Zor Günlerin Adamı Sadık İnsan Vela Berası ve Affetmesi – 3

 

Vela Bera

“Ebubekir’in oğlu Abdurrahman, Müslüman olduktan sonra bir gün babasına şöyle der: ‘Bedir savaşında, birdenbire gözüme iliştin. Önüne gelen herkese kılıç sallıyordun. Seni başkalarına bırakıp: ‘Onu başkası öldürsün’ dedim ve bir başka tarafa gittim.’ Ebubekir radıyallahu anh ise ona şöyle der: ‘Oğlum sen o gün benim karşıma çıksaydın, vallahi ben senin gibi yapmazdım. Allah ve Rasûlü için oracıkta seni öldürürdüm.’ ” (Mahmud El-Mısri, Hayatu’s Sahabe)

Başka bir rivayette Abdurrahman, Bedir meydanında Müslümanlara meydan okur. Bunu gören Ebubekir radıyallahu anh onunla dövüşmek için Allah Rasûlü’nden izin ister fakat Allah Rasûlü ona izin vermez. Normalde bir babanın oğlunu öldürmek istemesi aklen pek anlaşılabilecek bir şey değildir. Bir baba bırakın çocuğunu öldürmeyi, ona en ufak bir zararın gelmesini dahi istemez. Peki, Ebubekir oğluna nasıl bunu söylüyor? Ona bunları söylettiren şey nedir? Elbette bunun cevabı, Ebubekir’in vela ve berasının sadece Allah için olmasından başka bir şey değildir. Allah için sever ve Allah için buğz edersen çocuğun dahi olsa Allah’ın düşmanı, senin de düşmanındır. Ve yine Allah için sever ve Allah için buğz edersen cahiliyede düşmanın olan kimseler, iman ettiklerinde, senin dostların olurlar. Tıpkı Evs ve Hazrec kabilesinin mensupları gibi. Cahiliyede birbirlerinin azılı düşmanı olan bu iki kavim, iman ile birlikte aralarındaki düşmanlığa son verip kardeş oldular. Çünkü vahiy onlara dostu da düşmanı da tanıttı.

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği, bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 71)

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır.” (9/Tevbe, 67)

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar, bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur.” (8/Enfal, 72)

“İnkâr edenler, birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8/Enfal, 73)

Bu konuda anne baba, çoluk çocuk, amca dayı, hala teyze arasında fark yoktur. Akraba yönünden bize yakınlığı veya uzaklığı çok önemli değildir. Allah dostu olanlar bizim dostumuz, Allah düşmanı olanlar ise bizim düşmanlarımızdır.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah bulanların ta kendileridir.” (58/Mücadele, 22)

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, Peygamberinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğunu doğru yola erdirmez.” (9/Tevbe, 23-24)

Vela bera akidesi, Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan meselelerdendir. Günümüzde ise bu, en çok istismar edilen, en çok cıvıklaştırılan ve en çok basite alınan meselelerden biri hâline gelmiştir. Kur’an’da dostlar ve düşmanlar açık bir şekilde tanıtılmış olmasına rağmen, günümüzde vela bera hakkıyla uygulanmadığı için artık kimin dost kimin düşman olduğu belli değildir. Bunun birçok nedeni vardır. En belirgin nedenlerinden bir tanesi de teoride olan bu bilgileri, pratikte hakkıyla bize gösteren kimselerin olmaması veya az olmasıdır. Bundan dolayı hem geçmiş dönem Peygamberlerinden, hem de sahabeden bazı pratik örnekler zikrederek bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayalım. Onların en yakınlarına vela berayı nasıl uyguladıklarını görelim.

Nuh aleyhisselam:

“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.’ (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.’ Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur.’ Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (11/Hud, 42-43)

“Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: ‘Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.’ ” (11/Hud, 45)

“Dedi ki: ‘Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ ” (11/Hud, 46)

“Dedi ki: ‘Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum.’ ” (11/Hud, 47)

İbrahim aleyhisselam:

“Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ ” (6/En’am, 74)

“Hani babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?’, ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk’ dediler. Dedi ki: ‘Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ ” (21/Enbiya, 52-53)

“‘Hayır’ dediler. ‘Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.’ (İbrahim) Dedi ki: ‘Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?’, ‘Hem siz, hem de eski atalarınız?’, ‘İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hariç.’ ” (42/Şura, 74-77)

Ashab-ı Kehf:

“Kalkıp da, ‘Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, O’ndan başka ilahlar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?’ dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.” (18/Kehf, 14)

“(İçlerinden biri demişti ki:) ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup ayrıldınız, o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.’ ” (18/Kehf, 16)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

Abdullah bin Amr bin As radıyallahu anh anlatıyor:

“Bir gün müşriklerin Kâbe yanındaki Hatim´de bir araya geldiklerini gördüm. Rasûlullah’tan bahsederek şöyle diyorlardı: ‘Bu adama sabrettiğimiz kadar hiç kimseye sabretmedik. O bize hakaret etti. Atalarımıza sövdü. Dinimizi kötüledi. Cemaatimizi dağıttı. İlahlarımıza küfretti. Bu sırada Rasûlullah efendimiz çıkageldi. Kâbe´yi tavaf ederek yanlarından geçti. Bazı müşrikler Rasûl’e laflar attılar. Bu lafları duyduğu ve rahatsız olduğu, Rasûlullah’ın mübarek yüzünden anlaşıldı. Geçip gitti, ikinci defa yanlarından geçtiğinde yine aynı şekilde sözlerle karşılaştı. Yine rahatsız olduğu, yüzünden anlaşıldı. Üçüncü kez yanlarından geçerken, aynı şekilde kendisine laf attılar. Bunun üzerine Peygamber onlara şöyle dedi: ‘Beni duyuyor musunuz ey Kureyşliler? Ben sadece sizi kesmekle gönderildim!’ Orada bulunanlar bu sözü işittiler, sükûtla dinlediler. O kadar sessizleştiler ki, sanki her birinin başının üzerinde bir kuş vardı da, o kuşu ürkütüp uçurmamak için seslerini çıkarmıyor ve hareket etmiyorlardı. Hatta orada bulunan müşriklerin Peygambere karşı en şiddetli olanları bile şöyle diyordu: ‘Ey Eba Kasım, doğruca yoluna git, sen cahil bir kimse değilsin.’ ” (İmam Ahmed)

Sahabeler radıyallahu anhum:

İbni Abbas radıyallahu anhuma şöyle der:

“Müslümanlar Bedir’de karşı taraftan esirler alınca, Rasûlullah, Ebubekir ve Ömer’e şöyle dedi: ‘Bu esirler hakkında ne düşünüyorsunuz?’ Ebubekir şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü onlar bizim yakın akrabalarımız, fidye karşılığında onları serbest bırakalım. Alacağımız fidye, kâfirlere karşı bizim için bir güç olur. Umulur ki onlar da Allah’ın izniyle İslam’ı kabul ederler.’ Rasûlullah: ‘Sen ne düşünüyorsun ya Ömer?’ dedi. Ömer ‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki ben Ebubekir’le aynı görüşte değilim. Bence onların boyunlarını vurdurmalıyız. Ali, Ukeyl’in boynunu vursun. Ben de (Kendi akrabasını kastederek) şu şahsın boynunu vurayım. Onlar küfrün önderleridir’ dedi. Ömer bu konuda daha sonra şöyle dedi: ‘Rasûlullah benim fikrimden daha çok Ebubekir’in fikrine meyletti. İkinci gün onların yanına geldiğimde Rasûlullah ve Ebubekir’i ağlarken buldum. Dedim ki: ‘Ya Rasûlullah seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Eğer ağlamamı gerektirecek bir durum varsa söyleyin ben de sizinle ağlayayım. Yok, eğer beni ağlatacak bir durum yoksa ben de sizin ağlamanıza ağlarım. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Fidye almak konusunda arkadaşlarının bana yaptıkları tekliften dolayı ağlıyorum. Onların uğrayacağı azap bana gösterildi, şu ağaçtan daha yakındı.’ Bunun üzerine şu ayet indi:

‘Hiçbir Peygambere yeryüzünde savaşırken zaferler kazanıncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Siz, geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (8/Enfal, 67)

Böylece Allah onlara ganimet almayı helal kıldı.” (Müslim)

“Bedir’de Musab bin Umeyr’in radıyallahu anh kardeşi de esir alınmıştı. Musab onun esir alındığını görünce: ‘Onu sıkı tut. Çünkü onun annesi zengindir onu fidye karşılığında senden satın almak isteyebilir’ dedi. Ebu’l Aziz: ‘Kardeşim benim hakkındaki tavsiyen bu mu?’ dedi. Musab: ‘O bana senden daha yakın bir kardeştir’ dedi.” (İbni Hişam)

“Beni Mustalik gazvesi için çıkılmıştı. Yolda Ensar ve Muhacir arasında su sırası nedeniyle pek de hoş olmayan bir tartışma yaşandı. Her biri kendi kavmine seslendi: ‘Ey muhacirler! Yardım edin.’ ‘Ey ensar! Yardım edin’…”

Kalbi marazlı olan Abdullah bin Ubeyy Es-Selul için fırsat doğmuştu. Kalbi hastalıklı tüm varlıkların İslam toplumunda yaşanacak olumsuzlukları gözlediği gibi… Neticede onlar, sinek tabiatlıydı… Balarısı misali güzelliğe değil, sinek misali sağlam bedenin yaralı kısmına konarlardı. Abdullah bin Ubeyy konacağı yarayı bulmuştu.

“…İnsanları iyice kışkırtmak için şu sözleri söyledi: ‘Bunlarla bizim misalimiz, Arapların ‘besle kargayı oysun gözünü’ deyimimizdeki gibidir. Hem yurdumuza yerleştiler, hem de şu yaptıklarına bakın. Vallahi Medine’ye dönersek aziz/izzetli olan zelil olanı oradan çıkaracaktır.’ ” (Buhari, Müslim)

Onun bu sözleri üzerine şu ayetler indi:

“Onlara: ‘Gelin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin’ denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen, onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez. Onlar: ‘Allah’ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler’ diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. Onlar: ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır’ diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” (63/Munafikun, 5-8)

Bu olay Allah Rasûlü’nü çok üzmüştü. Öyle ki hiç dinlenmeden yola devam ediyordu. Münafıkların elebaşının pak ve şerefli oğlu, bu durumdan etkilenmişti. Allah Rasûlü’nü bu denli üzen bir manzaraya, babası sebep olmuştu. Üstelik ayetler de babasının bu sözleri söylediğini teyit ediyordu. Medine’ye kadar sabretti. Medine’ye girerken kapıda dikildi ve babasına dedi ki: ‘Vallahi kimin izzetli kimin de zelil olduğunu göreceksin. Allah Rasûlü sana izin verinceye dek bu kapıdan içeri girmeyeceksin.’ İnsanlar onu uyarsa da o, bu kararından vazgeçmedi. Ta ki Allah Rasûlü’nden giriş izni gelinceye dek… Babası dahi olsa Allah Rasûlü’nü üzen, onun buğz edeceği işler yapan, ona dil uzatana böyle karşılık vermişti. İşte sevgi budur. Sevgilinin sevdiğini sevmek, sevgilinin buğzuna muhatap olana buğz etmek. Biz ise tuhaf bir dönemde yaşıyoruz. Abdullah bin Ubeyy bin Selül’ün dahi şapka çıkaracağı cinsten bir nifakla karşı karşıyayız. Allah Rasûlü’nü sevdiğimizi söylüyoruz. Ancak dilimizde ona hakaret edenlerin nağmeleri dolanıyor, gece evlerimizi ona düşmanlık edenlerin film ve dizileri süslüyor! Onun buğz edip asırlar öncesinden lanet ettiği insanları takip ediyor, şevkle haftanın sırasının onlara gelmesini bekliyoruz. Onun şiarlarıyla dalga geçen, onu bir çöl bedevisi, zevk düşkünü veya çıkarcı olarak yansıtan komedyenlere katıla katıla gülüyoruz.( Ebu Hanzala Hoca’nın ‘Tüm Rasûllerin Ortak Müjdesi’ yazısından alıntı yapıldı.)

Bugün insanların İslam akidesinin en temel meselesi olan vela bera konusunda bu denli gevşek olmaları, akidelerinin gevşek olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü vela beranın özü, isimler meselesidir. Kimin Müslüman olduğu netleşmeden vela, kimin de müşrik olduğu belli olmadan bera hukukundan söz edilemez. İslam’ın en temel esaslarından olan vela ve bera akidesine hizmet eden, onun esası olan ‘isimler’ hususu insanların en uzak durduğu konudur. İslam düşmanları şunu çok iyi biliyorlar; Müslümanların onlarla mücadelesi, vela ve bera hukukuna bağlıdır. Vela ve bera hukukunun netleşmesi de isimler meselesinin netleşmesine… Bu nedenle isimler konusunu içinden çıkılmaz hâle getiriyorlar. Hatta Allah’a düşmanlıklarıyla maruf tağutlar, irca ehlinin bu batıla hizmet eden kitaplarını bedava basıp dağıtıyorlar. Seyyid Kutub rahimehullah İslami hareketlerin ve bireylerin bu konudaki çıkmazlarını fark etmiş ve onları uyarmıştır. “Böylece suçluların yolu belli olsun diye ayetleri iyice açıklıyoruz.” (6/En’am, 55)ayetinin tefsirinde şu mükemmel tespitleri kaydetmiştir:

‘Oldukça ilginç bir şey… Bu, Kur’an metodunun inanç ve inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne sermektedir. Kuşkusuz bu metot, sırf salih müminlerin yolunun açıkça belli olması için gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanı sıra, günahkâr sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli olması, müminlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır. Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun açık seçik belli olması ayetlere ilişkin ilahi açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, müminlerin konumlarına ve yollarına yansır. Çünkü bunlar birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır. Bundan dolayı, her İslami hareketin, müminlerin yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir. Müminlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve müminlerin ayırıcı özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil… Böylece İslam davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek, müminlerle suçlular arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde müminlerin yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangisinin suçlu müşrik olduğunu bilmiş olurlar. İslam’ın şirk, putperestlik, Allah tanımazlıkta, semavi bir temele dayanmakla beraber beşeri tahrifatların değiştirip bozduğu tahrif olmuş dinle karşılaştığı sıralarda… Evet, İslam’ın bu gruplar ve akımlarla karşılaştığı sıralarda salih müminlerin yolu ile kâfir ve suçlu müşriklerin yolu açık açık gözler önündeydi. Birbirlerine karışmalarına imkân yoktu. Ancak bugün için gerçek İslami hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir. Sorun, Müslüman sülalelerden gelen milletlerin, Allah’ın dininin egemen olduğu ve onun şeriatının hükmettiği zamanlarda İslam yurdu olan ülkelerin varlığında somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek İslam’ı hayattan uzaklaştırıp isim olarak ilan ediyorlar. İnanç açısından İslam’ı din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen, inanç ve realite olarak İslam’ın prensiplerini inkâr ediyorlar. Çünkü İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik etmektir. Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah’ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O’na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece O’ndan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O’nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslam’a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun… Hangi bölgede -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçekleşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah’ın dinini din edinmemiş ve asla İslam’a girmemiş demektir. Bugün yeryüzünde isimleri Müslüman ismi, kendileri de Müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslam yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar… İşte gerçek İslami hareketlerin bu ülkelerde bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk bir yandan “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesinin ve İslam’ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih Müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır. İslami hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek, insanı alnından ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. ‘Müslümanları tekfir ediyorlar’ töhmetine… İslam ve küfür konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve geleneklerine başvurma sorununa dönüşür, yüce Allah’ın ve Peygamberinin sallallahu aleyhi ve sellem sözlerine değil… İşte en büyük zorluk budur. Bu, her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir. İnsanları Allah’ın yoluna davet edenler, gerçek ve kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da ‘Bakın, Müslümanları tekfir ediyorlar’ diye bağıran çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.’ (Tüm Rasûllerin Ortak Daveti kitabından (Fî Zilâl’il Kur’an’dan kısaltılarak))

Affetmesi

“Beni Mustalik gazvesi dönüşü Ebubekir’in kızı Aişe’ye zina iftirası atıldı. Bu iftiraya katılanlardan birisi de Ebubekir’in sürekli kendisine karşılıksız yardım ettiği halasının oğlu Mistah ibni Usase’ydi. Bunu gören Ebubekir bir daha kesinlikle ona yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Bunun üzerine Allah şu ayeti indirdi: ‘İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ (24/Nur, 22) Bu ayet indikten sonra Ebubekir: ‘Vallahi Allah’ın beni bağışlamasını isterim. Vallahi ona yaptığım yardımları kesmeyeceğim’ dedi ve eskisi gibi Mistah’a yardım etmeye devam etti.” (Buhari)

Ebubekir’in kızına atılan iftira bizim kızımıza atılsaydı ve sonra da bu ayet inseydi acaba aynı tavrı gösterebilir miydik? Allahuâlem biraz zor. Çünkü bugün bir yanlış yaptığımızda düzelmemiz için bize nasihat eden kardeşlerimize kızıyoruz. Nefsimizi yenip hatamızı kabul etmek yerine onların ayıplarını araştırmaya başlıyoruz. Haksız olduğu hâlde kendi nefsini yenemeyen birinin kendisine haksızlık yapıldığında af yolunu seçmesi mümkün değildir. Her birimizin affedilmesini istediği bir takım günahları vardır. Eğer gerçekten kendisiyle Allah’a karşı asi olduğumuz günahların affedilmesini istiyorsak bunun yollarından birisi de bize yapılan haksızlıkları affetmektir. Affetmeliyiz ki Allah da bizi affetsin. Ayette Allah subhanehu ve teâlâ buna işaret etmektedir. Aişe radıyallahu anha şöyle der:

“Rasûlullah Allah yolunda yaptığı cihad dışında hiçbir şeye eliyle vurmadı. Kadına da, hizmetçiye de vurmadı. Kendisine haksızlık yapıldığında da haksızlık yapandan intikam almadı. Ancak Allah’ın yasakladığı şeylerden biri çiğnendiğinde Allah için intikam alırdı.” (Müslim)

Bu hadisten iki şey öğreniyoruz:

1. Kendi hakkına taalluk eden konularda af yolunu tercih etmek

2. Allah hakkına taalluk eden konularda af yolunu tercih etmemek

İnsan kendisine yapılan haksızlığı, zulmü affedebilir. Fakat Allah’ın yasaklarını çiğneyen kimseleri affetme hakkına sahip değildir. Allah subhanehu ve teâlâ bize böyle bir hak vermemiştir. Bugün ise tam zıddı yapılıyor. Ölçüler birçok şeyde olduğu gibi bu konuda da tam tersine dönmüş. Allah’ın sınırlarını çiğneyenler affedilirken, insanların sınırlarını çiğneyenler affedilmiyor. Örneğin; Birileri Allah’a şirk koşuyor. Allah da şirki asla affetmeyeceğini söylüyor. Fakat bazı insanlar onların şirklerini affedebilmek için ciddi anlamda çırpınıyorlar. Mazeret olmayan şeyleri mazeret kabul ediyorlar. Fakat biri çocuğuna haksız yere bir tokat attığında veya eşine laf attığında vaveyla koparıp ortalığı ayağa kaldırıyor. En ağır cezalarla cezalandırıp, bir daha onunla konuşmuyor. Bu, sünnete uymayan bir ölçüdür. Allah’ın haklarını koruma noktasında en sert, fakat kendi haklarımız konusunda ise en yumuşak olanlar olmalıyız. Ebubekir radıyallahu anh bu konuda bizim için güzel bir örnektir. Halim selim bir fıtrata sahip olan Ebubekir, insanların dinden döndüğü riddet gününde en sert, en katı kişi idi. Düşünün, sertliği ile bilinen Ömer radıyallahu anh, onu yumuşatmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu. Çünkü insanlar Allah’ın en çok nefret ettiği şirki işlemeye başladılar. Burada Ebubekir’in halim selim olması veya onları affetme gibi bir lüksü yoktu. Çünkü bu Allah’ın hakkına taalluk eden bir meseleydi. Ama aynı Ebubekir, kızına zina iftirası atanlardan biri olan Mistah’ı affetmişti. Özellikle bir arada yaşayan Müslümanların bu ahlakla ahlaklanmaya ciddi anlamda önem vermesi gerekir. Aile ortamı, medrese, cezaevi gibi bir arada bulunulan ortamlarda. İnsanlar arasında problemler çıkar. Taraflardan birisi af yolunu tercih etmez ise sıkıntılar gittikçe büyümeye ve içinden çıkılmaz hâle gelmeye başlar. Problemlerin büyümemesi için birinin af yolunu tercih etmesi gerekir. Bu olmadığı için bir arada bulunan Müslümanlar arasında sürekli sıkıntılar çıkıyor, sürekli birbirlerinin kalbini kırıyorlar. Affetmek, intikam almaya gücün yettiği hâlde sana yapılan haksızlığı görmemezlikten gelmektir. Güç yetmediğinden dolayı alınamayan intikam, affetmek değildir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’deyken müşriklerden her türlü eziyeti gördü. Daha sonra Medine’ye hicret etti ve Allah’ın yardımıyla kendisine eziyet edenlerden daha güçlü bir hâle geldi. Mekke’yi, Taif’i fethetti. Fakat kendisine her türlü eziyeti reva gören bu insanlardan intikam almadı. Oysa insanoğlu intikam alma duygusuyla yaratılmıştır. Biri kendisine haksızlık yaptığında aynısını veya daha kötüsünü ona yapmak ister. Affetmek ahlakı ise bunun tam zıddıdır. Bu nedenle elde edilmesi zordur. Fakat istenildiği zaman elde edilemeyecek bir şey değildir. Allah’a dua etmeli ve irademizi bu uğurda kullanmaya çalışmalıyız. Bu şekilde olursa Allah’ın izni ile başarabiliriz.

Davamızın sonu âlemlerim Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver