Hamd; bizleri dünyadaki en büyük lütuf olan tevhid ile nimetlendiren, zatı dışındaki tüm ilahların âtıl ve batıl olduğunu idrak etmeyi bizlere nasip eden ve bu hakikat üzere yaşamayı -tüm zorluklarına rağmen- gönüllerimize sevimli kılan Rabbimize olsun.
Salât ve selam; hayatı boyunca Allah düşmanları ile amansız bir mücadeleye girişen, canını tırnağına takarak tağutlara karşı cihadın en büyüğünü ifa eden ve bu kutlu yolu -bütün çilelerine rağmen- yaşantısıyla bizlere sevimli hale getiren sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya olsun.
Merhamet sahibi Rabbimiz, rahmetinin bir neticesi olarak dayanılması asla mümkün olmayan elem verici azaba düşmeyelim diye, biz kullarına sayısız Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler, Allah’ın kulları olan biz insanlara işin başında:
1. Sadece tek olan Allah’a kulluk etmeyi emretmişler,
2. Tağutlara itaatten, yani yeryüzünde Allah’ın buyruklarını dikkate almayıp kendi istek ve arzularına göre hükümler koyarak insanları sevk ve idare etmeye çalışan sulta sahiplerine kulluk etmekten sakındırmışlardır.
İşte tüm Rasûllerin insanları davet ettiği iki temel ilke budur.
“Andolsun biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının’ diye (tebliğ yapan) bir Peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36)
Allah’ın elçileri, ancak bu iki temel ilke yerine geldiği zaman insanları Allah’ın diğer buyruklarına yönlendirmişler ve onlara Rabblerinin geri kalan ahkâmını anlatmışlardır. Bunu sağlamadan asla insanları taabbudî birtakım fillere veya ibadetle alakalı bazı eylemleri gerçekleştirmeye yönlendirmemişlerdir. Zira tağutlara kulluk ile Allah’a kulluğun katiyyen bir arada olamayacağını ve tağutları inkâr etmeksizin ortaya konulacak tüm ibadetlerin koca bir ‘boş’tan ibaret olduğunu onlar çok iyi bilmekteydiler. Bu nedenle işe temelden ve işin olmazsa olmazından başladılar.
İşte burası, gerçekten de çok önemli olup asla gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Bu noktayı gözden kaçıranlar, maalesef insanlara nasihatte Allah’ın başladığı yerden değil, Allah’ın bitirdiği yerden işe başlıyorlar ve birtakım ibadet ve ahkâmı öne çıkarıp dinin temeli olan ‘tağutu red’ ilkesini sona alıyor veya hiç gündem etmiyorlar. Tıpkı evin temelini sağlamlaştırmadan dekorasyon ve süsü ile uğraşanlar gibi… Bu nedenle de davetlerinde asla başarıya ulaşamıyorlar.
Bizler, eğer davetimizde başarıya ulaşmak ve tıpkı Peygamberlerin yaptığı gibi Allah’ın ahkâmını yeryüzünde hâkim kılmak istiyorsak, o zaman işe Allah’ın başladığı yerden başlamalı, yani insanları tağutları reddedip, kulluklarını sadece bir olan Allah’a yönlendirmeye davet etmeliyiz.
Toplumumuzda, maalesef ve maalesef tağutun ne olduğu, Allah’ın kimlere tağut dediği ve hangi şeylerin tağut kapsamına girdiği net olarak bilinmediği için, öncelikle bunun açıklamasını yapmamız, ardından yöneticilerin bu kapsama girip girmediğini değerlendirmemiz, son olarak da onlara karşı nasıl bir tavrımız olması gerektiğini izah etmemiz gerekmektedir. Rabbimizden, bu makaleyi, kalplerine tağutların sevgisi içirilmiş hasta gönüllere hidayet vesilesi yapmasını ve iman edenlerin kalplerini pekiştirmede yardımcı kılmasını temenni ederiz. Hiç şüphesiz ki O, duaları işiten ve en güzel şekilde onlara karşılık verendir.
Tağut Kelimesinin Anlam ve Muhtevası
a. Sözlük Olarak
Tağut kelimesi sözlükte: ‘Haddi aşmak, azmak ve belirlenmiş sınırı geçmek’ gibi anlamlara gelen ‘tuğyan’ mastarından türetilmiştir. Dolayısıyla haddi aşan, azgınlaşan veya belirlenmiş sınırı geçen her şeye sözlük olarak ‘tağut’ denir. Mesela, dolu bir bardağa ilave edilip taşan suya, kendisi için belirlenen son nokta olan bardağın ağzını aştığı için sözlükte ‘tağut’ denilebilir. Zira bu durumda su, bardağın son noktasında durmamış, dışarı taşmak suretiyle kendi sınırını aşmıştır. Rabbimizin, Hakka suresi 11. ayetteki şu ifadesini buna örnek verebiliriz:
“Şüphesiz biz, sular (dağları tepeleri kaplayacak kadar) taştığında, sizi (dalgalar üzerinde) akıp giden bir gemide taşıdık.”
Nuh’un aleyhisselam kavmini helak eden tufanın suları, normal şartlarda kendisi için belirlenmiş seviye olan yeryüzünün düzlüğünü aşıp büyük dağlar gibi yükselince, suyun bu sınır aşışını ifade etmek için Rabbimiz, ‘haddi aşmak’ anlamına gelen ‘/tağâ’ fiilini kullandı. İşte Arapça’da bu tür sınır aşmalarına, tağut kelimesinin türevleri kullanılabilir. Ama hemen belirtelim ki, bizi asıl ilgilendiren nokta kelimenin sözlük manası değil, İslam’ın buna ne anlam yüklediğidir. Elbette sözlük anlamıyla ıstılah anlamının arasında sıkı bir ilişki vardır; fakat İslam’da meseleler ele alınırken, Arapların o kelimeyi nasıl kullandığı değil, Allah’ın o kelimeyle ne murat ettiği dikkate alınır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’da bu kelimenin kimlere ve hangi varlıklara kullanıldığını tespit etmek önemlidir; zira Allah bu kelime ile sadece normal haddi aşanları değil, kendilerini küfre götürecek boyutta azgınlaşanları murat etmektedir. Şimdi inşallah bu kelimenin ıstılahta nasıl kullanıldığına bakarak tağut hakkında bilinmesi gereken asıl şeyin ne olduğunu öğrenmeye çalışalım.
b. Istılah Olarak
Tağut kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de geçmesi hasebiyle, Kur’an’ın ilk talebeleri olan sahabeler ve onlardan sonra gelen İslam âlimleri, bununla Allah’ın neyi murat ettiğini anlamak için birçok uğraşı vermişler ve bu kelime hakkında birçok tanım yapmışlarıdır. Onlardan kimileri bu kelimeyle kast edilenin yeryüzünde işlenen tüm şirkin, küfrün ve tuğyanın asıl sorumlusu olduğu için ‘şeytan’ olduğunu söylerken, kimileri de bununla kast edilenin, genelde insanların tarih boyunca Allah’ın dışında ibadet ettikleri varlıklar olan ‘putlar’ olduğunu söylemişlerdir. Bazıları bununla kast edilenin, hakkı gizleyerek batılı insanlara süslü gösteren ‘sihirbazlar’ olduğunu söylerken, bazıları da gaybı ve insanların idrakinin dışındaki birtakım işleri bildiğini iddia ettiklerinden ötürü ‘kâhinler’ olduğunu ifade etmiştir. Bazı âlimler ise bunu, kendisine yapılan ibadete rıza göstermesi şartıyla ‘Allah’ın dışında ibadet edilen her varlık’ olarak tanımlamışlardır.
Bunun gibi bazı farklı tanımlar da yapılmıştır. Ama muhakkik İslam âlimlerinin belirttiğine göre, en geniş ve en kapsamlı tanımı İmam İbni Kayyım rahimehullah yapmıştır. O, ‘İ’lâmu’l Muvakki’în’ adlı eserinde tağutu tanımlarken şöyle der:
‘Tağut, kulun kendisi sebebiyle haddini aştığı; ibadet edilen, tabi olunan veya itaat edilen her şeydir. Her kavmin tağutu, Allah ve Rasûlü dışında kendisinin hükmüne başvurdukları, Allah’ı bırakıp ibadet ettikleri, basiretsizce Allah’ın dışında tabi oldukları veya Allah’a itaat olduğunu bilmedikleri şeylerde itaat ettikleri kimselerdir. İşte bunlar dünyadaki tağutlardır. Şimdi sen, bu tağutları ve bunlar karşısında insanların durumlarını düşündüğünde, insanların çoğunluğunun Allah’a kulluktan tağuta kulluğa, Allah ve Rasûlü’nün hükümlerine başvurmaktan tağutun hükümlerine başvurmaya, Allah’a itaat ve Rasûlü’ne tabi olmaktan tağuta itaat ve tabi olmaya yöneldiklerini görürsün.’
İbni Kayyım’ın rahimehullah yaptığı bu tanıma göre,
a. Allah’ın dışında ibadet edilen tüm varlıklar,
b. Allah’ın razı olmadığı şeylerde ve rıza göstermeyeceği şekilde kendisine tabi olunmasını isteyen tüm varlıklar,
c. Allah’ın izin vermediği şeylerde kendisine itaat edilmesini isteyen tüm varlıklar, hep tağut kapsamına girmektedir.
Üstadın bu tanımı, gerçekten de çok güzel ve kayda değer bir tanımdır. Kur’an menşe’lidir. Anlaşılan o ki, Kur’an üzerinde uzun uğraşlar verilerek elde edilmiş bir tanımdır. Bu tanım üzerinden değerlendirme yaptığımızda, günümüz insanının birçoğunun -maalesef- Allah’a değil, asıl olarak tağuta kul olduğunu veya Allah’la birlikte tağuta kulluk yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İbni Kayyım bile yaşadığı dönemin insanlarının çoğunluğunun Allah’a kulluktan tağuta kulluğa veya Allah’ın hükümlerine başvurmaktan tağutun hükümlerine başvurmaya yöneldiklerini söylüyorsa, varın günümüzü siz düşünün… Bundan ortalama 700 yıl önce yaşayan ve asıl olarak aralarında İslam şeriatının hâkim olduğu bir yerdeki insanların geneli böylesi bir yanlış içerisinde ise, o zaman aralarında İslam şeriatının hâkim olmadığı, aksine küfür kanunlarının tatbik edildiği günümüz insanının böylesi bir yanlış içerisinde olması daha evleviyetle mümkün değil midir? Elbette ki bugünün insanının böylesi bir yanlışın içerisinde olması evleviyetle mümkündür. İşte bu nedenle onların ikaz edilmeleri ve kendilerine hakikatlerin anlatılması çok daha önemli ve gereklidir.
İşte bu tanımdan hareketle; Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyen, Allah ve Rasûlü’nün hükümlerine muhalif hükümler koyan, bu hükümlere insanların müracaat etmelerini isteyen ve gerektiğinde bunun için güç kullanan idarecilerin tağut kapsamına girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yöneticilere ‘Tağut’ Denir mi?
Kur’an’ı dikkatlice incelediğimizde, Rabbimizin, tağut kelimesi ile sadece şeytanı veya putları kast etmediğini; aksine bununla Allah’ı dikkate almayarak hüküm koyan veya Allah kaynaklı olmayan hükümlere insanları zorlayan kimseleri de tağut olarak değerlendirdiğini rahatlıkla görürüz. Şimdi buna birkaç örnek verelim:
Kur’an Firavun’a ‘Tağut’ Diyor
Kur’an’da zikri geçen Firavun, Musa aleyhisselam döneminde yaşayan Mısır kralının adıdır. Bu şahıs, kendi döneminde elinde bulundurduğu topraklarda Allah’ın kurallarını hiçe sayarak bir idarede bulunmuş ve insanları bu idareye itaat etmeye zorlamıştır. Onun bu tutumundan dolayı Kur’an ona ‘tağut’ ismini vermiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Firavun’a git, çünkü o tağut olmuştur.” (20/Taha, 24)
Musa ve Harun’a aleyhimusselam ortak hitabında da şöyle der:
“Firavun’a gidin; çünkü o tağutlaşmıştır.” (20/Taha, 43)
Bu iki ayette Rabbimiz, Firavun’a bizzat ‘tağut’ adını vermiş ve onun yaptığı bu azgınlaşmayı tağut kelimesinin fiili olan ‘/tağâ’ kipi ile ifade etmiştir. Bu iki ayette geçen ”/tağâ=tağutlaştı’ fiilinin ister sözlük anlamı kast edilsin, ister ıstılahi anlamı, her iki durumda da Firavun, Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu kulluk sınırını aşmış ve Allah’ın haklarını kendisinde görerek tağutlaşmıştır.
Konu tam buraya geldiğinde şu soruyu sormamak abes olur: Acaba Firavun neden tağutlaşmıştı?
Veya Firavun ne yapmıştı da Allah ona ‘tağut’ demişti?
Evet, şimdi hep beraber bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım…
Firavun’a Niçin ‘Tağut’ Denilmiştir?
Firavun’a niçin ‘tağut’ denildiğinin elbette ki birçok sebebi vardır ama Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda, bu vasfın ona verilişinin temel nedeninin ‘hâkimiyet ve egemenliği kendisinde görmesi ve bundan dolayı insanlara dilediği gibi zulüm içerikli tasarrufta bulunmasıdır’ diyebiliriz. Şimdi gelin, şu ayeti beraberce değerlendirerek, Firavun’a neden tağut denildiğinin gerekçelerinden birisini görmüş olalım. Rabbimiz, Zuhruf suresi 51. ayette buyurur ki:
“Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: ‘Ey kavmim! Mısır’ın hâkimiyet ve egemenliği benim değil mi? Ve altımdan akan şu ırmaklar? Hâlâ görmüyor musunuz?’ “
Firavun, her ne kadar bu sözü Musa’nın aleyhisselam kendisine Peygamber olarak gönderilmesinden sonra söylemişse de bu, onun daha önceleri de bu inançta olduğunu gösterir; zira bir insan ancak inandığı ve uğruna her şeyi göze aldığı bir şeyi dillendirip ilan edebilir. Firavun da bunu yapmıştır. Demek kendisine Musa, Peygamber olarak gönderilmeden önce de bu hakkı kendisinde görüyormuş ki, Allah ona daha tebliğini ulaştırmadan önce ‘tağut’ ismini vermiş.
Burada hemen önemli bir noktanın altını çizelim; Ayette geçen ‘/mülk’ kelimesi, Arap dilinde ‘otorite, sulta, hâkimiyet, egemenlik ve yetkinlik’ gibi anlamlara gelir. Türkçe’de kullanılan ‘mal’ ile aynı değildir. Türkçede ‘mal’ anlamında kullandığımız mülk kelimesi, Arapça’da ‘milk’ kelimesi ile ifade edilir. Bu nedenle ayette ‘Mısır’ın mülkü’ ifadesi ile kast edilen kesinlikle ‘Mısır’ın hâkimiyeti’dir, ki zaten müfessirlerimiz de bunu bu şekilde anlamlandırmışlardır.
İşte Firavun, hükmü altında bulunan Mısır ülkesinin hâkimiyet ve egemenliğini kendisinde gördüğü ve hiç kimsenin orada kendi saltanatına karışmasına müsade etmediği için ‘tağut’ olmuştu. Buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir yönetici aynen Firavun gibi eğer hâkimiyet ve egemenliği kendisinde görür ve bu konuda hiçbir kimseyi -velev ki bu, Allah bile olsa- idaresine karıştırmazsa kesinlikle ‘tağut’ olmuş olur ve Firavun’la aynı hükmü almaya hak kazanır.
Yeri gelmişken burada şu gerçeği tekrar hatırlatmanın faydalı olacağını düşünüyoruz; Bilinmelidir ki, insanlara hükmetme, onlara hâkim olma, onlar için kanun ve nizamlar belirleme yetkisi, kayıtsız şartsız sadece Allah’ın hakkıdır ve bu konuda hiçbir kimsenin O’nun karşısında salahiyet ve yetkisi yoktur. Ya da daha güncel ve daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak; Egemenlik, kesinlikle ve kesinlikle Allah’ındır ve bu konuda hiçbir insanın, hiçbir kurumun, hiçbir mercinin ve hiçbir devletin O’na ortaklığı yoktur, olamaz da!
“O, egemenliğine hiçbir kimseyi ortak etmez!” (18/Kehf, 26)
Kur’an okuyanlar çok iyi bilirler ki, egemenliğin Allah’a ait olduğu, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu en net ve en sarih meselelerdendir. Örneğin Rabbimiz şöyle buyurur:
“Hâkimiyet yalnızca Allah’ındır…” (12/Yusuf, 40)
“Dikkat edin! Yaratmak ve (yarattıklarına) emretmek yalnızca Allah’ın hakkıdır.” (7/A’raf, 54)
“De ki: ‘Hamd, hiçbir çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı olmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a mahsustur. Sen O’nu tekbir ile yücelt.’ ” (17/İsra, 111)
“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed’e) Furkan’ı indiren Allah’ın şanı ne yücedir! O Allah ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Hâkimiyetinde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (25/Furkan, 1-2)
“Hâkimiyet elinde olan Allah ne yücedir! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (67/Mülk, 1)
Tüm bu ayetler ve zikredemediğimiz diğerleri, net bir biçimde hâkimiyetin Allah’ın hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla eğer bir yönetici çıkar da bu hakkı kendisinde veya kendisi gibi insanların otoriter olduğu meclisinde görürse, kesinlikle o yönetici ‘tağut’ olmuş olur ve kendisine Musaların gönderilmesini hak eden bir pozisyona düşer.
Bir insan, konumu ve durumu ne olursa olsun, asla Allah’ın haklarına müdahale edemez; çünkü o bir insandır, yani yaratılmış bir varlıktır. Tüm yaratılmışlar için Allah tarafından belirlenen bir sınır, bir had vardır. İşte yaratılan varlıklar her ne zaman bu sınırı aşmaya kalkar ve Allah’a ait olan alana müdahale etmeye girişirlerse haddini aşmış ve sınırı geçmiş olurlar, yani Kur’an’ın tabiriyle ‘tağut’ olurlar. Firavun, Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu sınırı aşmış ve Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti kendinde görmeye başladığı için ‘tağut’ olmuştu. Acaba bugün de aynı hakkı kendisinde görenler ‘tağut’ olmazlar mı?
Bugün yeryüzünde demokrasi, laiklik veya krallıkla yönetilen devletlere baktığımızda, bir tanesinin bile Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti Allah’a verdiğini, yani Allah’ın istediği şekilde idareyi yürüttüğünü söyleyemeyiz. Dün Allah’ın bu hakkını Firavun gasbediyordu, bugün ise bu modern devletler gasbediyor. Dün Firavun’a ‘tağut’ diyen Allah, acaba bugünkü devletlere tolerans geçip Müslüman mı diyecek?
Hayır, hayır! Vallahi hayır!
Eğer bugün de birileri Firavun’un yaptığını yapıyorsa, onunla aynı ismi ve aynı hükmü alırlar ve -yaşadığımız coğrafyada olduğu gibi- adlarının İslami oluşuna bakılmaz.
Burada bir noktaya daha temas etmek istiyoruz ki, bu da çok önemli bir husustur: Firavun’la alakalı Zuhruf suresinde yer alan ayetlerin devamında Rabbimiz, Firavun’un halkının durumunu da ele almış ve âdeta bizlere ‘Hâkimiyet benim hakkımdır’ diyen Firavunlarla, ‘Hâkimiyet Firavun’un hakkıdır’ diyerek kendilerine itaat eden halkların, aynı hükme tabi olduğu ve aralarında hiçbir fark bulunmadığı mesajını vermek istemiştir. Rabbimiz, o ayetlerde şöyle buyurur:
“Firavun, kavmini ezdi, onlar (yine de) kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.” (43/Zuhruf, 54)
Firavun’un bütün tağutluğuna rağmen halkı yine de ona itaate devam etmiş ve bu itaatleri nedeniyle Allah tarafından tıpkı Firavun gibi ‘yoldan çıkmak’la vasıflandırılmışlardı. İşte bu da bize göstermektedir ki, bir halk tüm ezilmişliğine rağmen hâlâ tağutlara itaat etmeye devam ederse onlarla aynı hükmü alır ve Allah nazarında aralarında sonuç olarak herhangi bir ayrım yapılmaz. Bu nedenle hem Firavun gibi tağut olmaktan, hem de ona itaat eden halk gibi yoldan çıkmaktan sakınmamız gerekir.
Kur’an Ka’b b. Eşref’e ‘Tağut’ Diyor
Rabbimiz, yüce kitabında Mısır’a liderlik yapan Firavun’a ‘tağut’ dediği gibi, aynı zamanda Medine’de Yahudilere liderlik edenlerden birisi olan Ka’b b. Eşref’e de ‘tağut’ demiştir. Lakin Ka’b b. Eşref’in ismi, Firavun’un ki gibi Kur’an’da açıkça zikredilmemiş; aksine hakkında bir ayet indirilmek suretiyle onun da ‘tağut’ olduğu vurgulanmıştır.
Ka’b b. Eşref, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında Medine’de yaşayan Yahudilerin önderlerinden ve ihtilaf anında kendisine müracaat ettikleri büyük zatlarından birisidir. Bu zat, insanlar ihtilaf ettiğinde onların problemlerini çözer ve aralarında hükmederdi. Lakin bu işi yaparken Allah’ın koyduğu ölçüleri göz önüne almaz ve Allah’ın kanunları ile meseleleri çözüme kavuşturmazdı. Daha çok kendi arzu ve istekleri doğrultusunda hüküm verirdi. İşte onun bu tavrından dolayı Kur’an ona ‘tağut’ demişti. Ka’b b. Eşref hakkında indiği söylenen ayet şu şekildedir:
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen (kitaplara) iman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, tağutun verdiği hükme göre yargılanmak/muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan çok uzak) bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (4/Nisa, 60)
Tefsir âlimlerimizden birisi olan İbni Kesir, bu ayetin iniş sebebini şu şekilde ifade eder: ‘Ensardan bir Müslüman ile bir Yahudi anlaşmazlığa düşmüşlerdi.
Yahudi:
— Benimle senin aranda Muhammed hakem olsun, derken, öteki:
— Benimle senin aranda Ka’b b. Eşref hakem olsun, dedi. Bu nedenle bu ayet-i kerime nazil oldu.’
Şimdi ayetin, Ka’b b. Eşref’e neden ‘tağut’ dediğini bir düşünelim…
Sebeb-i nuzülden anlaşıldığına göre o, Allah’ın indirdiği hükümlere uygun olup olmadığına bakmadan insanlar arasında hükmetmiş ve ihtilafa düşen kimselerin meselelerini kendi arzuları doğrultusunda çözüme kavuşturmaya çalışmıştı. İşte bu nedenden ötürü Allah ona ‘tağut’ demiş ve hem onun, hem de onun gibilerinin inkâr edilmesi gerektiğini söylemişti.
Buradan hareketle biz de şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Bugün de birileri insanlar arasında hükmederken eğer Allah’ın hükümlerini dikkate almaz, hiçe sayar ve sanki hiç yokmuş gibi davranırsa veyahut Allah’ın hükümleri ile değil de başka hükümlerle hüküm verirse, tıpkı Ka’b b. Eşref’in ‘tağut’ oluşu gibi tağut olur ve o dönemdeki insanlara onun inkâr edilmesi emredildiği gibi, bu dönemdeki insanlara da bunun inkâr edilmesi emredilir. Böylesi bir durumda ‘Ben Müslümanım’ diyen birisinin bunları reddetmesi, kabul etmemesi ve kendilerinden teberri etmesi farz olur.
İşte bu nedenle bizlerin, günümüzün Ka’b b. Eşreflerine karşı nasıl bir tavır içerisinde olduğumuzu iyi hesap etmemiz ve konumumuzu net bir biçimde belirlememiz gerekmektedir. Aksi hâlde bizi cennete götürecek imanımız her an Allah katından ‘zan’ ile damgalanıp -Allah muhafaza- geçerliliğini yitirebilir.
İslam Âlimleri de Yöneticilere ‘Tağut’ Diyor
İslam âlimlerinin kitaplarını gözden geçirdiğimizde, onların da Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere ‘tağut’ adını verdiğini görürüz. Buna iki âlimden örnek vererek meselemizi delillendirmeye çalışacağız; ama hemen ifade edelim ki, bu konuyu delillendirmek için İslam ulemasından onlarca nakil aktarmak mümkündür. Konu uzamasın diye biz bunlarla yetineceğiz. İlk naklimiz Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye’den rahimehullah olacak. O, tağutla alakalı tanımında şöyle demiştir:
‘Allah’ın dışında ibadet edilen varlık -eğer bunu kerih görmüyorsa- tağut olur. Bu nedenle Nebi, putları ‘tağut’ diye adlandırmıştır. (Ve yine bunun gibi) Allah’a isyan hususunda itaat edilen ve hidayetin ve hak dinin dışında (kendisine) ittiba edilme hususunda itaat edilenler de ‘tağut’tur. İşte bundan dolayı Allah’ın kitabından başkasıyla hükmedip kendisine muhakeme olunan yönetici ‘tağut’ diye adlandırılmıştır. Ve yine bundan dolayı Allah, Firavun’u ve Âd kavmini ‘tağut’ diye isimlendirmiştir.’
Tağut kavramına getirmiş olduğu bu tanımla Şeyhu’l İslam’ın ne kadar deruni bir anlayışa, ne kadar ince bir fıkha sahip olduğunu anlamak sanırım hiç de zor değildir. Üstat, Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen ve insanların hüküm konusunda kendilerine başvurdukları yöneticileri ‘tağut’ kapsamında değerlendirerek, sanki bugün kendilerini ona nispet ettikleri hâlde Allah’ın kitabı ile yönetmeyen yöneticilere tağut diyemeyen şahıslara inceden inceye bir göndermede bulunmaktadır.
Biz, Şeyhu’l İslam’ın bu ifadesiyle, Allah’ın kitabı ile hükmetmeyenlere ‘tağut’ adının verilebileceğini net olarak anlamaktayız. Bugün kendilerini ona nispet ettikleri hâlde Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere ‘tağut’ diyemeyenler, üstadın bu sözlerini dikkatle yeniden okumalıdırlar. Belki bu sayede vakıalarını doğru bir şekilde değerlendirmeleri mümkün olabilir.
İkinci naklimize gelince; o da Şeyhu’l İslam’ın talebelerinden olan İbni Kesir’den rahimehullah olacak. O, Nisa suresinin 60. ayetinin sebeb-i nüzullerini zikrederken, şöyle der:
‘Denildi ki: Bu ayet, İslam’ı izhar eden münafıklardan, cahiliye yöneticilerine muhakeme olmak isteyen bir grup hakkında inmiştir.’
İbni Kesir’in rahimehullah bu ifadesi de, tıpkı hocası İbni Teymiyye’ninki gibi İslam ile hükmetmeyen yöneticilere ‘tağut’ adının verileceğini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Tağut kelimesine yapmış olduğu tarifi aktardığımızda İbni Kayyım’ın da Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere ‘tağut’ dediği sanırım dikkatinizden kaçmamıştır. Yani İbni Kayyım’ın da rahimehullah bu tür yöneticilere ‘tağut’ ismini verdiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşte zikrettiğimiz âlimlerin bu kavilleriyle, yönetimde bulunup Allah’ın kitabına aykırı yasalar yapanların ve İslam kanunlarını hiçe sayanların kesinlikle ‘tağut’ olduğunu ve bunlara bu ismi vermenin hiçbir sakıncası olmadığını anlıyoruz.
Burada Allah için bir soru sormak istiyorum: Eğer bu saydığımız tiplemeler ‘tağut’ kapsamına giriyor ve kendilerine bu sıfat veriliyorsa; peki ya evlilik kanunlarını İsviçre’den, ceza kanunlarını İtalya’dan, ticaret kanunlarını Almanya’dan ve hukuk ilkelerini bilmem hangi gavur memleketinden getirerek İslam’la âdeta alay eden ve kâfirlerin bu kokuşmuş yasalarını İslam’ın pak kanunlarına tercih edenler, bunlar tağut olmaz mı? Bunların tağut olması daha öncelikli ve daha evla değil midir?
Bu soruya siz cevap verin ama, ben yine de söylemeden edemeyeceğim: İnanın bunların tağutluğu bi tarîkin evlâdır; yani daha gerekli ve daha önceliklidir.
İşte tüm bu hakikatleri göz önünde bulundurarak, tağutun hakikati hakkında kandırılmış şu zavallı halkımıza en samimi duygularımızla sesleniyor ve bu tür yöneticileri -adları ve sanları ne olursa olsun- reddetmelerini, onlara destek vermemelerini ve onların safında hiçbir zaman yer almamalarını Allah için kendilerine nasihat ediyoruz.
“…Oysa onlara, o tağutu reddetmeleri emrolunmuştu.” (4/Nisa, 60)
Bize onları reddetmek emrolunmuşken, onları sevmek ve onları desteklemek de neyin nesi oluyor?
İşin aslı, bu asla olabilecek bir şey değildir.
Allah hakkı için bu noktada yeniden kendimizi gözden geçirelim ve anlatılan şeylerin doğruluğunu Kur’an’a götürerek, Sünnet’e ve Rabbani tevhid ehli âlimlere sorarak tahkik edelim. Bunu yaptığımızda göreceğiz ki, bugüne kadar İslami sloganlarla bizlere yaklaşan sözüm ona dindar liderler, aslında cennet yoluna dikilmiş birer engel ve bizleri Allah yolundan alıkoyan birer tağutmuşlar!
İnanın bu, çok zor bir şey değildir. Sadece biraz samimiyet ve biraz gayretle öğrenilip idrak edilebilecek bir husustur. Biz bu samimiyet ve çabayı gösterdiğimizde Rabbimiz yolumuzu açacak ve inşallah hakkı bize ayan beyan ortaya koyacaktır.
Ne mutlu hakkı öğrenmek için samimiyetle gayret eden yiğitlere!
Tağutu Nasıl Red ve İnkâr Edebiliriz?
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız şeylerden, tağutun ne olduğunu az çok anladığımızı zannediyorum. Tağutun ne olduğunu ortaya koyduktan sonra geriye son olarak tağutu red ve inkâr etmenin nasıl olması gerektiğini anlatmak kalıyor. Bunu da kısaca zikrederek yazımızı tamamlamak istiyoruz.
Bu yazıyı okuyanlar, haklı olarak: ‘İmanımızı çalan bu tağutu nasıl inkâr edeceğiz?’ diye sorabilir. Bu, çok yerinde ve gerekli bir sorudur. Öyle ya nasıl inkâr edeceğimizi bilmediğimiz zaman, inkârımızda eksiklik olmaz mı? Zaten kimi insanlar kendilerinin tağutu inkâr ettiğini zannettiği hâlde, hakikatte tağutu inkâr etmemişlerdir. Bunun sebebi de, tağutu nasıl inkâr edeceklerini bilmemeleridir. Çünkü bu iş, sadece söz ile olacak bir şey değildir; aksine hem inanç, hem söz, hem de amel ile gerçekleşen bir olaydır. Bu üç maddeden birisinin eksik olması hâlinde tağut inkâr edilmiş sayılmayacaktır. Şimdi tağutu nasıl inkâr etmemiz gerektiğini maddeler hâlinde zikredelim:
1. Tağutun ‘İnanç’ ile Reddedilmesi: Bu, kişinin kalben tağuta buğzetmesi, onu sevmemesi, ona düşmanlık beslemesi ve onun ‘kâfir’ olacağına inanması şeklinde olur. Tağutun bu şekilde inkâr edilmesi hususunda hiç kimse mazeretli sayılmaz; çünkü hiçbir kimsenin başka birisinin kalbine girmesi veya onun kalbi üzerinde hâkimiyet kurması mümkün değildir. Bu nedenle tağutları seven, onlara sempati duyan, onlara buğz ve düşmanlık etmeyenler asla tağutu reddetmiş sayılmazlar.
2. Tağutun ‘Dil’ ile Reddedilmesi: Bu, kişinin tağutları ve onların destekçilerini kendisinden talep edildiğinde tekfir etmesi, onların Müslüman olmadıklarını söylemesi, onlara her fırsatta kin ve nefretini açığa vurması ve onlardan beri olduğunu ilan etmesi ile olur.
3. Tağutun ‘Amel’ ile Reddedilmesinin Şekli: Bu da kişinin hiçbir şekilde onlara destek vermemesi, onları yönetici, lider ve baş seçmemesi, her fırsatta onlardan ictinab ederek uzak durması ve onlara karşı gücü nispetinde mücadele etmesi sureti ile olur.
İşte tağutun reddedilmesinin hakiki şekli ve niteliği budur. Kim bu üç maddede anıldığı şekliyle tağutu reddederse, gerçek anlamda tağutu reddetmiş olur. Kim de bunlardan birisini eksik yaparsa, onun tağutu reddedişi noksandır; binlerce kez dili ile tekrar etse de o, tağutu reddetmiş değildir.
Allah hepimize hakkıyla tağutları reddetmeyi nasip etsin ve bizleri onlardan uzak olup şu müjdeye nail olan kullarından kılsın:
“Tağuta ibadet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya, işte onlar için müjde vardır.” (39/Zümer, 17)
İlk Yorumu Sen Yap