Yakalayın Zamanı! – 1

 

Birçoğumuz zamanın hızla akışından, işlerimizi yetiştirememekten şikayetçiyizdir. Öyle bir baskı kurmuş ki zaman üstümüzde, elimizi bağlamış, ağzımızı bantlamış, ‘ben kaçıyorum, yakalayabilirsen yakala’ diyor sanki. Sözüm ona bu zamanı yetiştiremeyenlerimiz de nereye koşsun? Hareket edemiyorlar ki(!) yoğun mu yoğunlar. Ne mi yapıyorlar? Ütü, bulaşık, çamaşır, yemek, ev temizliği, çocuğun bakımı, kocanın derdi, haftada bir de bir ders halkasına katılıyorlar. Tüm bunlar dillerine dolamışlar (dolamışız) kitaba, ilme, zikre, fikre, bakımın dışında çocukla oyun oynayıp özel ilgilenmeye vakit bulamıyoruz diyorlar.

 

Elbette bu işler yabana atılacak şeyler değil. Hakkıyla yerine getirildiğinde epey bir meşguliyet sebebi. Ancak gündem etme nedenimiz, mazeret olarak ileri sürülen işlerin de hakkı pek verilmiyor gibi…

 

İtirazlar yükseliyor mu dillerden bilemiyorum ama dost acı söylermiş. Ben gördüklerimi kağıda dökeyim, mümkünse itirazlara da cevap verebilirim.

 

Kardeşler, Allah zamanı yarattı ve herkese eşit paylaştırdı. Bir günlük zaman dilimini 24 saat olarak tayin eden Allah, kimseye fazladan joker saat ikram etmedi. Adem’den aleyhisselam bugüne, tüm sorumlular sorumluluklarını bu 24 saatlik zaman dilimine sığdırdı, sığdırıyor, sığdıracak, sığdırmalı.

 

Geçmişle günümüz arasında bir kıyas yapmak doğru olmayacağı için siz değerli hanım kardeşlerime uzun zamandır tanıdığım bir hanımın hayatını örnek vererek devam etmek istiyorum.

 

Meslektaşınız (ev hanımı) olan hanımla tanıştığım zaman tam altı çocuğu vardı. (Daha evlenirken eşinin koyduğu şartlardan biri çok çocuk sahibi olmakmış şu an sekiz çocukları var) Sizin yoğun iş diye sıraladığınız tüm sorumlulukların fazlası, onun sırtındaydı. Buna rağmen bakın ablanın yaşam temposu nasıldı?

 

Çocukları Belçika’da doğmuşlar, Fransızca biliyorlardı. Kahire’ye yerleşince yeni bir dil daha öğrenmeye başladılar. Arapça… Keşke bir dil olsa… Yanında İngilizce ve Almanca… Okul dersleri hemen hemen hepsinin başarılıydı. Ders dışında el becerileri gelişsin diye anneleri, el işi hocası ayarlamıştı. Haftada bir gün Türk çocukları ile bir araya gelip hadis öğreniyor ve etkinlik yapıyorlardı.

 

Altı çocuğun yaşadığı ev… Hayali kaos… Ama gerçekte hiç de öyle değildi. O evi sadece yemek saatlerinde ve misafir geldiğinde dağınık görebilirdiniz. O da, yemeğin hemen ardından evin en büyük kızları (ki yaşları o zaman 10 idi) sofrayı toplar, faraş ve süpürgeleriyle yerleri temizlerlerdi. İşte dağınıklık da bitti… Çocukları kirli elbiseler ile hiç görmedim. Dolapları çok düzenliydi. Hatta bu düzenin sağlanmasında 5 yaşındaki (şimdi on bir yaşında) Esma’nın da payı vardı. Anne çocuklarıyla sanki iş bölümü yapmış, herkes sorumluluklarını bellemişti.

 

Yemekler özenle hazırlanıyor, bizim yaptığımız gibi çocukların önüne hep aynı menü konulmuyordu.

 

Ablamız evine ve çocuklarına verdiği önemi kendinden de esirgemiyordu. Kişisel bakım, sağlıklı yaşam için spor, ve manevi donanımı için ne gerekiyorsa yapıyordu. Tüm bunlar olurken evinden misafir de eksik olmuyordu.

 

Şimdi soralım kendimize… Bu hanımın tüm işlerini yetiştirebilmesine rağmen, bizim buna muvaffak olamamamızın nedeni ne olabilir? Evi düzenleyeyim derken, kocayı ihmal etmemizin, çocukları öncelerken evi heyelan alanına çevirmemizin, kendimize zaman ayıramayışımızın ya da elimize kitabı, Kur’an’ı bir türlü alamayışımızın sebebi ne olabilir? Elbette bir çok alternatifi olmakla beraber zannımca ve daha doğrusu gördüğüm kadarıyla bunun en temel sebebi bizim uykuya çok düşkün oluşumuzdan başka bir şey değildir.

 

Ne yat saatimiz belli, ne kalk saatimiz… Gün oluyor gece bire ikiye kadar karı-koca, çoluk-çocuk ayakta… Gün oluyor aynı taife misafirlik dönüşü nedeniyle sokakta… Bu kadar geç yatan bir ailenin üzerine gün doğuyor, ama aile batarken yakalıyorsa nasıl yetiştirsinler işlerini kalan kısacık zamanda?

 

Uzatmayalım. Ben size filmin özetini vereyim. Anne yarım açtığı gözleri ile çocuklardan birini kahvaltısız okula yollamış. Beslenme listesini kim takar pastaneler neden açılmış? Okul arkadaşları bu tembel anne nedeniyle çocuğa poğaçacı amca lakabı takmış… Kimin umurunda… Öğle namazından biraz evvel hayata gözlerini açan anne işe nereden başlasın? Uyku tüm bedeni dinlendireceği yerde yormuş (zamansız olduğu için) bırak ev bugün de pis kalsın(!)

 

Zamansızlıktan yakınan hanım, geç kalktığı yetmeyip sabah tüm sorumluluklarını aksattığı gibi bir de telefonu alıp önce gezmeye gitmek için yer ararmış, sonra da ona eşlik edecek arkadaş. Akşam namazına yakın gezmeden dönmüş. Koca yolda, çocuk serviste. Alelacele önlerine konulacak özel yemeğin(!) suyu tencereye konulmuş… Menüde yine makarna… Yemeğin ardından çay, meyve ve şekerleme (yine uyku) faslı… Sonra daha önce dediğimiz gibi ya ailecek bir yere gidilmiş ya da başka bir aile misafir olarak davet edilmiş… Kitap, zikir, fikir nerede kaldı?

 

Oysa sabah erken kalkmış olsaydık bu filme bambaşka bir senaryo yazılacaktı. Evin işi de yapılacak, arkadaş ziyaretine (gezmeye değil) de vakit kalacak, kişinin kendini geliştirmesine de… Büyüklerimiz ne demiş:

 

Erken kalkan yol alır…

 

Bir başka zaman hırsızı da, hayatımızda önceliklerimizin olmayışıdır. Güne ne zaman, nasıl başlayacağını planlayan; yapılacak işlerde, görüşülecek kişilerde öncelik sıralaması oluşturan birey, zamansızlık derdinden kurtulacaktır.

 

Herkesin bildiği bir hikayeyi bir kez de bu satırlardan yinelemekte fayda görüyorum. Ders hocası kürsüye gelir. Elinde büyükçe bir kavanoz vardır. Ve taş parçaları… Hoca bu taşları kavanoza atarak sorar:

__ Arkadaşlar sizce bu kavanoz doldu mu?

 

Taşlar hayli yer kaplamıştır. Bir taşın daha girmesi mümkün görünmemektedir. Öğrenciler:

__ Evet doldu, derler.

 

Hoca bu sefer küçük çakıllar çıkarır ve kavanoza atarak taşların arasından geçmeleri için hafifçe silkeler. Yine sorar aynı soruyu. Gençler bu sefer gülümseyerek, işin içinde bir hinlik sezinleyerek:

__ Yok hocam dolmadı, derler. Nitekim Hoca çoktan kumu boşaltmaya başlamıştır bile kavanoza. Soruyu tekrar etmesine fırsat vermeyen öğrenciler:

__ Hocam bir şeyler daha sığar oraya, derler. Ve Hoca sürahideki suyu da kavanozdan taşana kadar doldurur. Ve öğrencilerine ne ders çıkardıklarını sorar bu deneyden. Her birinin verdiği yanıttan sonra hoca der ki:

__ Kavanoz sizin hayatınızı simgeler. İlk koyduğumuz taşlar ise sizin önceliklerinizdir. Yani siz, aileniz, çocuklarınız ve hedeflerinizdir(ilim, ibadet hayatınız, dersleriniz). Diğer şeyleri kaybetseniz de onlar kalır ve hayatınızı doldurur. Çakıl taşları ve diğerleri ise hayatınızda daha az değeri olan hobileriniz, arkadaşlarınız, işlerinizdir. Şayet kavanoza önce kum veya çakıl taşlarını doldursaydınız ya da suyu en başta kullansaydınız taşları o kavanoza asla sığdıramayacaktınız.

 

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir… Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır…

 

Dikkatinizi ahiret ve dünya mutluluğunuz için değer taşıyan önceliklerinize çevirin…

(Devam edecek inşallah…)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver