Medine’ye geleli epey olmuştu. Müslümanlar, vakitlerinin çoğunu Peygamberin kurduğu mescidde geçiriyorlar, onun imamlığında namazlarını kılıyorlardı. Biz küçükler de sık sık cemaate katılıyor, babalarımızın yanında saf tutuyorduk.
Peygamberimizin evi, hemen mescidin bitişiğindeydi. Bazen evinin önünde oyunlar oynuyor, belki sesimizi duyup çıkar da pamuk gibi elleriyle başımızı okşar diye umuyorduk.
Dışarı çıktığı zamanlarda da hemen etrafını sarıyor, onunla az da olsa sohbet etme imkânı buluyorduk.
O kadar güzel ve yumuşak konuşuyordu ki bizimle, konuşması hiç bitmesin istiyorduk.
Bir gün evinden hızla çıktı ve namaz vakti olmamasına rağmen mescide girdi… Bizi görmesine rağmen, selam dahi vermemişti. Önemli bir mesele olduğunu hemen anlamıştık. Arkadaşlarım ve ben, Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem takip ederek ardından mescide girdik. Mescidde Ebubekir, Ömer , Sad b. Muaz, Esad b. Zürare ve birkaç sahabe daha vardı. Rasûlullah’ı telaşlı görünce etrafını sardılar. Biz de hemen arkalarında duruyorduk. Peygamberimiz, Allah’a hamd ettikten sonra bizi fark etmiş olacak ki arkasına dönüverdi. Tebessüm etti ve sustu. Onun sükûtuyla Bilal b. Rebah bize doğru yaklaştı:
— E, hadi bakalım ufaklıklar. Siz dışarıda oyununuza devam edin. Önemli bir gelişme olursa, biz sizi haberdar ederiz, dedi.
Bizi mescidden çıkardı. Çok geçmedi ki, hepsi dışarı çıktılar ve koşar adımlarla evlerine dağıldılar. Bizim merakımız hepten artmıştı. Neler olduğunu öğrenmenin tek bir yolu vardı, evlerimize gidip beklemek…
Arkadaşlarımla mescidde buluşmak üzere sözleşerek evlerimize gitmek için ayrıldık. Soluk soluğa kalmıştım. Annem, beni kapıda görünce:
— Neyin var oğlum, nedir bu hâl? dedi.
Ben mescidde olanlardan ve Rasûl’ün telaşından bahsetmeye başladım ki; Medine’de tellalların sesi duyuldu.
Dışarı fırlayıp pürdikkat dinlemeye başladım.
— Duyduk duymadık demeyiiiiin… Mekke liderlerinden Ebu Sufyan’ın kervanı, Şam’dan dönmekte. Rasûl, bu kervanı vurma kararı almış olup, isteyen Müslümanların bu birliğe katılmasını buyurmaktadır.
Demek telaşın sebebi buydu.
İşte beklenen an gelmişti… Herkes, malını mülkünü Mekke’de bırakarak dinini yaşamak için Medine’ye hicret etmişti. Mekke’deki müşrikler de, Müslümanların eşyalarını yağmalamışlar, evlerini sahiplenerek orada oturmaya başlamışlardı. Nihayet Müslümanlar, kendi mallarını gasbeden müşriklerden öçlerini almanın bir fırsatını bulmuştu.
Çok kısa bir süre içerisinde Müslümanlardan, kılıcını kapan gelmişti. Benim gibi arkadaşlarım da sefer ilanını duymuş, çoktan mesciddeki yerlerini almışlardı. Gittiğimde bana ayırdıkları yere oturarak onlarla beklemeye başladım.
Herkes kendi arasında konuşuyor, Rasûl’ü bekliyordu. Biz ise Ebubekir, Ömer ve diğerlerinden gözlerimizi alamıyorduk. Her biri aslanlar gibi yırtıcı, cesur ve hırslı duruyordu… Hele Ali… Rasûl’ün damadı… Kılıcını kuşanmasıyla heybeti öyle artmıştı ki; onu gören savaşmaktan korkardı…
Ya Hamza… Peygamberin amcası… Normal zamanlarda, yanımdan geçtiğinde kalbim yerinden oynuyordu heyecandan… Şu an, ona bakmaya korkuyorum. Zırhının içinde, o kadar azametli ki…
Arkadaşım beni dürterek:
— İşte Peygamberimiz geliyor, dedi. Zırhını giymişti, o da. Kılıcını kuşanmıştı. Herkes suspus oldu, Rasûlün ağzından çıkacak söze odaklanmıştı…
Peygamberimiz, saflar arasında dolaşarak birkaç kişiyi yaşının küçük olması sebebiyle birliğin içinden çıkardı. Rasûl’e karşı gelme korkusu olmasaydı, eminim her biri yalvarıp yakarırdı. Ama Rasûl: ‘Siz ayrılın’ dedikten sonra yapılabilecek bir şey yoktu.
Kalbim güm güm diye atıyordu… Bir gün ben de şu mücahidler gibi olabilecek miyim? Ali gibi heybetli, Ömer gibi gözü kara, Hamza gibi cesur anılabilecek miyim?
Tam hayallere dalmışken Rasûl’ün sesini duydum…
— Haydi çıkıyoruz, demişti…
Medine ehli, bu 300 kişilik birliği, şehrin çıkışına kadar yolcu etti. Tabi ben ve arkadaşlarım da…
Ordu yavaş yavaş gözden kayboluyordu ki aklımıza bir fikir gelmişti. Ordunun peşinden gidip, savaş yerine çok yaklaşmadan, onları izleyebileceğimiz bir yer bulabilirdik… Kimseye görünmeden, evden su kırbalarımızı, ihtiyacımız olan erzak torbasını alarak orduya yetişmek için olanca gücümüzle koşuyorduk. Hava sıcaktı. Aylardan Ramazan’dı… Susuzluğa dayanacak hâlimiz kalmamıştı. Aramızda istişare ederek seferî olduğumuza ve oruçlarımızı bozabileceğimize kanaat getirmiştik. Bu bir içtihaddı. O kadar Suffe ashabıyla oturup kalkıyorduk ki fıkhi içtihadlar yapmamızda ne sakınca olabilirdi. Suyumuzu kana kana içtikten sonra daha da canlanmıştık. Artık orduya yetişmemiz an meselesiydi.
Ve ordu göründü… Bir tuhaflık vardı. Neden burada durmuşlardı. Çok alakasız bir yerdi. Biraz daha yaklaşıp onları duymak istiyorduk ama yakalanmaktan korkuyorduk. Yakalanırsak, bizi geri gönderebilirlerdi.
Rasûl’ün sesi, bölük pörçük geliyordu…
Aaaaaaa… Galiba Ebu Sufyan, ordunun geldiğinden haberdar olmuş ve kervanın yönünü değiştirmiş, çoktan uzaklaşıp gitmiş bile…
Offffff, şimdi ne olacak? Boşuna mı o kadar yolu katettik. Arkadaşım beni dürterek:
— Bir dakika, Rasûl konuşmaya devam ediyor. Hiiiiiiii, arkadaşlar Mekke büyük bir ordu ile üzerimize geliyormuş. Rasûl: ‘Savaşmak ister misiniz?’ diyor, dedi.
Sahabeler tek tek konuşma yapıyorlar. Homurdananlar var. ‘Savaş için gelmedik, kervan için geldik. Kervan yoksa geri dönelim’ diyorlar. Rasûl yüz çeviriyor onlardan.
Ensardan Sa’d bin Muaz amca konuşuyor şimdi:
— Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bize şu denize girin desen, biz gözümüzü kırpmadan gireriz. Anamız babamız sana feda olsun…
Bu hikaye çocuklar için kaleme alınmış bir yazı dizisidir.
İlk Yorumu Sen Yap