam mı? Sana söz!”
Hapishanelerde gardiyanından müdürüne kadar yeri geldiğinde her bir memur “Erzurumlu Teyo Pehlivan” oluverir. Yalanlarına önce birbirlerini inandırır, sonra da mahpusları inandırmaya çalışırlar. Gerçek olan ise işleyişin alışılmış olduğu gibi devam ediyor olmasıdır.
Hapishane genelinde kapı dövme sesleri kesilmişti. Hücre arkadaşı Müslimler, damarlarındaki kanları çekilmiş gibi bitkin bir hâlde kendi aralarında konuşurlarken yine o uğursuz böğürtü yankılandı Z Blok çatılarında…
✽ ✽ ✽
Çapraz denebilecek konumdaki hücreden gelen bağırış ve böğürtüler gece boyunca da sürdü. Hücredeki Müslimler için saat durmuş, dünya dönmüyordu artık. Sabah sayımına sorumlu başgardiyanla gelen hapishane müdürü, Müslimlerle beraber bazı duyarlı mahpusların dünkü tepkilerinden gidişatın hiç de iç açıcı olmadığına kanaat getirmişti. Müdürün bilgilendirildiği şey Müslimlerin tepkileriydi belli ki. Pek alışık olunmayan bir şekilde sayım saatinde Müslimlerin hücre kapısında beliriverdi:
“Günaydın arkadaşlar. Sizi de bizi de çok rahatsız eden bu durumun farkındayız. En hızlı çözüm için uğraşıyoruz.”
Müslimlerin hoşnutsuzluğu yüzlerinden okunmuyordu da haykırıyordu sanki:
“Fethi Müdür! Bu yaratığı hemen bugün şimdi başka bir yere göndermenizi istiyoruz. Bunun bir başka çözüm yolu yok! Bunu hepiniz biliyorsunuz.”
“Sadık Hoca, rica ederim. Sakin olun lütfen. Emin olun, biz de çok çabalıyoruz.”
“Rahatsız oluyoruz veya uğraşıyoruz demeniz çözüm değil. Eğer gerçekten çözüm istiyorsanız onu derhal bir başka hapishaneye paketlersiniz.”
“Biz de bunun için gayret ediyoruz. Bakanlığa da yazdık. Gelecek talimatları bekliyoruz.”
“Fethi Müdür! Bu iş bizim açımızdan yazışmalarla uzatılacak bir mesele değil. Bizim için hayat memat meselesidir. Siz de kurum idaresi olarak üzerinize düşeni yapmak durumundasınız.”
“Sadık Hoca, buraya gelmeden Savcı Bey ile de görüştüm. O da kurumda şu ân. Hiç endişeniz olmasın. Uygun bir çözüm için mutabıkız.”
Ateşi kıvılcımken söndürmek, yani olası ciddi tepkileri peşinen dindirme amaçlı bu kısa ziyaret bitip müdür ve avanesi hücreden çıktıktan hemen sonra yeniden başlamıştı o meşum böğürtü.
Bu arada ilginç bir diyaloğa şahit oluyordu Müslimler. Böğürtünün sahibi olan şahıs, havalandırma bahçesinden bitişikteki hücrenin havalandırma bahçesinde bulunan bazı örgütçülerle konuşuyordu:
“Nihaat!”
“Eveet!”
“Nasılsın, iyi misiin?”
“İyiyim, iyiyiim.”
“Ne tatlı konuşuyorsun, Dario Moreno!”
“Öylediir… Cigaramı unutmadın değil mii?”
“Cigara ne ki, Edirne kurban olsun sanaa! Keyfine baak!”
Bu sözler üzerine aynı cenahtan şuh kahkahalar ve korkup kaçan merkep anırması gibi gürültüler duyuldu.
“Çok yaşa Nihat!”
“Sen de. Sen de.”
“Devam Dario Moreno, devaam!”
Hezeyanlar savuran bu böğürtü sahibinin nereden motive olduğu anlaşılmıştı. Günlük birkaç cigaraya satın aldıkları musallatlı adi bir figürana, dile getirmekten korktukları sabuklamaları söyletiyorlardı.
Ortada organize bir kötülük vardı. O hâlde buna verilecek cevap organize bir “iyilik” olmalıydı.
✽ ✽ ✽
571 No.lu hücredeki Müslimler diğer bloklardaki arkadaşlarıyla da istişare ettiler. Genellikle idare üzerine baskı kurup bu insî şeytandan bir ân evvel kurtulmak yönündeydi kanaatler.
Sadık, bir ara eline kalem kâğıt alarak belki bu hezeyanlarına son verir ümidiyle âdeta diplomatik bir üslupla adına Nihat denilen insan cinsinden şeytana bir şeyler yazdı:
“Nihat, Merhaba.
Seninle komşuyuz. Bu hücreye yeni geldik. Seninle hemşehri sayılırız. İsmini de yeni öğrendik. İsmin Osmanlı’nın son yüzyılında Kürdistan beylerinden bazıları arasında yaygınlaşan adlardandır. Güzel huylu insanlar eski dilde melek-nihâd (melek huylu) ve derviş-nihâd (derviş tabiatlı) gibi deyimlerle anılırlardı. Fakat üzülerek belirteyim ki seni iyi bir komşu veya kalender bir Kürt olarak gördüğümüzü söyleyemem. Bu durumun devamlı olmadığını umuyoruz. Halbuki Kürt dediğimizde hem dini için hem de namusu için canı cebinde olan asil ve cesur bir karakter gelir herkesin aklına. Bizler her ne olursa olsun senin veya bir başkasının değerlerine veya namusuna laf atmaz ve kötü söz söylemeyiz. Senden de kendin dışındaki insanların değerlerine karşı saygılı olman beklenir. Komşu olmamız hasebiyle herhangi bir ihtiyacın olursa sana yardımcı olabiliriz. En kısa sürede görüşmek üzere. Hoşça kal.
Z Blok, Hücre/571”
Pusulayı yazdıktan sonra bu tür işler için kullanılan ve adına “top” denen hafif ağırlıktaki pet şişenin içerisine koyarak doğrudan Nihat’ın çaprazdaki hücre bahçesine attı Sadık. On beş dakika sonra Müslimlerin hücre bahçesine aynı top düştü. Sadık, topun içindeki pusulayı açıp kargacık burgacık yazılmış kötü bir yazıyı zar zor okumaya başladı.
“Merhaba Komşu. Haklısın. Doğrudur. Bizim insanlar öyledir. Görüşürüz. Nihat. Hücre/569”
Bu yazışmadan sonra birkaç gün boyunca hiç ses çıkmadı Nihat’tan. Hatta bir ara onun başka bir hapishaneye nakledilmiş olabileceğini düşündü Müslimler. Harun ile Yavuz, Sadık’ı bu “diplomatik” girişiminden ötürü tebrik ediyorlardı.
“Allah (cc) razı olsun abi. Ne yazdın da Mişko’nun sesi kesiliverdi böyle?”
“Bu yaratık doğu taraflarından bir yerdenmiş. Biraz o frekanstan iletişim kurmaya çalıştım. Fakat onu kışkırtan ifritlerle komşu olduğu müddetçe bu sükûnetinin kalıcı olacağını zannetmiyorum.
Sadık yanılmamıştı. Aradan dört gün geçtikten sonra İslam düşmanı örgütçü komşularının tahrik ve yemlemeleriyle yeniden böğürmeye başladı Nihat, namıdiğer Mişko.
Böğürtük hezeyanları duyan Müslimler beyninden vurulmuşa dönmüş bir hâlde bu yaratıktan kurtulmanın hâl çarelerini aramaya koyuldular. Mahpusluğun çaresizliği bazen öyle bir yakar ve yakalar ki ruhunu, dünyaya hiç gelmemiş olmayı ister insan. Böyle bir ruh hâliyle hücreye kapanıp bu konuda neler yapabileceklerini tartışmaya başladılar.
Yavuz, “Abiler, tağutun emir eri olan nifak ehli idarenin bir şey yapacağı yok.” dedi.
“İdarenin hiçbir şey yapmayacağı belli. Sadece bir şey yapıyormuş gibi yaparlar.”
“Bana izin verin de şu duvarı tırmanıp çatıya, oradan da Mişko’nun inine gireyim.”
“Yavuz, Mişko dediğin dabbenin bir fil kadar cüssesi var. Onun hücresine çatıdan indiğinde sana bir zarar verme ihtimalini göz ardı edemeyiz.”
“Allah’ın izniyle bana hiçbir zarar veremez. Mişkoların çoğunda cüsse var, ama yürek bizde!”
“Onda şüphe yok. Fakat bu şartlarda hücresine inmen ciddi bir risk taşır. Tek başına onu bertaraf etmeye muvaffak olamayabilirsin. Böyle bir durumda daha da hırçınlaşır. Bakanlık onun yerine bizi paket eder bu sefer.”
“E, iyi ya abi, kurtulmuş oluruz bu kefereden.”
“Hiçbir şey yapamadan yükümüzü ağırlaştırmamak gerekir. Başka bir çare düşünmeliyiz.”
Sadık, hücre arkadaşlarının fikirlerini dinledi. Hücredeki herkes çarenin ne olabileceği konusunda birbirine yakın görüşlere sahipti, ama yöntem belirlemek ve bunu uygulamak için ciddi bir planlama ve disiplin gerekiyordu. Sadık, bir süredir üzerinde düşündüğü planı Harun ve Yavuz’la paylaşmaya ve birlikte olgunlaştırmaya karar verdi.
“Kardeşlerim, hapishanelerde nadiren karşılaşılan ve şeytanın bile yapmadığı bu çirkefliği sona erdirmenin yolu belli ve bunu üçümüz de biliyoruz.”
“Haklısın abi. İslam’ın emri de aklın yolu da bir.”
“Burada Allah’ı şahit tutarak sırf O’nun rızasını elde edebilmek için içerideki ve dışarıdaki Allah düşmanlarına ibret olması adına sizleri bir eylem koymaya davet ediyorum.”
Yavuz tutamadı kendini: “Allahu Ekber!”
“Buyur abi, düşündüğün plan nedir?”
“Biz bu eylemi yaparken ne kınayıcının kınaması ne de tağutun cezalandırması gibi şeyleri asla hesaba katmayacağız. Eğer hasbi olursak Rabbimizin (cc), bu ameli bizden kabul buyurmasını ümit edebiliriz.
Sadık tasarladığı planı şöyle anlattı onlara:
“Kardeşlerim. Günlerdir idareye bu konuyu aktarıyoruz. Fakat bildiğiniz gibi en azından şu âna kadar hiçbir müspet geri dönüş alamadık. Şimdi… İleride bu eylemi yapmadan önce elimizden gelen ve yasal her türlü tertip ve tedbire başvurduğumuz kayıtlara geçsin diye yarın sabah bakanlığa hitaben ayrı ayrı birer dilekçe yazıp gönderelim. Her birimiz dilekçelerimizi verdikten sonra dilekçelerin bakanlığa gönderildiğini belirten protokol tarihini ve numarasını da talep edelim. Bu, rutin bir işlemdir. Aynı gün gelir bu bilgiler.”
“Maşallah abi. Çok iyi düşünmüşsün.”
“Bundan sonrası bize kalıyor.”
“Evet abi, biz hazırız, inşallah.”
“Kardeşlerim, planımızın ikinci aşamasına gelince… Biliyorsunuz, resmî tatil günlerinde vardiyada bulunan memurların sayısı sınırlı olur. Acil kodla yardım isteseler dahi takviye ekipler gelene kadar biz işimizi bitirmiş olacağız. Şimdi bunun ayrıntısına geçiyorum. Önümüzdeki çarşamba günü resmî tatil. O gün sabah sayımı sonrası gece vardiyasındaki elemanların tamamen gittiğinden emin olduktan sonra acil çağrı butonuna basacağız. Butona basılınca iki memur gelir. Gelecek olan iki memura Yavuz’un baygınlık geçirdiğini ve derhal revire kaldırılması gerektiğini söyleyeceğiz. Onları panikleterek kapıyı açmalarını sağladıktan sonra her ikisini de içeriye alacağız. Üçümüz tek bir adamın saldırması gibi onların üzerine çullanıp önceden hazırladığımız çamaşır ipleriyle ellerini bağlayacak ve ağızlarını da havluyla kapatacağız. Onları içeride bırakıp üzerlerine kapıyı kilitleyeceğiz.”
“Kameralardan takip ediliyorlardır abi.”
“İşte bu nedenle çok seri hareket etmemiz gerekiyor Harun.”
“Kesinlikle.”
“Üçüncü aşamaya ise şöyle: Anahtarları aldıktan sonra bitişik koridorda bulunan Mişko’nun hücresine yöneliyoruz. Tabii hiçbir panik emaresi olmamalı. Mişko’nun hücresine geldiğimizde Harun kapıyı seri bir şekilde açacak.”
Yavuz araya girdi hemen: “Abi, ben o ânda içeriye dalarım…”
“Evet Yavuz, seninle beraber içeriye dalıp Mişko’yu etkisiz hâle getireceğiz. Onu cezalandırdıktan sonra sen hemen çatıya çıkıyorsun.”
“Tamam abi.”
“Mişko’nun kafasını, onu cigarayla motive edip gaz veren bitişikteki iblislerin üzerine boca ediyorsun.”
“Emrin olur abi.”
“Onlara, ‘İşte bu; Allah’a, Kitab’ına ve Resûl’üne dil uzatan ifritler ile mişkoların eninde sonunda karşılaşacakları kaçınılmaz akıbettir!’ diyecek ve tekbir üstüne tekbir getireceksin. O sırada jandarma ve diğer memurlardan takviye güçler gelmek üzere olur. Onlar gelene kadar tekbirler getirip gerideki İslam düşmanlarına ibret olacak şekilde onlara layık oldukları cezayı vermede bizleri vesile kıldığı için Rabbimize hamdedeceğiz.”
“Allahu Ekber!”
Birinci Bölümün Sonu
İlk Yorumu Sen Yap