1 Kasım Seçimleri ve Sosyal Yardımlaşma Politikaları

Zorluklar içinde nimetler yaratan; lütuf, ihsan ve keremini kullarından esirgemeyen Allah’a hamd olsun.

Salât ve selam; Allah’ın elçisi, usve-i hasenemiz, yolumuzun aydınlık kandili Muhammed’e, temizlenmiş ailesine ve güzide ashabının üzerine olsun.

7 Haziran seçimleri, Türkiye için tam bir kaos oldu. Cumhuriyet tarihinde ilk defa istikrarlı, ekonomik krizsiz, askerî darbesiz 12 yıl geçiren Türkiye için Haziran seçimleri sonrası oluşan tablo kabul edilebilir değildi. Bu durum 1 Kasım seçimlerine yansıdı ve 7 Haziran’da olduğu gibi AKP oylarında ters yönde ve öngörülemeyen bir artış meydana geldi. Anlaşılan HDP’ye giden emanet oyların bir kısmı, MHP’nin ‘istemezük’ siyasetinden bıkan milliyetçi oyların hatırı sayılır bir bölümü, tercihlerini AKP dışında muhafazakar partilerden yana kullananların oylarının tamamına yakını AKP’ye gitmişti.

12 yıl aradan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar, terör olaylarının tırmanışa geçişi, şer odakların tamamının AKP karşısında konumlanması yüzde ona yakın bir artış getirdi AKP’ye. Bu beklenmeyen artışla ilgili başka şeyler de söylenebilir elbet; lakin bunların arasından en belirleyici olanın ve bu artışı etkileyenin ekonomik istikrar olduğunu düşünüyoruz.

Halkları yüce Allah’a kulluktan saptırıp, sistem ve yöneticilerine kullaştıran tağutların en güçlü silahı; insanların dünya hayatına olan düşkünlüğü ve mala olan tamahıdır. İnsanın fıtratında var olan ve ancak tezkiye ile/arınmayla afetlerinden korunulabilen ‘dünya sevgisi’, modern tağutların sürekli gündemde tuttukları, insanları özendirip hırslandırdıkları ve böylece onlara yaratılış gayesini unutturdukları bir araç hâline gelmektedir.

‘Dünya sevgisi’ hastalığı kalbine sürekli içirilen insan, mutluluk ve huzuru dünya metaının varlığı ve artışında; huzursuzluk ve hüznü onun yokluğu ve azalmasında görmektedir. Böyle olunca da ekonomiyi iyi yöneten iyi, istikrarsızlık veya ekonomik şartların kötüleşmesine sebep olanları tercih edilmemesi gereken kötü olarak kabul etmektedir.

AKP’nin iktidarda kaldığı süre zarfındaki iniş ve çıkışlar dikkatle incelendiğinde ekonomi politikalarıyla doğru orantılı olduğu görülür.

AKP 2002 yılında iktidara %34 oyla geldi. 2004 yılında yapılan yerel seçimlerde ekonomi %6,5 büyümüştü. AKP’nin oyları %41 seviyesine yükseldi. 2007 yılında büyüme %5,9 seviyelerinde seyretti. AKP yapılan seçimlerde % 46,6 oy aldı. 2009 yılında ülke ekonomisi%6,9 küçülmeyi gördü. AKP oyları %38,8 oranlarına geriledi. 2011 yılına geldiğimizde ekonomide %10,3 bir artışa mukabil AKP %49 oranında oy aldı. 2014 yerel seçimlerinde ekonomi %4,5 küçüldü. AKP oyları %44 oranında geriledi.

12 yılın ardından üç aylık bir süreçte yaşanan başta ekonomik istikrarsızlık olmak üzere tüm sebepler toplandığında AKP’nin, seçmenin oyunun yarısının aldığını görüyoruz.

Avam halk ekmek partisindendir. Tercihini ekmeğini garanti edenden yana kullanır. Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde, eve gelen bir Müslüman annesinin Erdoğan’a dua ettiğini ve onu övdüğünü duyar. Sebebini sorar. Ekmek fiyatlarını düşürdüğünü öğrenir. Belli bir müddet sonra annesini ziyaret ettiğinde Erdoğan’a beddua ettiğini ve onu yerdiğini duyar. Sebep bellidir. Ekmek fiyatlarına zam yapılmıştır.

Burada yapmaya çalıştığımız seçimlerin tafsilatlı analizi değildir. Bir noktaya ulaşıp, sonuç çıkarmak istiyoruz.

Avam halkı davetine muhatap kabul edip, onlara ulaşmak isteyen tevhid davetçilerinin ‘Sosyal yardımlaşma’ faaliyetlerinin önemi üzerinde durmaları gerekir. AKP veya herhangi bir partinin sosyal yardımlaşma faaliyetleri, ekonomik vaat ve icraatlarının toplumu ciddi anlamda etkilediğini görüyoruz. İnsanları demokrasi dininin şirk bataklığına çekmek için kullanılan bu yol, İslam’a aykırı olmadığı gibi, bu, İslam’ın ilk Müslümanları irşad ve teşvik ettiği yöntemlerdendir.

Konumuz bağlamında şu ayetler üzerinde düşünelim:

“…İsteyene gelince/dilenciyi sakın azarlama.” (93/Duha, 10)

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı. Seherlerde bağışlama dilerlerdi. Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.” (51/Zariyat, 15-19)

“Onların mallarında dilenen ve yoksulun hakkı vardır.” (70/Mearic, 24-25)

“İyiler ise, katkısı kâfur olan içecekler dolu bir kadehten içerler. Bir pınar ki Allah’ın kulları ondan içer, onu (istedikleri şekilde) fışkırtıp akıtırlar. O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Yedirdikleri kimselere şöyle derler:) “Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.” “Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.” Allah da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir sevinç verir.” (76/İnsan, 5-11)

Tamamı Mekki olan bu ayetler üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Kiminde yoksul ve miskine yardım direkt emrediliyor, kiminde cennet ehlinin sıfatları anlatılırken bu özelliklere vurgu yapılıyor. Malumdur ki o dönemde dilenenler Müslümanlardan değil, müşriklerden olan zayıf bırakılmış insanlardır. Esir ise ancak savaşta olur. Müslümanlar savaşıp esir düşürdükleri insanlarla dahi yiyeceklerini paylaşma kalenderliğine sahiptir.

Bizler neden bu ayetleri önümüze koyup, sosyal yardım projeleri geliştirmeyelim?

Ezilmiş, zayıf bırakılmış, horlanmış, emekleri üzerinde yükselinmiş ancak kendisi dışlanmış milyonlarca insan var. Bunlar yöneticilere tabi olan, ne söylendiğini anlamadan, söylenenleri harfiyyen yerine getiren kalabalıklar.

İslam’ı bilmiyorlar. İslam olarak inanıp intisab ettikleri şey ise şirk, bidat ve hurafelerden oluşmuş bir din. Bu insanlara ulaşmak, hiçbir karşılık beklemeden elimizde olanı onlarla paylaşmak, İslam’ın bu yönünü temsil etmek ve kalplerin İslam’a ve Müslümanlara ısınmasını sağlamak…

Evet, şirk, bidat ve hurafenin toplumu her yönden kuşattığı ve dalaletin sağanak yağış misali topluma isabet ettiği bir gerçek. Müslümanların Tevhid ve Sünnet hakikatlerini meşru olan her yön ve araçla topluma ulaştırmaları gerekiyor.

Bu ayetleri okuyan, anlayan ve hayatlarına yansıtan Müslümanlar, Mekke’nin mustazaflarına umut oldular. Elinde olanı paylaşan, yoksula merhamet eden ve bunun karşılığında onlardan bir talepte bulunmayıp, karşılığını Rabb’lerinden bekleyen insanlar; kalplere güven aşıladılar. İnsanlar sormaya başladılar. Düne kadar bizleri aşağılayan ve ezen, istediğimizde kapıları yüzümüze kapatan, bizlerle yüzlerini ekşiterek konuşan bu insanlara ne oldu böyle? İçinde yaşadıkları toplumun genel ahlakını birden terk edip, tam zıt yönde bir ahlakla ahlaklanan bu insanları değiştiren neydi?

Bu soruların cevabı belliydi: İslam. Bu yeni din insanları değiştirmiş ve kalplerini yumuşatmıştı. Kalpler böylelikle İslam’a ısınmış, aşağılanan mustazaflar İslam’ı seçmiş ve İslam bu insanlarla bir devrim gerçekleştirmiştir.

Evet, bu uzun bir yol. Uğraş ve çaba istiyor. Hazıra konmanın konforu yok içinde… Bir kürsüye çıkıp nutuk atmanın, medreseye kapanıp okumanın, bize ait mekanlarda davet yapmanın, herhangi bir coğrafyada hazır bulunan bir cepheye katılmanın kısa, kestirme ve cazibesi bulunmuyor.

Birilerinin buna talip olması ve insanlara bu yolla ulaşması gerekiyor.

Bireysel çalışmaların yüzeysel ve geçici faydaları değil hedefimiz; cemaatsel çalışmanın derinlikli, programlı ve kalıcı bereketlerini elde edecek bir çalışma…

Bu konuda Müslümanların iyi bir durumda olmadığı bir gerçek. İçinde yaşadığımız cahiliyye toplumunun ‘isteyen ve mahrum’ olana bakış açısından kurtulabilmiş değiliz. Onlara bakışımızda ‘merhamet ve yardım’ esas duygular olması gerekirken ‘şüphe ve aşağılama’ duyguları hakim oluyor.

Bir dilenciyi, yoksulu, evsiz bir insanı veya bir sokak çocuğunu görünce rahatsız oluyoruz. Kapımızı veya arabamızın camını çaldıklarında duymazlıktan ve görmezlikten geliyoruz. Çünkü şüpheleniyoruz. Yalan söylediklerini, çalışmaları gerektiğini, lüks içinde yaşadıklarını iddia ediyoruz. Oysa Rabb’imiz hiçbir ayrım yapmadan vermemizi istiyor bizlerden. Aşağılamadan bağrımıza basmamızı ve paylaşmamızı.

Bu durumda olan insanlar içinde kötü örneklerin yaşanmış olması bizleri rabbani bu yönlendirmeden mahrum bırakmamalıdır. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetin müntesipleri olarak iyiliği emredip kötülüğü yasaklayacak her yolla insanlara ulaşmalı ve kendisiyle cahiliyeden kurtulduğumuz rahmet ve izzet dinine insanları da davet etmeliyiz.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu ahlakı devletleştikten sonra da devam ettirdi. Sahabe bir seriyye dönüşü Ben-i Hanife’nin efendilerinden Sumame bin Usal’ı esir etti. Sumame mescide bağlandı. Üç günün sonunda İslam’ı seçti. Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem:

‘Vallahi senden, dininden ve beldenden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordum. Bugün ise senden, dininden ve beldenden daha sevimli bir şey bilmiyorum.’ (Buhari) dedi.

Sumame’yi üç gün içinde değiştiren şey, esire yapılan muamele ve Müslümanların kendi aralarındaki sevgi ve saygıydı.

Sumame, Nebi’den izin alıp yola koyuldu. Umre için evinden çıkmış ve başladığı işi bitirmek istiyordu. Onun İslam’ını duyan Kureyş çok öfkelendi. Ve ona karşı çıktılar. Sumame: ‘Vallahi Muhammed’in izni olmadan bugüne kadar size gelen tek bir buğday tanesi dahi size gelmeyecek.’ dedi. Mekkeliler korktular. Yemame ve Ben-i Hanife onların zahirelerini temin ettikleri yerlerdi. Kureyş Allah Rasûlü’ne mektup yolladı: ‘Sen ki sıla-ı rahmi/akrabalık bağlarını gözetmeyi emredersin, Sumame bize ihtiyacımız olan hububatı senin iznin olmadan vermeyeceğini söylüyor.’ dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Sumame’ye haber yollayarak bu ticarete engel olmamasını istedi. (Fethu’l-Bari 4372. Hadis şerhi İbn-i Hişam’ın siyerinden naklen)

Kureyş gibi Allah Rasûlü’ne ve ashabına her türlü eziyeti reva gören, onları yurtlarından çıkaran, mallarına el koyan, Bedir, Uhud, Hendek’te Müslümanlarla çarpışan, Hudeybiye’de onları umre için dahi Mekke’ye sokmayan insanlar dahi onun merhametinden nasibini almışlardı. Bu ve benzeri hadiseler kalplerini İslam’a ısındırmış, fırsatını bulan İslam’a girmiş, kalanlar da Mekke’nin fethiyle İslam’la şereflenmişti.

Evet, davetimize yeni bir boyut kazandırmalı ve bu yolla insanlara ulaşmalıyız. İslam’ın onlara yönelik mesajını sözlü ya da temsiliyetle onlara ulaştırmalı ve onları aldatıp sömüren, emeklerini hiçe sayan, onları aşağılayan ve modern köleler hâline getiren sistemin gerçek yüzünü onlara göstermeliyiz. Dünyaları müstekbirler eliyle heder edilmiş olan bu mazlumlara ahiretlerini kurtarma yolunda yardımcı olmalıyız.

Bugün onlara yardım eli uzatan çoğu kuruluş ya onları bir partiye yandaş olmaya zorluyor ya da onları reklam aracı olarak kullanıyor.

Bazısı onlar üzerinden kişisel gelişim süreçlerini tamamlıyor ‘mutlu olmak için yardım edin’ diyen kitapların havasına kapılıp ‘evime girmesin, caddede görmeyeyim, elim eline değmesin, yardım kuruluşları aracılığıyla mutlu olayım’ diyerek onlara yardım ediyor. Subhanallah!

Yardım eli uzatılırken dahi aşağılanıp kullanılıyorlar. Birilerinin şahsi zevklerini tatmin ediyorlar. Elbette tüm kuruluşları kapsamıyor bu söylediklerimiz. Ancak genel olarak kuruluşların bu hâlde olduğu gözle görülür bir hakikat.

Öyleyse sadece Allah subhanehu ve teâlâ emrettiği ve bu insanların İslam’ı sevip ona meyletmesi düşüncesiyle bu işe soyunmalı ve paçaları sıvamalıyız.

Bu iş için gönüllü olan, iş durumu müsait kardeşlerimiz öne çıkmalı ve taşın altına elini koymalıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla bu çalışma başlayacak ve hayırlara vesile olacaktır. Birçok çalışmada olduğu gibi öncü olan kardeşlerimiz ve bacılarımız ecrin büyük kısmını almış olacaklar. Geriden gelenlere örnek olacak, insanların hidayetine vesile olma sevabını alacaklardır.

Tabi bu duruma itiraz edenler de olacak. ‘Eksen kayması mı yaşıyoruz’ güzellemelerine muhatap olacağız. On yıllardır, on kişiyle karanlık odalara tıkılmış, birbirini tevhide davet etme(!) azmini hiç yitirmeyen birileri burun kıvıracak… Aynı kitaplar, aynı meseleler, aynı simalarla ömür tüketenler Nuh’u aleyhisselam örnek göstermeye devam edecek. Bunca yıllık İslami hayatlarında Nuh’a aleyhisselam değil Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem ümmet oldukları hakikatini çözemeyen bu Müslümanlar, onları evlerinden çıkmaya zorlayacak her projeye ‘Tevhidi bir bakış açısıyla’ derin çözümlemeler yapacak, ümmetlerin sapma süreçlerinden girip, ne söylediklerini onların da tam anlamadığı yerlerden çıkacaklardır.

Siz bu kardeşleri derin analizleriyle baş başa bırakın ve İslam’a hizmet alanları açmaya devam edin. Tevhid ve Sünnet’i yeryüzünde yayma misyonunuzu unutmayın. Boş konuşanlar ya bir gün susacak ya da usulca açtığınız yoldan sizi takip edeceklerdir. Öncü olmaya azmetmiş ve bu uğurda adım atmış Müslümanların kaderidir bu. Yenilik ve projeler birilerine tembelliklerini hatırlatıyor. Kapalı ortamlara tıkılma konforlarını bozmak istemiyorlar. Böyle olunca da yapanları eleştiriyorlar.

Bizler düşünelim, misyonumuzu ifa edeceğimiz vesileler bulalım. Bunları Kur’an ve Sünnet’e arz edip meşruiyyetine bakalım. Daha hayırlı olandan bizi alıkoymadığından emin olalım. Sonra Rabb’imizden yardım isteyip yola koyulalım. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver