Mutasavvıfların Allah Tasavvuru

Allah’ın Adıyla…

Allah’a hamd eder, O’nu tüm eksiklerden tenzih ederiz. Şahitlik ederiz ki; O tektir, bütün ihtiyaçların kendisine arz edildiği Es-Samed’dir. Benzeri, ortağı ve dengi yoktur. O yaratan, biz kulları ise yaratılanız.

‘Yarattıklarını O’ndan bir cüz kılan’

anlayıştan O’nu

subhanehu ve teâlâ

tenzih eder, bu anlayış ve sahiplerinden teberri etmeyi kelime-i şehadetin gereği olarak görürüz.

Salât ve selam bizlere Allah’ı en güzel şekilde tanıtan, O’na subhanehu ve teâlâ kulluk yollarını öğreten, O’nun rıza ve sevgisine erişme konusunda bizleri insanların akıl, zevk, ilham ve şeytani vesveselerine muhtaç bırakmayan en güzel örnek Muhammed Mustafa’ya olsun.

Tasavvuf erbabına tasavvufun ne olduğu, gayesi ve İslam’ın hangi yönünü ön plana çıkardığı sorulduğunda genelde ‘Marifetullah’ dediklerini duyarız. Allah’ı hakkıyla tanıma/marifet ve bu tanımaya bağlı olarak O’na subhanehu ve teâlâ hakkıyla kulluk etmenin tasavvufun nihai gayesi olduğunu söylerler. Toplumun tasavvufa ve ehline olan saygısının altında da bu hakikat yatar. Tek amaçları Allah’ı tanımak, O’nu subhanehu ve teâlâ gönülden sevmek ve O’na hakkıyla kulluk etmek olan bu insanları; Allah’ın dostları, Allah erleri gibi isimlerle anar ve severler.

Tasavvufun bu iddiasına karşılık; tasavvufta kaynak olarak kabul edilen kitaplar, yolun piri, taifenin seyyidi, makamların ve hâllerin üstadı, pir-i mügan gibi lakaplarla ta’zim edilen insanların nasıl bir Allah inancına sahip olduklarına mercek tuttuk.

Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki okumalarım ve yazımı yazma sürecinde sürekli ‘Allah subhanehu ve teâlâ zalimlerin ve müşriklerin söylediklerinden ne de yücedir’ sözünü vird edindim. Allah’a hakaret edildiğini işiten bir Müslümanın ruh hâlini yazı boyunca hissettim. Daraldım, sıkıldım, bunaldım.

Yine belirtmeliyim ki çok meşhur zatların Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı söylediklerinin onların sözleri olup olmadığını bilmiyoruz. Tasavvufa felsefe bulaştıran ve ona yeni bir hüviyet kazandıran zındıkların, görüşlerini meşrulaştırmak için bu zatlara iftira etme olasılığı da mevcuttur. Bu sebepten bizleri ismi geçen şahıslar değil bu fikirler, bu fikirleri kitaplarına alıp yayanlar, bu kitapları kutsayanlar ilgilendirmektedir…

Sürekli Allah aşkından söz eden, efendisi Şems-i Tebrizi’yle arasındaki akla ve fıtrata sığmayan ilişkisini Allah sevgisine ulaştıran bir merdiven olarak izah eden, Allah aşkını anlayamadığımızdan ikisinin arasındaki ilişkiyi de anlayamayacağımızı iddia eden Mevlana Celaleddin Rumi nasıl bir Allah’a inanıyor?

Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam (Mevlana) medresede bilgiler saçıyordu. Ders esnasında ‘Gerçek murit şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir.’ dedi. Bir adam Beyazıd’i Bestami’nin muridlerinden birine: ‘Şeyhin mi büyük yoksa Ebu Hanife mi?’ diye sordu. O ‘Şeyhim’ dedi. ‘Ebubekir mi büyük yoksa senin şeyhin mi?’ diye sordu. O yine ‘Şeyhim’ diye cevap verdi. Adam birer birer tüm sahabeyi saydı. O yine ‘Şeyhim’ dedi. Adam ‘Muhammed mi büyük senin şeyhin mi?’ diye sordu. Yine ‘Şeyhim büyüktür’ dedi. En sonunda ‘Allah mı büyük senin şeyhin mi?’ diye sordu. Murid: ‘Ben Allah’ı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka kimseyi tanımam, hep onu tanırım.’ dedi.

Başka bir müride ‘Allah mı büyük senin şeyhin mi?’ dediler. O da: ‘Bu iki büyük arasında hiçbir fark yok’ diye cevapladı.

Ariflerden biri de: ‘Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki, bu farkı ortaya koysun.’ dedi.

‘Allah görünmediği için peygamberler ona naib/vekil oldu. Hayır, hayır… Böyle değil. Bu naible (Peygamberi) niyabet edileni (Allah’la) birbirinden ayırmak çirkin bir şeydir. Burada ikilik yoktur.’ (Kabalcı Yayınevi, Ahmet Eflaki, Ariflerin menkıbeleri, Sayfa 265)

Bu ilim halkasından ne anlamalıyız? Şeyhin Allah’tan büyük olduğunu, şeyh ile Allah veya Peygamber ile Allah arasında fark olmadığını, eşitlik olduğunu… Ayrıma gitmenin, yani tevhid inancının çirkin bir şey olduğunu…

İçki masasında oturup alem yapan bir sarhoşa şöyle bir sorunun sorulduğunu farz edelim: ‘Allah subhanehu ve teâlâ kadın kılığına girip ya da bir kadına hulul edip, bir insanın cinsel ihtiyaçlarını karşılar mı?’

Elindeki içki şişesiyle Rabbine isyan eden, İslam’la ilişkisi sadece bu dine müntesip olmakla sınırlı olan birinin dahi bu soruyu sorana fiziki, en azından sözlü bir tepki vereceği kesindir. (Bir avukat beyin aktardığına göre içki sofrasında şöyle bir hadise cereyan ediyor. Sarhoşlar şarkı söylemeye başlıyorlar. Aralarından biri bir alevi türküsü söylüyor ve bir yerinde ‘Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali’ diyor. Arkadaşları tepki gösteriyor. ‘İçki sofrasına Peygamberimiz ve Ali efendimizi karıştırma.’ Adam söylemekte ısrar edince sofradan biri dine karşı bu saygısızlığı adamı bıçaklayarak cezalandırıyor.)

Bu soruya Mevlana’nın nasıl cevap verdiğine bakalım:

‘… Yine Sultan Veled’den nakledilmiştir. Bir gün ileri gelen sufiler babam Hudavendigar’a ‘Ebu Yezid, ben ilahımı daha sakalı bitmemiş bir genç biçiminde gördüm’ buyuruyor. ‘Bu nasıl olur?’ diye sordular. Dedi ki: ‘Bunda iki hüküm vardır: Beyazıd Bestami, Allah’ı subhanehu ve teâlâ sakalı bitmemiş genç suretinde görmüş ya da Beyazıd’ın isteğinden dolayı Allah onun gözüne sakalı bitmemiş genç çocuk biçiminde görünmüştür.’ (Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Sayfa 484)

Dağları çatlatıp, semayı parçalayan, denizleri kaynatıp, yerleri sarsacak bu ğaliz küfrün etkisi daha geçmeden, hemen ardına şu menkıbeyi anlatır Eflaki:

‘Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında bir hanımı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağlarına taraf gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaret ederek ‘Haydi gidin! Kimya Hatun’u buraya getirin; Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır’ buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlanırken Mevlana da Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatun ile konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu (Kimya) aramaya hazırlanan dostlarının karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına engel olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra ‘İçeri gel’ diye bağırdı Şems. Mevlana içeri girdiğinde Şems’ten başkasını göremedi. Bunun sırrını sordu ve ‘Kimya nereye gitti?’ dedi. ‘Yüce Allah beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi.’ buyurdu Şems.

İşte Beyazıd’ın hâli de böyleydi. Tanrı ona sakalı bitmemiş bir genç suretinde göründü.’ (A.g.e. Sayfa 484)

Dilinden Allah ve marifetullah lafızları eksik olmayanların ‘Allah’ dediklerinde kast ettikleri budur işte…

Mevlana, Sultan Veled’e soruyor: ‘Bahaeddin sana Allah’ı göstermemi ister misin?’ ‘Büyük bir lütuf olur.’ dedim bende.’

Bunun üzerine Mevlana oğluna uzun bir riyazet metodu öğretiyor. Günün neticesinde yirmi saatini Allah için harcayacağı bir program veriyor. Ve şöyle sonlandırıyor bu teklifini:

‘Ondan sonra ne kadar istersen ve elinden geldiğinde Allah’ı gör ve sevgiliyle aşk oyunları oyna. Artık ona ne söylersen, ondan ne ararsan kolayca elde edersin.’ (A.g.e. Sayfa 204)

Mevlananın aşk oyunları oynanabileceği Allah ile bizim inandığımız tüm eksiklerden münezzeh, El-Kuddus ve El-Selam olan Allah aynı değildir elbette. Tüm putperestlerin zihinlerinde inşa ettikleri ve tapındıkları bazı ilahları vardır. Onların ilahı beşere kıyas edilen, her türlü eksikliğin izafe edildiği bir ilahtır. Müminlerin inandığı, rızası için yaşadığı, uğruna canlarını ve mallarını feda ettikleri ilahsa; O subhanehu ve teâlâ müşriklerin ona nispet ettikleri eksiklerden münezzehtir.

‘Babam Ramazan ayında bir evde inzivaya çekilerek, on güne yakın kimseye yüzünü göstermedi… Konya’nın bilginleri, fakirleri, emirleri ve bütün insanlar medreseye gelip, biz Mevlana’nın ayrılığına dayanamıyoruz dediler, kıyameti koparıp ağlayıp sızladılar… Ben durumu babama bildirdim. Üç gün müddet istedi. Arkadaşlara haber verdim… Üç gün geçtikten sonra sabahleyin geldim ve kapının aralığından hücrenin içine baktım. Hücrenin her tarafının Mevla’nın mübarek vücudu ile dopdolu olduğunu gördüm. Hatta yarıklara pamuk tıkanması gibi, kapının aralığı da Mevlanayla tıkanmıştı… Bu heybetli manzara karşısında bağırarak kendimden geçtim. İki kez bu manzarayı gördüm. Son defasında tekrar baktım. Onun cisminin güzellik ve zayıflık bakımından eski hâlini aldığını ve mübarek eliyle vücudunu okşadığını gördüm. Vücuduna ‘Aferin! Aferin! İyi dayandın. Tur Dağı buna dayanamamış parça parça olmuştu. Sen bunu kaldırabildin. Senin gibi Yar-i Gar’a aferinler olsun’ dediğini işittim.’ (A.g.e. Sayfa 219)

Musa aleyhisselam Allah’ı subhanehu ve teâlâ görmek isteyince, Allah bunun imkansız olduğunu ve beşer takatinin çok üstünde bir şey olduğunu ona bildirmiş, dağa tecelli ederek dağı paramparça etmiştir.

“Mûsa, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (7/Araf, 143)

Ancak ne ilginçtir, Tur dağının dayanamadığı ve Musa aleyhisselam için mümkün olmayan, Mevlana’nın bedeni için mümkün olmuştur. Tabi oğlunun olayı anlatırken özellikle belirttiği bir noktayı da gözden kaçırmamak gerekiyor: Mevla’nın cesedi o kadar büyüyor ki tüm odayı kuşatıyor, kapı deliği dahi o suretle doluyor!!! Acaba bu durumda Allah nereye tecelli etmiş oluyor? Ya da hangi surette zuhur ediyor?

Son bir nakille bu faslı bitirelim:

‘Kira Hatun, Mevlana’nın yırtık feracesini, Mevla’nın üzerinde dikiyordu. Bir elbiseyi insanın üzerinde dikerken ağza bir şey almak bilinen bir adettir. Örneğin; bir yaprak, bir saman çöpü veya bir kağıt parçası alınır. Böyle bir şeyi ağza almadan dikmeyi uğursuz sayarlar. Kira Hatun aklından ‘Acaba Mevlana da mübarek ağzına bir şey aldı mı?’ diye geçirdi. Mevlana hemen: ‘Bunun önemi yok; sen adam akıllı dik. İşte ben ağzıma ‘Kul huvallahu ahad: De ki Allah tektir…’i aldım ve Allah’ı dişimle adamakıllı yakaladım’ buyurdu.’ (A.g.e. Sayfa 235)

Allahlaşma iddiasında bulunan bu zındık taifesinin ‘İslam’da uğursuzluk’ inancının olmadığını bilmiyor olmalarına hiç şaşırmadık doğrusu. Bu denli şeriat cahili adamlardan başkası bu sapkın inançları dillendiremezdi zaten… Kira Hatun’un aklından geçeni Mevlana’nın hemen fark etmesine de şaşırmamış olmalısınız! Öyle ya Allah’ın kendisine hulul ettiği bir adamın (!) O’nun subhanehu ve teâlâ sıfatlarından birine sahip olmasından daha normal ne olabilir? Bir önceki nakilde her yeri, odanın kapı deliğini dahi dolduran ilahlarının bu örnekte dişle tutulabilecek boyutlara gelmesi de dikkat edilmesi gereken hususlardan.

Şirk zihniyetinin temeli çelişki üzerine kuruludur. Hak birbirine uyumlu ve çelişkisiz olduğu oranda, batıl uyumsuz ve çelişkilidir. Bu birazda yalancının durumuna benzemektedir. Hayatlarını yalan (Kur’an’ın ifadesiyle zan) üzere bina edenler zamanla ilk söyledikleri yalanı unuttuklarından; son söyledikleriyle ilki arasında uçurumlar olur.

Ayrıca şu sorunun cevabının da vuzuha kavuştuğuna inanıyorum: Allah ve Rasûlü’ne düşman olan, İslam’a karşı nefreti körükleyen çalışmalara milyon dolarlar harcayan Batı dünyası; nasıl olur da Mevlana’yı bu denli sever. Kitaplarını her dile tercüme eder ve bir yılı Mevlana yılı olarak ona adar?

1400 yıldır var olan ve hak ve batıl mücadelesinin son perdesini temsil eden iman-şirk kavgasında Batı, Mevlana’nın İslam inancına verdiği zararın onda birini dahi vermemiştir. Böyle bir adamı sevmeyecek de ne yapacaklar? Özellikle son yüzyılda Müslümanlarla savaş yoluyla başa çıkamayacağını anlayan alem-i küfrün, itikadi ve ameli tahrip faaliyetlerinde Mevlana’dan daha iyi bir malzeme bulması mümkün değildir.

Aslında bize şunu diyorlar: Bizler sizin topraklarınızı işgal edip, namuslarınıza el uzattığımızda, Moğollar İslam alemini talan ettiğinde Mevlana’nın yaptığı gibi yapın. Su gibi, toprak gibi olmaya çalışın. Allahlaşmak için riyazetle meşgul olun… Ney çalıp dönün… Sema’da vecde gelin ve dış dünyadan kopun. Siz bu işlerle meşgul olurken biz istediğimizi elde etmiş oluruz. Sizde belirli bir müddet sonra biraz açlık, biraz cinlerin yardımı, biraz da kapalı ortamların iç karartıcı havasıyla delirmiş olacaksınız.

Tasavvufun temel kitaplarından ve ana kaynaklarından sayılan ‘El-Lum’a’ kitabında aktarılan birkaç yoruma yer verelim:

Ebu Yezid el-Bestami anlatıyor:

‘Bir seferinde Allah subhanehu ve teâlâ beni kendi katına yükseltti, beni huzurunda dikti ve ‘Ey Ebu Yezid, kullarım seni görmek istiyorlar’ dedi. Ben de: ‘Beni vahdaniyetinle süsle, bana enaniyet/benlik elbiseni giydir ve beni ahadiyet makamına yükselt. Ta ki kulların beni gördüğünde desinler ki seni/Allah’ı gördük. Böylece sen bu olmuş, ben de orada olmamış olurum’ dedim.’ (Lum’a, Sayfa 461)

Bu söze göre Allah’ın huzuruna gidiliyor, Allah subhanehu ve teâlâ kulların taleplerini bir başka kulu olan Ebu Yezid el-Bestami’ye arz ediyor. Ebu Yezid de çözüm bulup Allah’a sunuyor. Allah subhanehu ve teâlâ vahdaniyet, enaniyet ve ahadiyyetinden Ebu Yezid’e verecek ve böylece Ebu Yezid ilahlaşmış olacak. Ta ki kullar Ebu Yezid’i görünce ‘Allah’ı gördük’ demiş olacaklar.

Tabi burada asıl ilginç olan şu: ‘Kullar’ım seni görmek istiyor’ Ebu Yezid’e söylenen bir söz! Fakat Ebu Yezid Allah’ı görünür kılmaya yönelik bir çözüm öğretiyor. Bunun ne anlama geldiğini iyi düşünmek gerek!

Ebu Yezid’in bu yaklaşımına tasavvuf büyükleri itiraz ediyor elbet. Elhamdulillah dediğinizi duyar gibi oluyorum. Elbette aklı başında her Müslüman buna itiraz etmeli diyorsunuz… Allah’ın, kendisiyle Allah olduğu ve ibadet edildiği ahadiyyet ve vahdaniyyet gibi O’nun zat, fiil ve sıfatlarında tek oluşuna delalet eden sıfatlarını bir kul nasıl isteyebilir? Mekkeli müşrikler bile bu kadarına cesaret edememişlerken, kendini İslam’a nispet eden biri bunu nasıl düşünebilir? Mekkeliler dahi putların Allah olmadığını, sadece O’nun yanındaki değerleri nedeniyle O’na ulaştıran ve O’nun katında şefaatçi olacak varlıklar olduklarına inanıyorlardı…

Bu beklentiniz maalesef kursağınızda kalacak. Evet, yapılan itirazlar Ebu Yezid’in tevhidi hakkıyla anlamadığı yönünde. Lakin Rasûllerin tevhidi değil, tasavvufun tevhidi… Okuyalım:

Cuneyd-i Bağdadi Ebu Yezid’in bu yaklaşımına şöyle itiraz eder:

‘Bu söz tekliğin hakikatinin, kendisini tam anlamıyla kuşatmadığı kişinin sözüdür. Bu suali, onun orada olana yakın olduğunu gösterir. Fakat bir şeye yakın olan o makamda olmuş olmaz. Onun ‘Süsle, giydir, yükselt’ sözleri hissettiği miktar ve mekanın hakikatinin bu kadar olduğunu gösterir. Ancak ona açığa çıktığı kadar payı olmuştur’ (Lum’a, Sayfa 461)

Cuneyd’den nakledilen bu söz eleştiri mahiyetindedir. Yani süsleyen ve süslenen, giydiren ve giydirilen, yükselten ve yükselen hepsi aynı şeylerdir. Ebu Yezid’in sanki iki ayrı şey varmış gibi talepte bulunması onun en yüksek makama yükselmediğinin alametidir. Ancak bunun olabileceğine delalet eden sorusu onun o makama yaklaştığını gösterir.

Bir başka sufi daha Ebu Yezid’in bu yaklaşımını eleştirir. O da Cuneyd-i Bağdadi’nin terbiyesinden geçen ve çileli yıllardan sonra tasavvuf büyüklerinden kabul edilen Şibli’dir.

‘Ebu Yezid burada olmuş olsaydı bizim çocuklarımızın elinde Müslüman olurdu…’ (Lum’a, Sayfa 471)

Şibli bu talebi çok değersiz görmekte, onların yanında yer alan çocukların dahi bu makamları aştığına işaret etmektedir.

Hocası Cuneyd de buna benzer şekilde eleştirir:

‘Ebu Yezid hâlinin büyüklüğü ve işaretlerinin yücelmesine rağmen başlangıç merhalesinden çıkamamıştır. Ben ondan son makamın kemaline delalet eden bir söz işitmedim.’ ( Ebu Yezid, Cuneyd ve Şibli’nin sözleri için bkz. el-Fikru’l-Sufi el Faslu’r Rabi el-Kavlu bi’l-Hulul)

Neredeyse tüm tasavvufi kaynakların kendisinden nakilde bulunduğu Ebu Yezid el-Bestami’nin meşhur şatahatını da hatırlatmakta fayda var.

‘Subhani (Kendimi bütün eksikliklerden tenzih ederim), Ma a’zeme şe’ni (şanım) ne de yücedir.’

Bir başka şathiyyesinde:

‘Cübbemde Allah’tan başkasını görmüyorum‘ der.

Bu sözlerine rağmen Cuneyd ve Şibli’nin yanında istenen makama ulaşamamış, tevhidi anlama ve müşahade noktasında eksikleri olduğu söylenmiştir.

Mutasavvıflar tevhid dediğinde kast ettikleri anlam budur. Her şeyin bir olması ve ikiliğin kalkması… Muvahhidlerin tevhidini ise avamın, yaşlı kadınların tevhidi olarak kabul ederler. İleride geleceği gibi tevhidin onların yanında dört mertebesi vardır. Başlangıç noktası, peygamberlerin davet ettiği ve Kelime-i Tevhid’in anlamı olan makamdır. Orta hâli Ebu Yezid el-Bestami gibi Allah olunabileceğine inanan, fakat bazen kendini Allah hissetse de bu hâlin sürekli devam etmediği insanlardır. Kemal ve nihayet ise kendini Allah görmek ve bu hâlin devamlı olmasıdır.

Bu ayırım ve vecihler, Gazali’nin tevhidi kısımlara ayırmasıyla alakalı bölümde zikredilecektir.

Bir meselenin hatırlatılmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Bazı muvahhid kardeşlerimiz tevhide dair kitap yazdıklarında ya da derslerinde, tasavvufçulardan nakillerde bulunabiliyor. Açıkçası onların tevhid dedikleri şey veya yaptıkları tarifler, tevhid değil vahdettir. Yani her şeyin Allah olması…

Tasavvufçuların Allah tasavvuru incelenirken Vahdet-i Vücud akidesine de değinmek gerekir. Vahdet-i Vücud kelime anlamı itibariyle vücudun tekliği demektir. Yani mevcut olan tek bir şey vardır. Oysa kainatta gözle görülen ve görülmeyen sayısız mevcut olduğunu biliyoruz. Mutasavvıflar hakikatte hepsinin bir olduğunu, aralarında hiçbir fark olmadığını, tek bir varlığın farklı yansımaları olduğunu söylüyorlar. Yani özünde her şey Allah olmuş oluyor, fakat suret ve dış görünüşleri farklı…

Allah’a fıtratıyla inanmış, şeriat bilgisinden yoksun bir insanın dahi kabul etmeyeceği bu safsata tasavvufta makamların sonu, rütbelerin en yükseği, menzillerin sonuncusudur. Tasavvuf yolunda çekilen tüm sıkıntılar bu ulvi(!) makama ulaşmak ve varlığın hakikatine varmak içindir. Yani tüm çaba Peygamberlerin ortak davetini iptal ve yıkmak içindir. İlk peygamberden son peygambere kadar tüm elçiler ‘Allah’tan başka ibadeti hak eden bir ma’bud yoktur ve tağutlardan uzak durun’ mesajıyla gelmişlerdi.

“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (16/Nahl, 36)

Bu davete göre ibadet edilen Allah, ibadet eden kul ve Allah’ın dışında ibadet edilen tağutlar vardır.

Tasavvuf ise vahdet-i vücudla bu hakikati yerle bir etmiş ve ibadet edilen de, ibadet eden de hepsi birdir, hepsi Allah’tır demiştir.

Bazıları ise vahdet-i vücudun böyle tefsir edilmesine öfkeleniyor, Allah dostları zannettiği insanlara bu görüşleri yakıştıramıyor. Vahdet-i vücud fikrinin kendisiyle anıldığı ve Şeyhu’l-Ekber yani şeylerin en büyüğü ünvanına layık görülen İbn-i Arabi’den Vahdet-i vücud’dan ne anladığını aktaralım:

‘… Erkek, kadını sevdiğinde onunla beraber (cinsi münasebet) olmayı ister. Kadınla erkek ilişkisinde daha büyük bir kavuşma yoktur. O da nikahtır. Bundan dolayı münasebet esnasında tüm bedenini şehvet kaplar. Bundan dolayı da tüm bedenin temizlenmesi için gusül emredilmiştir. Çünkü El-Hakk (Allah) kulun kendisinden (Allah’tan) başka bir şeyle lezzet alacağına inanmasını kıskanır. Bundan dolayı kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek ona görünmüş, tekrar dönüp kendisine bakması için onu gusülle temizlemiştir. Erkek, Allah’ı subhanehu ve teâlâ kadında müşahede ederse bu münfailde müşahededir. Kadının kendisinden yaratılması hasebiyle kendisinde müşahede ederse bu failde müşahede olur… Allah’ı kadında müşahede etmesi en kamil olanıdır. Çünkü bu durumda Allah’ı hem fail hem de münfail olarak müşahede etmiş olur… Bundan dolayı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kadınları sevmiştir. Çünkü Allah, en kamil kadınlarda müşahede edilmektedir. Çünkü Allah maddelerden soyutlanmış olarak müşahede edilemez. Allah’ın kadınlarda müşahedesi (maddeler arasında) en güzel ve mükemmel olanıdır. Buluşmanın/vuslatın/kavuşmanın en büyüğü de cinsi münasebet/nikahtır.’ (Fususu’l Hikem, 1/217)

Allah’ın kadında müşahede edilmesi, insanla Allah’ın bütünleşmesinin yani vücudun vahdet etmesinin en belirgin hâlinin kadınla yani Allah’ın madde aleminde kendinde görüldüğü varlıkla cinsi münasebette olması ve Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Sizin dünyanızdan bana kadınlar ve koku sevdirildi’ hadisinde kadınları sevmesinin hikmetinin bu oluşu…

Mesela aklınıza şöyle bir şey gelebilir: Şayet bunlar her şeyin Allah olduğuna inanıyorsa; tüm dinleri eşit görmeleri, ibadet edilen put, taş, ağaç vb. şeyleri şirk görmemeleri gerekir. Bu düşündüğümüz onların mezheplerinin lazımı değil, bizzat açıktan dillendirdikleri bir şeydir.

İbn-i Arabi, Nuh’un aleyhisselam kavminin putlarına olan bağlılığını şöyle açıklıyor:

“Şöyle dediler: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Hele hele Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğus’u, Ye’ûk’u ve Nesr’i hiç bırakmayın.” (71/Nuh, 23)

‘Şayet ilahlarını bırakmış olsalardı haktan (Allah’tan) bıraktıkları oranda cehalete düşmüş olacaklardı. Çünkü Allah’ın subhanehu ve teâlâ her ibadet edilende bir yüzü vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez.’ (A.g.e. 1/72)

Şuayb’a aleyhisselam ayırdığı bölümde de benzer şeyler söyler:

‘Birinin inandığı Allah, bir diğerinin inandığıyla aynı değildir. Herkes kendi inancını savunur, ötekinin Allah inancını kınar. Şayet insaf ehli olsa başkasının inancını kınamaz. Cuneyd-i Bağdadi’nin ‘Sufinin rengi su gibidir’ sözünü anlamış olsa; herkesi kendi inancıyla kabul eder ve Allah’ı her itikatta nasılsa öyle bilir… Allah ‘Ben kulumun zannı üzereyim der.’ Yani ben ona ancak itikadı suretinde görünürüm der.’

Burada İbn Arabi’nin güzellemesine dikkat edin. Tasavvufun sapkın iradeye teslim olma anlayışının bir ürünü olan cebr anlayışını da içine alan bu safsataya göre, mutlak bir Allah yoktur. Herkes O’nu subhanehu ve teâlâ nasıl biliyor ve zannediyorsa, Allah ona o surette zuhur eder.. Hud’a aleyhisselam ayırdığı bölümde bunu daha açık ifade eder:

‘Sakın! Sadece bir inanca sahip olup kalanları inkar etme. Bu takdirde birçok hayrı kaçırmış olursun. Çünkü Allah tek bir inancın içine hapsedilmekten daha büyüktür.’

Bunu Musa aleyhisselam ve kardeşi Harun’un aleyhisselam aralarındaki konuşmada daha açık hâle getirir ve yukarıda teorik olarak zikrettiklerini pratikleştirir:

“Mûsâ: (Tûr’dan dönünce) şöyle dedi: “Ey Hârûn! Saptıklarını gördüğün zaman bana uymana ne engel oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?” Hârûn: “Ey anam oğlu! Saçımı sakalımı çekme. Şüphesiz ben, İsrailoğullarının arasını açtın, sözüme uymadın demenden korktum” dedi.” (20/Ta ha, 92-94)

‘… Onlardan bazısı Samiri’ye uyarak buzağıya taptı, bazısı da Musa’nın aleyhisselam dönmesini ve ona bu durumu sormayı bekledi… Böylece aralarına tefrika girmiş oldu. Harun bu ayrılığın sebebinin kendine nispet edilmesinden korktu. Oysa Musa, Harun’dan bilgiliydi. O biliyordu ki buzağıya tapanların bu ibadeti Allah’ın “Senin Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesini emretti” buyruğunun gereğiydi. Allah bir şeye hükmetmişse o mutlaka olur. Musa’nın Harun’u azarlamasının nedeni buzağıya tapanları inkar etmesi ve bu konuda geniş davranmamasınaydı. Çünkü arif her şeyde Allah’ı görendir. Hatta her şeyi bizatihi Allah olarak görendir.’ (Fusus, 1/192)

Yukarıda zikrettiği teoriyi böylece pratize etmiş oldu. Ben-i İsrail’in taptığı buzağı bizatihi Allah’ın kendisi olduğundan, Harun’un bu inkarı yerinde olmamış ve kardeşi tarafından azarlanmayı hak etmiştir. Veyl olsun o dine ki buzağıya tapan müşriklerin dahi Allah’ın elçisinden tevhidi daha iyi anladığına inanmaktadır. Veyl olsun o dine ki Allah’ın kevni iradesiyle şer’i iradesini ayırt edemeyecek kadar akide de cahili olmasına rağmen dinde en üst mertebeye sahip olduğuna inanmaktadır.

Yıllar öncesinden tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım. Sürekli tebessüm etmeye çalışan, kadifemsi bir sesle konuşmaya gayret eden bu arkadaşımın hâlinde bir tuhaflık vardı. Sohbetimiz ilerleyince tasavvufa bulaştığını ve Mevlana ismiyle faaliyet gösteren bir tarikat merkezine gidip geldiğini öğrendim. Açıkça Vahdet-i vücudu savunuyordu. Bir ara o kadar ileri gitti ki sokakta havlayan köpek için ‘O da Allah’tır’ dedi…

O zaman çok şaşırmıştım. Geçmişinde tevhidi bir çizgiye sahip olduğunu düşündüğüm bu arkadaşım nasıl bu hâle gelmişti? Diyarbakır’ın meşhur üçkağıtçılarından birinin Allah’ın tecelligahı olduğunu, insanları Allah’la bütünleştirmeye çalışan bir mürşid olduğunu savunuyordu. Tarikatlarında bazılarının bu süreci tamamladığını, bir kısmının da tamamlamaya yakın olduğunu, kendinin de o yıl Ramazan’da tamamlayacağını söylüyordu. Sürekli bir ismi telaffuz ediyordu.. Şeyhu’l-Ekber diyordu: Tüm İslam tarihinde bu unvana layık görülmüş Muhyiddin İbn-i Arabi… O da bu inancı savunmuyor muydu? Benim bu denli tepki göstermeme anlam veremiyor, zorlama olduğu her hâlinden belli olan tebessümle karışık hayretini de gizlemiyordu. Bu sapkınlığında suçun tamamını bu arkadaşa yıkmak doğru olmasa gerek. Onun suçu olduğu kadar vahdet-i vücud karşısında susan ve bunu dillendiren zevatı evliya kabul eden zihniyet de suçluydu.

Bu safsataları ‘Anlaşılamaz ulvi hakikatler’ olarak tanıtanlar, bu gencin sapmasının asıl müsebbipleriydi. Bu görüşleri İbn-i Arabi mi dillendirmişti yoksa birileri onun adına uydurmuş muydu orasını bilemeyiz. Ancak kim söylerse söylesin, ona nispet edilen, kitaplarda yer eden bu hezeyanlar, ben Müslümanım diyen birinin kabul edebileceği şeyler değildi. Övülünce ulvi makam, yerilince şatahat, sekr, fena gibi kavramlarla geçiştirilmeye çalışılan bu şirk ve küfür bataklığı insanları zehirlemeye devam ediyordu. Köpeğe dahi Allah diyecek kadar çirkefleşebilen ve bunu da İslam adına yapan bu zihniyeti İslam’ın hiçbir yerine oturtmak mümkün değildi. Kendi şahsiyetleri ya da yakınları köpeklikle nitelendirildiğinde ortalığı velveleye verecek olanların söz konusu Allah subhanehu ve teâlâ olduğunda mezheplerindeki bu genişlik ya da avam ifadesiyle XL’lığı anlamak akıl işi değil.

İbn-i Arabi’ye nispet edilen güzellemelerle devam ediyoruz:

‘Bazen kul, Allah olur hiç şüphesiz.

Bazen kul, kul olur iftira olmaksızın.’ (Fusus, 1/90)

Bir başka yerde:

‘Ne ilginç! Nasıl da zatıyla niyabet etti

Rahman’ın hâlifesi için koçun yerine’ (Fusus, 1/84)

Burada kast ettiği:

İsmail’in aleyhisselam yerine kesilmesi için gönderilen koç’un bizzat Allah olduğudur.

Bu yolun büyükleri olarak anılan bazı şahısların Allah tasavvuru hakkında örnekler paylaşalım:

Cuneyd-i Bağdadi, eş-Şibli’ye dedi ki:

‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik, sonra da onu sirdaplara/mağaralara gizledik. Sen ise geldin onu insanlara anlatıyorsun!’

Şibli dedi ki:

‘Konuşan ben, duyan benim. Bu âlemde benden başkası mı vardır?’ (Et-Taarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf, 1/145-146)

Tasavvufun ‘Et-Taarruf’ gibi başyapıtlarından kabul edilen el-Luma’da ise şöyle bir diyalog aktarılır:

Eş-Şibli hocası olan Cüneyd’e sorar: ‘Ey Ebu Kasım sözde ve hakikatte Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendine yettiği adam hakkında ne dersin?’

Cuneyd cevap verir: ‘Ey Ebubekr, seninle büyüklerin makamları arasında on bin makam vardır. Başı da başladığın noktayı silmendir!’ (El-Lum’a, 487)

Soru açıktır… Hasbunallah/ Allah bize yeter zikrini hem sözde, hem de hakikatte yaşayan bir adam sorulmaktadır. Fakat yetenle, yetinilen bunların yanında bir olduğundan bu soru anlamsızdır. Ve bu kişi, ikiliği gerektiren akideyi silmeden daha yolun başlangıcında dahi sayılmamaktadır.

Ebu Yezid el-Bestami’den:

‘Otuz seneden bu yana El-Hak/Allah benim aynamdı. Bugün ben nefsimin aynası oldum. Çünkü bugün artık ben olduğum ben değilim. Benim şu sözüm ‘Ben ve Allah’ dahi hakiki tevhidi inkardır. Çünkü ben mahd/yokluğum.’ (En-Nur min Kelimati’t Teyfur, 65. Ebu Yezid el-Bestami’nin sözlerinin toplandığı bu kitap hakkında ihtilaf vardır. İbn-i Teymiyye gibi Ebu Yezid’e hüsnü zanla yaklaşanlar bu kitapta olanların çoğunun yalan olduğunu, Ebu Yezid gibi bir sünnet imamının bu sözleri söylemeyeceğini savunur. Bkz; Mecmu’l Fetava 13/257. Bu kitabı tahkik eden muasır tasavvuf ehlinden akademisyen Abdurrahman el-Bedevi ise bu kitabı ve içeriğini sahiplenir. Bu konuyla alakalı olarak İbn-i Teymiyye’nin bazı alimler ve onların vahdet-i vücuda ya da hulul inancına delalet eden sözlerine dair açıklamalarını yazımızın sonunda değerlendireceğiz…)

Başka bir yerde ondan şu nakledilir:

‘Yılanın cildinden sıyrıldığı gibi bende Beyazıdlığımdan sıyrılıp çıktım. Baktım ki aşık olan, aşık olunan ve aşkın kendisi hep aynı şeymiş. Çünkü tevhid alemde hepsi birdir’ (Tezkiretu’l-Evliya, 1/137)

Kavmin öncülerinden kabul edilen Hallac-ı Mansur’un Allah tasavvuru hakkında bazı nakiller yapalım:

‘Ben ‘Futuvvet’ konusunda İblis ve Firavun’la tartıştım. İblis dedi ki: ‘Şayet ben secde etseydim futuvvet ismi benden düşerdi.’ Firavun dedi ki: ‘Şayet ben O’nun subhanehu ve teâlâ Rasûllerine iman etseydim ben de futuvvet makamından düşerdim.’ Bende dedim: ‘Şayet ben iddialarımdan ve davamdan dönseydim futuvvet halısından düşerdim.’ İblis ‘Ben ondan daha hayırlıyım’ sözünü Allah’tan başka bir varlık/ğayr olmadığını anlayınca söyledi. Firavun ‘Ey kavmim sizin için kendimden başka bir ilah bilmiyorum’ sözünü kavminden hakla batılı ayıracak kimse olmadığını anlayınca söyledi. Ben ise (Hallac): ‘Allah’ı bilmiyorsanız bari onun eserlerini bilin, ben o eserim. Ben El-Hakkım/Allah’ım, çünkü ben hak ile el-hak oldum her zaman’ dedim. Bu konuda benim arkadaşlarım Firavun ve İblis’tir. İblis, ateşle tehdit edilmesine rağmen fikrinden dönmedi. Firavun denizde boğuldu, yine iddiasından dönmedi ve vasita/peygamber kabul etmedi. Ben ise asılsam, ellerim-ayaklarım kesilse ve öldürülsem dahi iddiamdan (yani ben el-Hakkım/Allah’ım sözümden) dönmem.’ (Et-Tevasin, 51-52)

‘Bir şiirinde:

Ben isteyenim ve isteyen benim

Biz bir bedene hulul etmiş iki ruhuz.

Beni gördüğünde onu görürsün

Onu görünce de bizi görmüş olursun.’ (Et-Tevasin, 143)

Bir başka şiirinde şöyle der:

Allah’ın dinini inkar ettim, ki; inkar vaciptir benim üzerime

Fakat Müslümanların yanında bu çirkindir. (Divanu’l-Hallac, 28)

Tabi burada sormak gerekiyor, Müslümanların yanında çirkin olup, Hallac’ın yanında vacip olduğuna göre, acaba zat-ı alileri(!) hangi dinden oluyor?

Yine şöyle der:

‘Rabbimi kalp gözüyle gördüm

Dedim: ‘Sen kimsin?’ Dedi: ‘Senim’.’ (Et-Tevasin)

Tasavvufçuların Allah tasavvurlarına dair söylediklerine devam ediyoruz:

‘Ebu Hamza es-Sufi bir gün Haris el-Muhasibi’nin evine girdi. Haris’in koyunu ‘me’ ledi… Ebu Hamza baygınlık geçirdi. ‘Emrine icabet ettim ey efendim’ dedi koyuna. Haris el-Muhasibi bu duruma karşı çıktı. Sonra eline bir bıçak aldı ve Ebu Hamza’ya ‘İçinde bulunduğun bu hâlden tevbe etmezsen seni bu bıçakla keserim’ dedi. Ebu Hamza: ‘Bu sözü dinleyemiyorsan elekten arta kalan külleri ye o zaman’ diye cevap verdi.’

Peki Ebu Hamza’nın bu itirazı ne anlama geliyor? Kitabın yazarı olan ve tasavvufun temel kitaplarından sayılan ‘Lum’a’ sahibi Tusi şöyle cevaplıyor:

‘Senin bu inkar ve itirazın tasavvufa yeni başlayan muridlerin hâllerine benziyor.’ (El-Lum’a, 495)

Buradan anlıyoruz ki; yeni başlayan ve henüz ulvi makamlara erişmeyen cahiller, koyunun Allah olabileceğini idrak etmezler. Allah’ım sen zalimlerin ve müşriklerin zannından yücesin.

Yaşadığı dönemin hatırı sayılır mutasavvıflarından Ebu Huseyn en-Nuri ise bir gün köpek sesi işitti ve şöyle dedi:

‘Emrine icabet ettim. Mutluluk içinde icabet ettim, boynum kıldan ince.’ (El-Lum’a, 492)

Evet, yanlış okumuyorsunuz… Hacıların söylediği ‘Lebbeyk’ yani emrine icabet ettim cümlesini, kıyamette ‘Ey Adem’ diye seslendiğinde Allah’a subhanehu ve teâlâ ‘Lebbeyk ve Sa’deyke’ diyerek cevap verecek Adem aleyhisselam hitabını bir köpeğe söylüyor…

‘Eş-Şibli evine gelen misafirleri uğurlarken onlara: ‘Ben nerede olursanız sizinle beraberim. Siz benim gözetimim ve korumam altındasınız’ dedi ve onları yolculadı.’

Bu ifade hepimizin bildiği gibi iki ayetten olduğu gibi alınmıştır. Tabi iki ayet de Allah subhanehu ve teâlâ için kullanılan ifadelerdir. İlki Hadid Suresi 4. ayettir. “Nerede olursanız, Allah sizinle beraberdir.” İkincisiyse Enbiya suresindeki 42. ayettir: “De ki sizi gece ve gündüz Rahman’a karşı kim koruyabilir.”

Şimdi Ebu Hamid el-Gazali’nin, tasavvufun başyapıtı kabul edilen ve mu’tedil tasavvufu temsil ettiği düşünülen, kendisiyle din ilimlerini ihya ettiği ‘İhya-ı Ulumu’d Din’ kitabına bakalım:

Tevekkülün aslı olan tevhidin açıklanması:

‘… Tevhid dört mertebedir. Öz, özün özü, kabuk ve kabuğun kabuğu…

1. Mertebe: Kişinin diliyle La İlahe İllallah demesi, kalbinin bu kelimeden gaflet içinde olması veya inkar etmesidir. Münafıkların tevhidi gibi.

2. Mertebe: Kalbinin lafzın manasını tasdik etmesidir, Müslümanların umumunun tasdik ettiği gibi. Bu avamın itikadıdır.

3. Mertebe: Bunları keşf yoluyla görmesidir. Hakkın nuruyla bakıp görür. Bu mukarrabin (yakınlaştırılmış) olanların makamıdır. Bu şöyle olur: Eşyaları farklı farklı görür, fakat bu çokluğun tek bir ve kahhar olan Allah’tan sudur ettiğini bilir.

4. Mertebe: Varlık aleminde tek bir varlığı görmesidir. Bu sıddıkların müşahedesidir. Sofiler buna ‘tevhitte fena’ derler. Çünkü bu sadece tek bir şey görür. Nefsini dahi görmez. Nefsini dahi görmeyecek kadar tevhitte daldı mı, nefsinde fena bulmuş olur. Manası; nefsinde ve yaratılmışları görmede fena bulur.’ (İhya-ı Ulumu’d Din, 1285.)

Bu noktada akıllara şöyle bir soru takılabilir: Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem insanları davet ettiği ve Gazali’nin 2. Mertebe olarak isimlendirdiği tevhid, nasıl oluyor da sofilerin tevhidi olan 4. Mertebeden daha düşük oluyor. Hatta kabuk mesabesinde oluyor?

Gazali ne demek istiyor? Yani varlıkta sadece bir şeyi görmek, başka hiçbir şeyi görmemek ne anlama geliyor? Bundan önceki mutasavvıfların kadını, köpeği, koyunu veya kendi nefislerini Allah olarak görmelerini mi kast ediyor Gazali? Cevabı ona bırakarak devam ediyorum:

‘…Şayet dersen sadece tek bir şeyi müşahede etmesi nasıl olur ki? O gökleri, yerleri ve hissedilen cisimleri görüyor. Bunlar çok fazladır. Nasıl bu kadar çok tek olur?

Bil ki; bu mukaşafat ilminin gayesidir. Bu ilmin sırlarının kitaplara yazılması caiz değildir. Arifler dediler ki: Rububiyet sırrını ifşa etmek küfürdür. Sonra bu, muamele ilminin dışında bir meseledir. Senin bunu uzak görmeni -çok alanın tek olması- kırmak/çürütmek mümkündür. Bir şeye bir açıdan bakınca tek, başka bir açıdan bakınca çok görmek mümkündür. Mesela insan… Onun ruhu, cesedi, uzuvları, eklemleri, bağırsakları cihetiyle bakılırsa çoktur. Fakat başka bir bakışla o insandır, bütündür yani tektir… Bu örnekte konu açıklığa kavuşur ve ulaşamadığın bu makamı inkar etmez ama iman edersin. Tevhidin bu kısmına inandığın için de imanın oranında ondan nasibin olur. Nasıl ki nebi olmadığın hâlde, nubuvvete iman etmiş olman, ona imanın oranında nasibin oluyorsa… Bu hâl her şeyde tek ve El-Hak olan Allah’ı görme bazen sürekli olur, bazen de anlık olup kaybolur. Gözleri alan şimşek gibi.. Çoğunlukla da böyle olur. Hallac-ı Mansur’un işaret ettiği de budur. O el-Hevvas’ı çöllerde gördü ‘ne yapıyorsun’ dedi. ‘Ben buralarda geziyorum ki tevekkül konusunda kendimi düzelteyim’ diye cevap verdi. Hallac: ‘Sen iç alemini imar etmekle ömür harcadın, tevhitte fena bulman nerede?’ el-Havvas tevhidin üçüncü mertebesini tashih ediyordu. Hallac ondan dördüncü makama ulaşmasını istedi. Bu muvahhidlerin tevhid konusunda mücmel makamlarıdır. Şayet dersen bunların biraz daha açıklanması gerekir ki; tevekkülün bu makamlara nasıl bina edildiği anlaşılsın. Derim: Dördüncü makamın açıklanmasına girmek caiz değildir…’ (İhya-ı Ulumu’d Din, 1289.)

Gazali’nin mukaşefe ilminin gayesi, kitaplara yazılması caiz olmayan, açıklanması mümkün olmayan, ifşası küfür olan Rububiyet sırrı dediği tevhidin ne olduğunu anladık mı?

Evet, Hallac-ı Mansur’un insanları davet ettiği ve el-Havvas’a tavsiye ettiği makamdır özün özü olan tevhid (!) Peki Hallac’ın tevhitten anladığı neydi?

Şeytan’ın ve Firavun’un dahi futuvvet makamına çıktığı, Allah’tan başka varlık olmadığı için secdeyi gereksiz gördüğü, Allah’tan başka varlık olmadığı için Firavun’un Musa’nın peygamberliğini reddettiği; tevhid…

Evet, Gazali’nin özün özü dediği 4. Makam, tüm alimlerin icmasıyla katledilen ve zındık muamelesi gören Hallac-ı Mansur’un davet ettiği tevhittir. Neden Gazali bunu açıklamıyor? Sır olarak görüyor? Hallac’ın akıbetinden çekindiği için. Allah subhanehu ve teâlâ ki insanı tevhid için yaratmıştır. İnsanın kendinden dolayı yaratıldığı tevhidin ondan gizlenmesi niyedir?

Ki Gazali’nin İhya-ı Ulumu’d Din’i bu tarz ifadelerle doludur. Ancak şunu net olarak anlıyoruz ki; başta Gazali olmak üzere tasavvufçuların ‘Siz anlamazsınız Rububiyet sırrıdır’ diyerek gizledikleri şey Hallac-ı Mansur’un itikadıdır. Yani zamanının alimlerinin icmasıyla katledilen ve zındık kabul edilen Hallac…

Türkiye’de yaygın olan Nakşibendi tarikatı öncülerinin de bu konuda öncekilerden geri kalır yanı yoktur. Tasavvufta en mutedil kabul edilen Rabbani’nin Mektubatı’nın ilk paragrafına bakmak, bu konuda yeterli fikir edinmemizi sağlayacaktır:

‘Tarikatta Ez-Zahir isminin tam tecellisiyle şereflendim. Bu isim tek tek her şeyde özel bir tecelli ile bana göründü. Bu, özellikle kadın suretinde, hatta kadınların tek tek bütün uzuvlarında gerçekleşti.’ (Mektubat-ı Rabbani, 1. Mektup)

Ez-Zahir, Rabbimizin güzel isimlerindendir. Rabbani bu ismin her şeyde tecelli ettiğine şahit olmuş. Özellikle de kadınların uzuvlarında!

Bu ekolün takipçilerinden günümüzde yaşayan ve yakın zamanda ölenlerinden örnek vermek istiyorum:

Bir vaazı sonrası suikaste uğrayarak katledilen Ali Bayram Öztürk Hoca’yı kamuoyu yakından tanıyor. Hac veya umrede olduğu bir zamanda içinde bulunduğu gruba önderlik ediyor. Saniye saniye videoya kaydedilen konuşmasında aynen şu cümleleri telaffuz ediyor.

‘Ya Rasûlullah!

Osmanlı Devleti’ni kuran, Osman Gazi’nin babası, Ertuğrul Gazi’nin torunlarıyız biz.

Ya Rasûlullah!

Bizim canımız var ise sen bizim cânânımızsın.

Ya Rasûlullah!

Canımızı veririz amma cânânımızı kimseye kaptırmayız.

Ya Rasûlullah!

Mekke-i Mükerreme’nin Medine-i Münevvere’nin muhafızı, bekçisi ve çöpçüsü biziz.

Ya Rasûlullah!

Oldu ki öldük, ya Rasûlullah! ruhumuz gene bu vazifeyi yerine getirecektir.

Ya Rasûlullah!

Sen müsterih ol ya Rasûlullah diyebilmişsek eğer tamam mı?

Yiğit düştüğü yerden kalkar. Onun için:

Otururken Muhammed Mustafa, kalkarken Muhammed Mustafa, yatarken Muhammed Mustafa, yürürken Muhammed Mustafa.

Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ona ben güneş diyemem, güneş batar.

Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem su diyemem, su durduğu zaman kokar.

Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ekmektir diyemem, ekmek durduğu zaman bayatlar.

Muhammed Mustafa çok leziz bir yemektir diyemem, çünkü yemek durduğu zaman ekşir.

Muhammed Mustafa’nın müşebbehün bih-i (benzetileceği hiçbir varlık) yoktur.

İmam-ı Rabbani’nin buyurduğu gibi:

‘ Muhammed Mustafa eşittir Allah!’

Bir eti kemiği farklı olarak, o kadar!’ ( https://www.youtube.com/watch?v=MNZJRfHuF3I)

Yine İsmailağa tarikatının tanınmış ve medyatik yüzü olan Cübbeli Ahmet Hoca, görüntülü bir dersinde şöyle diyor:

‘Malesef Efendi Hazretleri’ni Türkiye tam anlamış değil. Allah anlatsın inşallah. O zaman dostlardan biri, keşfe açık kullardan biri görmüştü. Mevla Teala’nın tecellilerine mazhar olan bir zuhuratta, ne diyor: ‘Ete kemiğe büründüm. Mahmud diye göründüm.’ Yani Allah’ın aynasıdır. Dostlar Allah’ın aynasıdır. Mevla tecelli ediyor, tecelligahtır.’ (https://www.youtube.com/watch?v=eGNXzZTQK1E)

Buraya kadar verilen örneklerden anlıyoruz ki; tasavvufun asli gaye olarak önümüze koyduğu marifetullah/Allah’ı tanıma, fena fi’l tevhid, özün özüne ulaşma vb. kavramlarla kastedilen bizim anladığımız masumane şeyler değilmiş. Allah’ın kadın kılığına girip bazı zevatın zevklerini tatmin etmesi, oğlancılıkla ma’lul olanlara tüysüz oğlan kılığında gelmesi, en fazla kadında müşahede edilen ve cinsel beraberlikle tefsir edilen bir itikad esasıymış. Hristyanlar Allah’ın zatı dışında iki şeye daha hulul ettiğini/girdiğini iddia edince Allah’ın subhanehu ve teâlâ şu ayetlerine muhatap oldular:

“Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kafir oldu…” (5/Maide, 72)

“Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kafir oldu…” (5/Maide, 73)+

Acaba bugün Kur’an inseydi ve Allah herşeye hulul etmiştir ya da herşey Allah’tır diyenler ayetlere muhatap olsaydı sonuç ne olurdu? Allah’ı subhanehu ve teâlâ üçleyen zihniyete bu denli sert cevap veren Rabbimiz, Allah’ı en çirkin varlıklara indirgeyen, köpeğe ve sesine Allah muamelesi yapanları nasıl azarlar ve küfürlerini beyan ederdi.

Yaptığımız nakillerden anlaşılacağı gibi Allah tasavvuru tasavvufun her ton ve mertebesinde aynıdır. En mutedil görünenlerle, en açık ifadeleri kullananlar arasındaki fark sadece uslup ve anlatım farklılığıdır. Öz ve asli inanç yönünden hepsinin ulaşmak istediği gaye, insanları davet ettikleri inanç ve ulvi makam olarak isimlendirdikleri şey aynıdır.

Bununla beraber birkaç noktayı açıklığa kavuşturarak yazımı sonlandırmak istiyorum:

1. Bu yazıda ismi geçen şahısların hiçbiri bizim için hedef değildir. Bizi ilgilendiren onlara nispet edilen ve tasavvufun asli kaynaklarında yer alan görüşleridir. Bu görüşlerin küfür ve şirk içerikli görüşler olduğuna itikad ediyor ve ancak bir zındığın dilinden dökülmesi muhtemel bu sözlerden Allah’a

subhanehu ve teâlâ

sığınıyoruz.

Sözlerin kendisine nispet edildiği şahsiyetlere gelince; şayet bu sözleri onlar söylemişse; bu sözlerle İbrahim’in milletiyle bağlarını koparmış ve tağutlaşmışlardır. Şayet bazı tabiilerinin iddia ettiği gibi bu sözler tarih içinde zındıklar tarafından uydurulmuş ve meşrulaştırmak için bunlara nispet edilmişse Allah subhanehu ve teâlâ bu insanlara merhametiyle muamele etsin deriz.

İbn-i Arabi’nin ateşli savunucularından olan eş-Şa’rani bu tür sözlerin en fazla geçtiği ‘Futuhatu’l Mekkiye’ adlı kitabı için şöyle der:

‘Futuhatta zahiri şeriata uygun olmayan şeyler gördüm. Müellifin (İbn-i Arabi) el yazması olan nüshayı buldum. Şeriata aykırı olarak tespit ettiğim yerlerin hiçbiri müellifin el yazması olan nüshada mevcut değildi.’ (Mealen)

Yine kendisine bu görüşlerin nispet edildiği Cuneyd-i Bağdadi’den şu nakledilir:

‘Bizim ilmimiz Kitap ve Sünnetle kayıtlıdır. Kur’an okumayan ve hadis yazmayan bu ilimle uğraşmasın.’

Yine aynı Cuneyd’den şu nakledilir:

‘Biz bu ilmi kil-u kâlden almadık. Açlık, susuzluk, uykusuz gecelerde elde ettik.’

Birinde kitabı ve sünneti yüceltirken, diğerinde kitabı ve sünneti küçümseyen, Rahipliği ve Budist din adamlarının ilim elde etme şeklini öven bir durum söz konusudur. İki zıt nakli de muteber tasavvuf kitapları yapmıştır.

Yine aynı yazı içinde ondan Vahdet-i Vücud’a delalet eden sözler naklettik. İmam Zehebi, ‘Siyer a’lam Nubela’da’ onun biyografisini verirken ondan şunu nakleder:

‘Tasavvuf: Kadim olanın hadis olandan ayrılmasıdır.’

Tasavvufun temelini kadim olan Allah’la subhanehu ve teâlâ, hadis olan sonradan yaratılan varlığın ayrılması olarak tarif eder ki; bu vahdet-i vücudun tam zıttıdır.

Ama aynı zamanda ondan tasavvufun bir sır olduğu ve avama bunun izhar edilmemesi de nakledilmiştir.

‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik, sonra onu sirdaplara/mağaralara gizledik. Sen ise geldin, onu insanlara anlatıyorsun.’ (Et-Taarruf, 1/145-146)

Bu durumda Cuneyd-i Bağdadi’nin akidesi şudur veya budur demek pek mümkün değildir. En güzel olanı husn-ü zanda bulunmak ve zahiri islam şeriatına uygun sözlerliyle imama muamele etmektir. Fakat ondan nakledilen küfür içerikli sözlere ve bunları inanarak, savunarak nakledenlere tutum farklı olmalıdır. Bu insanların Rabbimize hakaret ettiği unutulmamalıdır.

Yine benzer bir durum Gazali için de geçerlidir. İhya kitabından naklettiğimiz tevhid ve Allah tasavvuru asla kabul edilemez. Ancak İbn-i Teymiyye onun ahir ömründe tevbe ettiğini ve koynunda Sahih-i Buhari varken vefat ettiğini nakletmiştir.

Fikirlerinden tevbe etmişse, elbette imamın şahsına söylenecek söz yoktur. Lakin fikirleri ve kitaplarında yazılanlara gelince, İslam akidesinin selameti ve dinin hıfzı için bunların reddedilmesi gerekir.

Gazali’nin biyografisini ‘Siyer A’lam Nubela’da’ veren İmam Zehebi ona reddiye veren ve kitaplarında yer alan batıl fikirleri reddeden alimleri ve sözlerini de zikretmiştir:

İbn-i Arabi el-Maliki: ‘Hocamız felsefeyi yuttu, sonra onu kusmak istedi fakat kusamadı’ der.

Kadı İyad: ‘Kötü haberlerin sahibi, büyük eserlerin yazarıdır. Tasavvufta aşırı gitmiş, onların mezhebine destek vermeye soyunmuş, bu konuda davetçilerden olmuştur… Sultanın emri ve fukahanın fetvasıyla kitapları Mağrip’te yakılmış ve kitaplarından uzaklaşılmıştır.’

İbnu’l-Cevzi: ‘Onun ‘Sırru’l Alemin ve Keşfu Ma Fi’l Dareyn’ isimli kitabında sahabeler hakkında konuşması nedeniyle onu eleştirmiştir.’

İbnu Salah: ‘Gazali’nin inkar edilen bazı görüşlerinin açıklanması hakkında fasıl’ başlığı altında onun mantık ve tevhide dair açıklamalarını eleştirmiş. Onun ‘El-Mednun ila Gayri Ehlihi’ yani ‘Ehli olmayandan saklanması gereken’ isimli kitabı için ‘Allah’a sığınırım ki bu kitap ona ait olsun’ demiştir. Bu kitapta Vadet-i Vücud’a dair sözler yoğunluktadır. Yine ona reddiye verenlerden biri İmam el-Mazeri’dir. ‘Keşf ve’l İnba an’il Kitabil İhya’ isimli bir eser kaleme almıştır…

Buradan anlıyoruz ki şahsın ahir ömründe düzelmiş olması, onun insanlar arasında yaygın olan ve İslam akaidine zarar veren görüşlerini eleştirmeye engel değildir. Büyük alimler bunu yapmış, yeri geldiğinde bu kitapların yakılmasına fetva dahi vermişlerdir.

2. Bazılarının aklına gelebilir: Fıtrat-ı selim bir insanın duyduğu anda tüylerini ürpertecek olan bu safsataları sofiler nasıl izah ediyorlar?

Bir grup; izahtan ziyade bunun bizim akıllarımızı aştığını ve onların makamına ulaşmayanların onların kitaplarını okumaması gerektiğini iddia ediyorlar.

Bir başka grup; onların farklı bir alemden sembol ve ma’na diliyle konuştuğunu, sözlerini madde aleminin diliyle anlamanın mümkün olmadığını iddia ediyor.

Bir başka grup ise bunun bir ruh hâli olduğunu, ruhların Allah aşkıyla sarhoşlaştığını ve şath, sekr, fena gibi hallerde söylenen sözler olduğunu iddia ediyorlar. Uyanıklık hâlinde sahiplerinin dahi bu sözleri kabul etmeyeceğini, şeriatın aklın örtüldüğü sarhoşluk, kızgınlık ve aşırı sevinç hâllerinde insanları mazur saydığını söylüyorlar.

Son zikrettiğimiz, içinde hak ve batıl barındıran ve savunma amaçlı söylenen mazeretlerin yaygın olanıdır.

Teklifin şartı akıldır, bu doğrudur. Aklın tamamen örtüldüğü durumlarda şeriatın insanı mazur saydığı -fıkıh mezhepleri arasında ihtilaf olmakla beraber- doğrudur. Lakin bu insanlar hataen ya da sehven, unutarak sarhoş olmuş insanlar değillerdir. Bilakis nefislerine türlü eziyetler ederek, insanlardan uzaklaşıp riyazet adı altında mağaralarda yaşayarak bu hâlleri yaşamak için özel çaba göstermişlerdir. Doğal olarak bu durum, hasbelkader gelişmemiş, sonucu bilinerek ve talep edilerek icra edilen bir sürecin neticesi olarak vaki olmuştur. Bu insanların hâllerini şeriatın ya da bazı fakihlerin mazur saydığı sarhoşluğa, aklı örten öfke ve sevinç hâline kıyas etmek doğru değildir.

Sonra bu insanların kendilerine geldiklerinde bu hâlleri inkar ettikleri vaki değildir. Hallac öldürülmesine rağmen bu inancında ısrarcı olmuştur. Kaynak olarak kabul ettikleri kitapların bildirdiğine göre bu hâlleri inkar etmemiş, anlamadıklarını düşündükleri şeriat ehlinden gizlemişlerdir. Bir şeyi gizlemekle, inkar etmek birbirinden farklıdır.

Kaynak kitapların naklettiğine göre bu insanlar söylediklerinin şeriata göre küfür ve zındıklık olduğunu bilmiş ve bundan rahatsızlık duymamışlardır. Bilakis, insanların onları anlamıyor oluşundan rahatsız olmuşlardır.

Cuneyd-i Bağdadi, Eş-Şibli’ye dedi ki: ‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik sonra da onu sirdablara/mağaralara gizledik. Sen ise geldin onu insanlara anlatıyorsun!’ Şibli dedi ki: ‘Konuşan ben, duyan benim. Bu âlemde benden başkası mı vardır?’ (Et-Taarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf, 1/145-146.)

Gazali, Sehl bin Abdullah Et-Tüsteri’den aktarır: ‘Âlimin üç ilmi vardır: Herkese anlattığı zahir ilimler, sadece ehline anlattığı batın ilimler, sadece onunla Allah arasında olan ve kimseye anlatamadığı özel ilim.’

Yine bazıları dedi ki: ‘Rububiyetin sırrını ifşa etmek, küfürdür.’

Bazısı da: ‘Rububiyetin sırrı vardır. İfşa edilirse Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin sırrı vardır. İfşa edilirse ilim iptal olur. Allah’ı tanıyan âlimlerin sırrı vardır. İfşa edilirse hükümler iptal olur.’ (İhya-ı Ulumu’d Din, 1/100.)

Yine Şa’rani şöyle der:

‘Bundan dolayı Nebi, ashabına hakikati öğretmek istediğinde kapıları kapattırır ve: ‘Aranızda yabancı var mı?’ diye sorardı. Göstermiş oldu ki şeriat yolu açık olsa da kavmin yolu, gizlilik üzere kuruludur. Bundan dolayı bu yolun ehli, onları anlamalarından emin olunmayan insanlara anlatmamalıdır. Ta ki inkâr edip nefret etmesinler.’ (El-Keşf an Hakikat Sufiye, s. 68)

El-Kelabizi, bir başkasından şunları aktarır:

‘ ‘Eğer o Rasûl, bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik’ ayetlerinden kastedilen şudur: Rasûl, vecd hâlinde hissettiklerini rüsum ehline/şeriata tabi olanlara anlatsaydı böyle olurdu. Bu duruma Allah’ın şu sözü delalet eder: ‘Allah, sana indirileni insanlara ulaştır, sana kendimizi tanıttığımızı ulaştır demez.’ ‘

Gazali, Cuneyd’den şu cümleleri aktarır:

‘Ünsiyet ehli; dua, münacat ve halvetlerinde öyle sözler söylerler ki avamdan biri işitse onu küfür zanneder.’ (İhya-ı Ulumu’d Din, 4/341)

Yine Cüneyd dedi ki:

‘Kişiye, sadıklardan yetmiş kişi zındıklıkla şahitlik etmeden sadıklardan olmaz. Onlar, onun zahirine hükmederler. Çünkü sadık, zahirin hükmünü zahire, batının hükmünü batına göre veren, iki hâli birbirine karıştırmayandır. Onlar zahirine zındıklıkla hükmetseler de batınında sadıklardan olduğunu bilirler. Çünkü onlar, bu hâli kendi nefislerinde yaşarlar.’ (El-Keşf an Hakikat Sufiye, s. 54)

Bu sebeple bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Tasavvufun şeriata aykırı ve felsefeye bulaşmış yönüne en fazla tepki gösteren ve reddiyeler verenlerden biri İbn-i Teymiyye’dir. O, bu sözlerin hepsinin batıl olduğuna, şeriata uymadığına ve reddedilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Fakat sahiplerini tasnife tabi tutmuş ve ikiye ayırmıştır: İbn-i Arabi, İbn-i Seb’in, İbn-i Farid gibi vahdeti vücudçuları tekfir etmiş, bunların Yahudi ve Hristiyanlardan daha kafir olduğunu söylemiştir.

Cuneyd-i Bağdadi, Ebu Yezid el-Bestami, Şibli içinse; ya onlara nispet edilen bu sözlerin yalan olduğuna hükmetmiş ya da bunların sekr/sarhoşluk hâlinde söylenen ve uyanıklık döneminde inkar edilen sözler olduğunu savunmuştur. Bu hâlin -sekr- bir eksiklik olduğunu, sahabe ve tabiin imamlarında görülmediğini, Müslümanın bunu örnek almayıp, zahidlerin ve abidlerin serdarı olan Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem örnek alması gerektiğini belirtse de: Cubbemde Allah’tan başkasını görmüyorum, Subhani (nefsimi eksiklerden tenzih ederim) gibi söz sahiplerini mazur saymıştır. (Mecmuu’l-Fetava, 10/59-61, 10/218-225, 10/338-344)

Biz İbn-i Teymiyye’nin rahimehullah bu ayrımına katılmıyoruz. Çünkü benzer sözleri söyleyen insanlardan bir kısmını Yahudi ve Hristiyanlar’dan daha kafir ilan edip, bir kısmını sünnet imamı görmek için çok kuvvetli deliller olması gerekir. Farazi birtakım maddeler ve hüsn-ü zanna dayalı temenniler bunun için uygun değildir. Madde madde zikredecek olursak;

a) İki grupta sözlerinde ya Allah’ın bir şeye hulul ettiğini ya da kendileri de dahil her şeyin Allah olduğunu açıkça beyan etmiştir. İfade edilen sözlerde eşittirler.

b) Bir grubu felsefeci ilan edip, diğer grubun Kitap ve Sünnetle kayıtlı olduğunu söylemek doğru değildir.

İkinci grubun sadece Kitaba ve Sünnete uydukları iddiası, onlara nispet edilen bazı sözlerle sabittir. Aynı şekilde İbn-i Arabi’nin Kitap ve Sünnete uyduğu birçok kitabının mukaddimesinde kendi tarafından belirtilmiştir.

Şayet iddia ile mesele çözülüyorsa, iki grubunda iddiaları aynıdır. Aynı muameleye tabi olmaları gerekir.

c) İbn-i Teymiyye’nin

rahimehullah

en ciddi dayanaklarından biri,

‘Cuneyd-i Bağdadi’nin Hallac-ı Mansur’u tarikat ehlinden saymadığına’

dair es-Sullemi’nin

‘Tabakat’

kitabındaki beyanıdır. Demek ki zahiren bazı sözler benzese de Cuneyd ve onun yolunda gidenler Hallac’dan beridir kanaatine ulaşmıştır.

Oysa tasavvuf kaynakları Şeyhu’l-İslam’ın ulaştığı bu kanaati doğrulamamaktadır. O dönem kılıç korkusuyla Hallac’dan teberri edenlerin, kendi aralarında onu övdüklerine dair nakiller zikretmişlerdir.

İbnu Acibe:

‘Onun (Hallac) ölüm fetvasını verenlerden biri de Cuneyd ve Şibli’ydi. Sırrın, ehli olmayana ifşa olmaması için böyle yaptılar. Vacip olan sırların gizlenmesi, Muhammed’in şeriatının izhar edilmesidir.’ (İkazu’l Himem)

İbnu Acibe tasavvuf ehlindendir. Cuneyd ve Şibli’nin ona katılmadıklarından değil, tasavvufun sırrı olan vahdet-i vücudu muhafaza için onun ölümüne fetva verdiklerini aktarmıştır.

Şibli şöyle diyor:

‘Ben ve Hallac aynıydık. Ancak o açık etti ben ise gizledim.’

Cuneyd-i Bağdadi’nin şu sözünü nakletmiştik:

‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik, sonra da onu sidaplara/mağaralara gizledik. Sen geldin onu insanlara anlatıyorsun.’ Şibli ise; ‘Konuşan ben, duyan benim, bu alemde benden başkası mı vardır?’ der.

Yine Cuneyd’den:

‘Kişiye sadıklardan yetmiş kişi zındıklıkla şahitlik etmeden sadıklardan olmaz…’ sözünü aktarmıştık.

d) İbn-i Teymiyye bir grubun

‘şeriattan çıkmanın caiz olduğuna inanan, farzları terk edip, haramları işleyen, ibahiyyeci’

olduklarını söylemiş; ikinci grubun ise şeriata tabi olup, sorumluluklarını yerine getirdiklerini söylemiştir.

Bu ayrıma delalet eden kuvvetli bir delil yoktur. Kendinin Allah olacağına inanan birinin, şeriatın dışına çıkmış olmasının veya şeriat dairesinde hareket ediyor olmasının da önemi olmasa gerektir. Namaz için gerekli olan abdesti terk edenin, namaz kılmasının öneminin olmadığı gibi… Ayrıca ‘İnsanlara Muhammed’in şeriatı izhar edilmeli’ diyen bir zihniyetin yaptığı zahiri amellere ne kadar güvenilebilir ki?

e) Mutasavvıflar bu konuda İbn Teymiyye’ye karşı çıkmış ve onun meseleyi yanlış yorumladığını savunmuşlardır.

Muasır Mutasavvıflardan Abdurrahman el-Bedevi bu tür sözleri değerlendirdiği kitabı ‘eş-Şatahat es-Sufiyye’ kitabında:

‘Şathı (Kişilerin kendini Allah olarak ilan ettiği sözleri kastediyor) sofiliğin selim bir gerçeği kabul edenlerin yanında; düşmanların bu açıklamasının (bu sözleri sarhoşluk hâliyle izah edip mazur sayan) hiçbir kıymeti yoktur. Şathiyyata dair sözlerin uyanıklık hâlinde söylenmiş sözlerden kıymet yönünden bir eksiği yoktur… Bunlar ruh sarhoşluğuyla beden şarhoşluğunu birbirine karıştırdılar. İbn-i Teymiyye o denli habis bir adamdır ki (evliyanın) ruh sarhoşluğunun bedeni sarhoşluğa benzediğini vehmetmiş göstermeye çalışmıştır…’ (Takdisu’l Eşhas, 1/460 / eş-Şatahat 10-11)

Tasavvuf ıstılahlarını ele alan kitaplar, bu kavmin büyükleri kabul edilen zatlar ve günümüzde bu yolun saliki olup savunanlar, sarhoşluk meselesini Şeyhu’l İslam gibi anlamamış ve yorumlamamışlardır.

Hatta, İbn-i Teymiyye’nin yaklaşımını hakaret kabul etmişlerdir.

Sonuç olarak;

Şayet Şeyhu’l İslam ‘Bu sözler küfürdür, ben bu imamların bu sözleri söylediğine inanmıyorum’ dese bu tutumu anlaşılabilirdi. Çünkü 1. maddede belirttiğimiz gibi onlardan zıt ve birbirini yalanlayan hâller nakledilmiştir. Fakat bu sözleri söylediklerini kabul edip, onları mazur kabul etmek benzer sözleri söyleyen insanlarıysa tekfir etmek anlaşılabilir değildir.

İmam Zehebi, Gazali’ye dair eleştirileri ve reddiyeleri zikrettikten sonra şöyle der:

‘Allah imam Ebu Hamide rahmet etsin. İlminde faziletinde onun dengi nerede bulunabilir? Lakin onun hata ve yanlıştan masum olduğunu iddia etmeyiz. Usulde (akaidde) taklit olmaz.’

Bizim bu konuda İbn-i Teymiyye rahimehullah ayrımına katılmamamız, ondan öğrendiğimiz usul gereğidir. Allah’ın kelamı ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünneti dışında her şey ama her şey dikkate, eleştiriye ve kabul-redde açıktır. İmam Malik’in rahimehullah ‘Şu kabirde yatan (Allah Rasûlü) hariç herkesin sözü alınıp, terk edilebilir’ sözü İmam İbn-i Teymiyye’nin en fazla kullandığı sözlerdendir.

Bu konuda ona katılmamakla beraber, Tevhid ve Sünnvet davasına hizmetimizde en fazla faydalandığımız alimlerden olduğunu kabul eder, ona ve tevhid imamlarına Allah’tan rahmet dileriz.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver