‘Büyük olaylardan önce, onların yakın olduğunu gösteren birtakım alametler olur. Müslümanlar, hicretin sekizinci senesi Mekke’yi fethettiler. Dokuzuncu sene İslam’a giren ya da cizye vermeyi kabul eden kabilelerden heyetler geldi. Nebi tarafından yola çıkarılan zorluk ordusu, kalabalık Rum topluluğunu korkuttu ve Müslümanlarla savaştan kaçtılar. Arap yarımadası, İslam’a boyun eğdi. Tüm bunlar, Nebi’nin ve değerli sahabesinin tam yirmi yıl devam eden savaş ve mücadelesinin akabinde gerçekleşti. Tüm olaylar, Rasûlullah’ın görevini tamamladığına işaret ediyordu. O, risalet görevini yerine getirmiş, emaneti teslim etmiş, ümmeti için yapılması gereken her şeyi yapmış, tüm doğruları açıklamış ve insanlar, gecesi dahi gündüz gibi olan aydınlık bir yola girmişlerdi. Artık o yoldan, helak olandan başkası sapmazdı.’ (Muhammed El-Mısri, Hayatu’s Sahabe)
Gerçekleşen bu olaylardan ve inen bazı ayetlerden sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ecelinin yakın olduğunu, yakında Rabbine kavuşacağını anlamış ve bunu bazen açık bazen de dolaylı olarak sahabesine bildirmiştir. Buna işaret eden bazı rivayetler şunlardır:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muaz’ı radıyallahu anh, Yemen’e gitmekle görevlendirince kendisiyle birlikte çıkarak ona tavsiyelerde bulunur. Bu esnada Muaz bineğinde, Rasûlullah da onun bineğinin yanında yürümektedir. Ona şöyle der: “Ey Muaz, belki de seneye beni göremeyeceksin, umulur ki benim mescidime ve kabrime uğrarsın.” Rasûlullah’tan ayrılacağını duyan Muaz, duygulanarak ağlamaya başladı. Sonra Rasûlullah, yönünü Medine’ye çevirerek şöyle dedi: “Kim olursa olsun, nerede olursa olsun bana en layık olanlar muttakilerdir.” (İmam Ahmed)
O, her sene Ramazan ayının son on günü itikafa girerdi. Ömrünün son senesi bunu yirmi güne çıkardı.
Cibril, ondan Kur’an’ı her ramazan bir kere dinlerdi. Son sene bunu iki kez yaptı.
“Hicretin onuncu yılında hac için çıktığında şöyle demiştir: ‘Hacda yapacaklarınızı benden öğrenin, belki de ben bu yıldan sonra bir daha sizi göremeyeceğim.’ Sonra da insanlarla vedalaşmaya başladı.” (Müslim)
Ebu Said El-Hudri radıyallahu anh anlatıyor:
“Nebi, bir konuşma yaparak şöyle dedi: ‘Allah bir kulu dünyayı seçmek ile kendi katında olanı seçmek arasında serbest bıraktı ve o da Allah katında olanı seçti.’ Bunu duyan Ebu Bekir ağladı. Rasûlullah dünya ile ahiret arasında tercih yapan kuldan bahsederken Ebu Bekir’in neden ağladığını anlamadık. Ancak tercih yapan kul Rasûlullah’tı ve bunu ilk önce anlayan Ebu Bekir, en bilgilimizdi.”
Hastalığın Başlaması ve Ölümü
Aişe radıyallahu anha anlatıyor:
“Bir gün Nebi, Baki’den bir cenazeden döndüğünde ben baş ağrısı çekiyor ve ‘Ah başım!’ diyordum. Bana ‘Asıl benim ah başım ey Aişe’ dedi. Sonra da: ‘Sen, benden önce ölsen, seni yıkasam, kefenlesem, namazını kılsam ve seni gömsem’ dedi. Ben de: ‘Vallahi bunu yaptıktan sonra dönüşünü ve benim evimde eşlerinden biriyle geceleyişini görür gibiyim!’ dedim. Bunu üzerine Nebi gülümsedi ve sonra da ölümüyle sonuçlanan ağrıları başladı.” (İbni Mace)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hastalandıktan sonra her geçen gün ağrıları artıyordu. Evinden çıkamıyor, cemaate namaz kıldıramıyordu. İnsanlara namaz kıldırması için Ebu Bekir’i radıyallahu anh görevlendirmişti.
Abdullah bin Zem’a radıyallahu anh anlatıyor:
“Nebi’nin ölüm döşeğinde hastalığı şiddetlendiğinde, ben bir grup Müslümanla onun yanındaydım. Bilal, onu namaza çağırınca Rasûlullah: ‘Birine söyleyin insanlara namaz kıldırsın’ dedi. Abdullah bin Zem’a çıktığında Ömer’i insanlar arasında gördü. Ebu Bekir ise ortada yoktu. Ömer’e: ‘Ey Ömer, kalk ve insanlara namaz kıldır’ dedim. O da öne geçti ve tekbir aldı. Nebi, onun sesini işitince ‘Ebu Bekir nerede?’ diye sorarak ‘Allah ve Müslümanlar bunu reddeder, Allah ve Müslümanlar bunu reddeder’ dedikten sonra Ebu Bekir’e birini gönderdi. Ömer bu namazı kıldırdıktan sonra Ebu Bekir geldi ve artık namazları o kıldırdı.” (Ebu Davud)
Aişe radıyallahu anha anlatıyor:
“Ben, Rasûlullah’ın arkasına yaslanıyorken Abdurrahman elinde bir misvakla yanıma geldi. Rasûlullah’ın misvaka baktığını gördüm ve onun misvak istediğini anladım. ‘Sana getireyim mi?’ diye sorunca, başıyla: ‘Evet’ anlamında işaret etti. Onu getirip dişlerini fırçalamaya başlayınca, sertliğinden rahatsız oldu. ‘Sana onu yumuşatayım mı?’ diye sorunca yine ‘Evet’ anlamında başıyla işaret etti. Bunun üzerine onu yumuşattım. Onu dişlerinin üzerinde gezindirdi. Ellerinin arasında, içerisinde su olan bir kap vardı. Ellerini ona sokup yüzüne sürmeye başladı. Bir taraftan da ‘Rafiki’l-a’la’da, rafiki’l-a’la’da’ diyordu. Sonunda ruhu alındı ve eli düştü.” (Buhari)
Ölümü Allah subhanehu ve teâlâ takdir etti ve yaşayan her canlı, ölümü tadacaktır. Canlı olup da ölümü tatmayacak kimse yoktur.
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir.” (3/Âl-i İmran, 185)
Peygamber de sallallahu aleyhi ve sellem her canlı gibi vefat etti. Onun hastalanması ve ardından ölmesi, onun beşer olduğunu gösterir. Allah’ın, Peygamberleri beşer olarak göndermesi ise bizim için büyük bir rahmettir. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ bizden Peygambere uymamızı istiyor. Eğer Peygamber beşer olmasaydı ona uymamız, onu örnek almamız ciddi anlamda sıkıntı olurdu.
“De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım; ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
Peygamberin beşer olması ile ilgili iki grup sapıtmıştır:
Birinci grup, beşer biri Peygamber olamaz diyerek Peygambere iman etmeyenler. Bunlar Peygamberin beşeriyetini küçümseyerek; ‘Senin gibi birinden Peygamber olmaz Peygamberin ya melek olması ya da kavmin liderlerinden biri olması gerekir’ derler. Kur’an-ı Kerim’den şu ayetler, bu düşüncedeki insanlara işaret eder:
“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: ‘Allah, elçi olarak bir beşer mi gönderir?’ ” (17/İsra, 94)
“Bu; kendilerine Peygamberleri belgelerle geldiğinde: ‘Bizi doğru yola bir insan mı eriştirecek?’ diyerek inkâr edip gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını ortaya koymuştur. Allah müstağnidir, övülmeye layık olandır.” (64/Teğabun, 6)
Nuh’un aleyhisselam kavmi şöyle dedi:
“Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (Peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (23/Müminun, 24)
Mekkeli müşrikler de, aynı sözleri Peygamberimiz için söyledi:
“Bu elçinin özelliği ne ki? O da yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor! Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (25/Furkan, 7)
“Rabblerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep alaya alarak, kalpleri oyuna, eğlenceye dalarak dinlemişlerdir. O zalimler şöyle fısıldaştılar: ‘Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?’ ” (21/Enbiya, 2-3)
Aslında bu düşünce, insanların Peygambere uymamak için ortaya attığı bir düşüncedir. Ve kendi içeresinde çelişki bulundurmaktadır. Çünkü beşer olduğu için Peygambere tabi olmayın diyen insanlar, kendilerine tabi olunmasını isterler. Peki onlar beşer değiller midir?
Bunun günümüzdeki versiyonu ise şöyle olmaktadır; İnsanlara gelin şurada Allah’ın dinini anlatan, hayra çağıran bir davetçi var gidip ondan dinimizi öğrenelim dediğinizde size hemen şöyle derler: ‘Hocaefendinin bir kerameti var mıdır? Salih zatlar onun kerametine şahitlik etmişler midir?’ Eğer gözle görünen bir kerameti yoksa onu dinlemeye gelmezler. Bunlara göre de dinlenilecek olan kişinin, normal insan olmaması gerekir.
İkinci grup; ‘Peygamber beşer üstü bir varlık olması gerekir’ diyerek Peygamberi kutsayanlardır. Bunlara göre birinin Peygamber olabilmesi için beşerüstü özelliklere sahip olması gerekir, sıradan bir insan Peygamber olamaz. Ondan dolayı Peygamberi aşırı bir şekilde kutsar ve onda olmayan özellikleri varmış gibi gösterirler. Derler ki: ‘Peygamberimizin dışkısı ve teri misk kokardı, o uyumazdı, o unutmazdı, o çok aşırı güçlüydü…’
Aslında bu düşünce de, bir öncekinde olduğu gibi Peygamberi örnek almamak için ortaya atılan bir düşüncedir. Çünkü böyle özelliklere sahip bir Peygamberi örnek almak, ona uymak, onun yaptıklarını yapmaya çalışmak mümkün değildir. Zaten böyle iddia edenlere Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem bu din için yaptıklarından bahsettiğinizde, bizim de böyle olmamız gerektiğini söylediğinizde size hemen: ‘O, Peygamberdir, biz onun gibi olamayız’ derler. Böylece neden böyle bir şey ortaya attıklarını ispat etmiş oluyorlar. Oysa sünnete baktığımızda beşer olan, anlattıklarının tam zıddına bir Peygamber görüyoruz.
Enes radıyallahu anh anlatıyor:
“Rasûlullah tuvaleti için giderdi. Ben ve bizden bir çocukla beraber bir su kabıyla Rasûlullah’ı takip ederdim. İhtiyacını giderdiği vakit, su kabını ona verirdim. Rasûlullah da onunla istinca ederdi.” (Buhari, Müslim)
İbni Mesud radıyallahu anh anlatıyor:
“Rasûlullah namaz kıldı. Namazda (unutarak) ziyade veya noksanda bulundu. Kendisine: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Namazda yeni bir durum mu hasıl oldu?’ diye soruldu. ‘Bunu niye sordunuz?’ diye o da merak etti. ‘Şöyle şöyle kıldınız’ dediler. Rasûlullah hemen dizlerini bükerek kıbleye yöneldi ve iki kere sehiv secdesinde bulundu, sonra selam verdi ve yüzünü bize çevirerek: ‘Şayet namazda yeni bir şey hasıl olsaydı ben size haber verirdim. Ancak ben bir beşerim, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Öyleyse bir şey unutursam bana haber verin. Biriniz namazında şekke düşecek olursa doğruyu araştırsın ve onun üzerine, kalanı bina etsin, sonra da iki sehiv secdesi yapsın’ dedi.” (Buhari)
Rasûlullah’ın teri misk koksaydı, sürekli gusül abdesti almazdı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir keresinde ashabıyla birlikte sabah namazında uykuya kaldı ve namazı kaçırdı.
Ebu Bekir’in Tavrı
Aişe radıyallahu anha anlatıyor:
“Rasûlullah ölmüştü ve Ebu Bekir, Beni Haris’in evleri tarafında idi. Ömer kalkarak: ‘Vallahi Rasûlullah ölmedi’ dedi. Ardından şöyle dedi: ‘Vallahi içimden öyle geliyor. Muhakkak Allah onu diriltecek ve o, birtakım kimselerin ellerini ve ayaklarını kesecek.’ Bu esnada Ebu Bekir gelerek, Rasûlullah’ın yüzünü açtı ve onu öptü. Ardından şöyle dedi: ‘Babam sana feda olsun; yaşamın da hoş ölümün de. Allah’a yemin olsun ki, Allah sana iki ölümü tattırmayacak.’ Sonra çıktı ve: -Ömer’i kastederek- ‘Ey yemin eden, ağır ol’ dedi. Ebu Bekir konuşunca Ömer yerine oturdu. Ebu Bekir, Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle dedi: ‘Kim Muhammed’e kulluk ediyor idiyse, bilsin ki Muhammed öldü! Kim de Allah’a kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, El-Hayy olandır. Ve O, asla ölmez.’ Sonra şu ayetleri okudu: ‘Sen de öleceksin, onlar da ölecekler.’ (39/Zümer, 30) ‘Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. O ölecek ya da öldürülecek olsa gerisin geri dönecek misiniz? Kim gerisin geri dönerse bilsin ki, (böyle yapmakla) Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.’ (3/Âl-i İmran, 144) Bunun üzerine insanlar, feryat etmeksizin sessizce ağlamaya başladılar.” (Buhari)
İbni Abbas radıyallahu anh şöyle der: “Vallahi Ebu Bekir bu ayeti okuduğunda insanlar, onu Allah’ın indirdiğinden habersiz ve daha önce hiç duymamış da ilk defa ondan duyuyor gibiydiler. Onu duyan herkes, ayeti okumaya başladı.”
Ömer radıyallahu anh şöyle der: “Vallahi Ebu Bekir’in ayeti okuduğunu işitir işitmez dehşete düştüm ve ayaklarım beni çekmedi, yere çöküp kaldım. Nebi’nin gerçekten öldüğünü anlamıştım.”
Dersler
Ebu Bekir’in radıyallahu anh, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem vefatı esnasında gösterdiği tavırdan şu dersleri çıkarabiliriz:
Birinci ders:
Peygamberin vefatı, sahabe üzerinde çok olumsuz etki yapmıştı. Kimisi buna inanamadı, kimisi ise inanmak istemedi. Çünkü en sevdikleri, kendilerine Kitabı ve hikmeti öğreten, onları arındıran Peygamberleri yoktu artık. Artık yeryüzüne vahiy inmeyecek, Allah subhanehu ve teâlâ direkt onların hayatına vahiy ile müdahale etmeyecekti. Enes radıyallahu anh kendi durumlarını şu sözüyle özetliyor:
“Nebi’nin Medine’ye geldiği gün her taraf aydınlanmıştı, onun öldüğü gün ise her taraf karanlığa boğuldu. Ellerimiz, Nebi’den (onu gömme işinden) çekilir çekilmez, kalplerimizin eskisi gibi olmadığını fark ettik.” (Tirmizi)
Peygamberin vefatından sonra sahabeler üzülseler de kulluklarına kaldıkları yerden devam ettiler. Çünkü onlar, Peygambere değil Allah’a kulluk ediyorlardı. Kendilerine kulluk yaptıkları Allah ise sürekli hayattaydı. Hayat devam ettiği müddetçe kulluk da devam edecekti.
Kulluğunu ve hizmetlerini Allah için yapanlar; ne yaşarlarsa yaşasınlar, kendilerini üzen ne tür olay başlarına gelirse gelsin, en sevdiklerini bile kaybetseler, ölünceye kadar kulluklarına ve hizmetlerine devam ederler. Çünkü bu din, bu hareket, şahıslara bağlı değildir. Ebu Bekir radıyallahu anh şu sözüyle buna dikkat çekiyor: “Kim Muhammed’e kulluk ediyor idiyse, bilsin ki Muhammed öldü! Kim de Allah’a kulluk ediyorsa, bilsin ki, Allah El-Hayy olandır. Ve O, asla ölmez…”
“Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. O ölecek ya da öldürülecek olsa gerisin geri dönecek misiniz? Kim gerisin geri dönerse bilsin ki, (böyle yapmakla) Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3/Âl-i İmran, 144)
Günümüzde de aynısı geçerlidir. Çok sevdiğimiz, saydığımız, bizleri yetiştiren insanlar olabilir. Günün birinde herhangi bir sebepten dolayı ya biz onlardan ayrılabiliriz ya da onlar bizden ayrılabilirler. Bu, asla yapmamız gerekenlerden geri durmamıza, sorumluluklarımızı terk etmemize sebebiyet vermemeli. Tabi bunun olmaması için kişinin sürekli ihlasını, yaptıklarını neden yaptığını kontrol etmesi gerekir. Aksi takdirde bu gibi durumlarda ciddi anlamda sıkıntı yaşanır.
Ayrıca burada şu da dikkatimizi çekiyor: Günümüzde özellikle tasavvuf ehli arasında bazı şahıslar ilah yerine konuluyor. Allah’a yapılması gereken ibadetler onlara yapılıyor. Fakat günün birinde kendilerine kulluk yaptıkları insanlar, hastalanıyor ve ölüyorlar. Peygamber bile olsa hiçbir insana kulluk yapılmaz. Kulluk; insanları yaratan, sürekli hayatta olan, diri olan, kendisine ne uyku ne de uyuklama gelmeyen âlemlerin Rabbi, ilahı olan Allah’a yapılır.
İkinci ders:
Herhangi üzücü bir olay ile karşılaşıldığında veya sevdiğimiz birini kaybettiğimizde üzülmek, ağlamak normaldir. Fakat bu üzüntü, Allah’ın rızasına aykırı davranmamıza sebebiyet vermemelidir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, oğlu İbrahim vefat ettiğinde üzülmüş ve şöyle demişti:
“Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Allah’ın rızasına uygun olandan başka bir söz söyleyemeyiz. Ey İbrahim! Seni kaybetme yüzünden derin bir hüzün içindeyiz.” (Buhari, Müslim)
Ebu Bekir’in radıyallahu anh, Peygamberin vefatı esnasında gösterdiği tavır, gerçekten çok önemlidir. Onun gösterdiği tavır, ayakların kaymasına engel oldu. Onun tavrı, insanların kendilerine gelmesini sağladı. O da üzülmüştü elbet. Fakat bu üzüntü, Allah’ın rızasına aykırı davranmayı gerektirmezdi.
İnsanlar ne yapacaklarını bilmezken, şaşkınlık içerisindeyken Ebu Bekir’in gelmesi ve konuşması ile kendilerine geldiler. Aslında yapılması gereken, gösterilmesi gereken tavır belliydi; fakat oluşan duygusal atmosferden dolayı bunu unutmuş, gaflete düşmüşlerdi. Birinin söz ve davranışları ile kendilerine örnek olması, yapmaları gerekenleri hatırlatması gerekiyordu. İşte o da Ebu Bekir’di. Sekinet ile bu durumu karşılamış, dik duruşu ile insanlara örnek olmuştu. Aynı tavrı hilafeti döneminde de ondan görüyoruz. Zekâtı vermeyenler, yalancı Peygambere tabi olanlar çıktığında Ebu Bekir radıyallahu anh öyle dik bir duruş sergiledi ki; bütün ümmeti çok büyük bir fitneden korumuş oldu.
Buradan şunu anlamamız gerekir; Bilgi, tek başına yeterli değildir. Bilgilerin tatbiki için, öncü insanların insanlara örnek olmaları gerekir. Öncü olan insanlar da avam gibi davranır, söz ve davranışları ile insanlara örnek olmazlar ise, insanların ayakları kayar ve Allah’ın rızasına aykırı davranışlarda bulunabilirler.( Konu içerisindeki rivayetlerin çoğu, Muhammed El-Mısri’nin Hayatu’s Sahabe kitabından alıntı yapılmıştır.)
İlk Yorumu Sen Yap