Yeni Anayasa: Laik-Demokratik Sisteme Baş, Laikleştirilmiş Muhafazakâr Cumhura Başkan

 

Anayasa: Bir devletin şeklini belirleyen; kanunları yapan, yapılan kanunları fiilen tatbik eden ve ilgili kanunlarla yargılamada bulunan organların ellerindeki bu gücü nasıl kullanacaklarını bildiren ve bir toplumun siyasi, ekonomik, sosyal çerçevesi ile iskeletini teşkil eden yazılı (veya yazısız) bir hukuk metnidir. Anayasalar aynı zamanda vatandaşların temel haklarını, özgürlüklerini ve görevlerini de genel esaslar çerçevesinde düzenler.

Anayasalar devlet ve toplum arasında ‘Otorite’ ve ‘Özgürlükler’ dengesini kurmak iddiasıyla hazırlanır. Otorite ve özgürlükler arasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir denge kurma iddiası anayasaların yazılıp uygulamaya başladığı tarihten bu yana hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilememiştir. Anayasalar tarihi boyunca bunun sayısız örnekleri mevcuttur. Günümüzde laik, demokratik ve Batı referanslı anayasalarla yönetilmeye çalışılan ülkelerdeki kamplaşma, huzursuzluk ve krizlerin giderek daha da derinleşip yaygınlaşma eğilimi gösteren büyük boyutlara ulaşmış olması da bu gerçeğin apaçık delilidir.

Modern anlamda anayasa metinlerinin ortaya çıkış hikâyesi Avrupa’daki sanayi devrimi sonrasına dayanır. Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimi sonrası süreçte kuru akıl ve heva ürünü saptırıcı ideolojilerin üretilip yaygınlaştırılmaya başlaması ve toplum içerisinde sınıflar arası kutuplaşma ve sonrasında da kaçınılmaz hâle gelen mücadeleler en nihayetinde kanlı savaşlara dönüşmüştür. Saptırıcı beşerî ideolojilerin yaygınlaşması toplumları kutuplaştırıp kamplaştırmış, bununla beraber toplumun her kesimi kendi menfaatleri gereği genel olarak bazı müştereklerde iş birliği veya daha doğru bir ifadeyle iş bölümü yapmaya yönelmişlerdir. İş bölümünü zorunlu kılan nedenlerden başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Toplum içinde oluşan ve çıkarları birbiriyle çatışan yeni sosyal sınıfların ortaya çıkması

2. Fertler ve yeni ortaya çıkan bu sınıflar arasında güç ve nüfuza dayanan bir zenginlik hiyerarşisinin oluşmaya başlaması.

3. Bu durumda ideolojik temelleri farklı olsa da devlet dahil diğer tüm toplumsal kesimler arasında genel esaslar çerçevesinde bir iş bölümünün kaçınılmaz hâle gelmesi.

‘Toplumsal Sözleşme’ gibi albenili bir tabirle ifade edilen anayasa metinlerine geçmişte İslam toplumlarında (Daru’l İslam’da) pek rastlanmamıştır.

İslam coğrafyasında bilinen ilk anayasa metni, tarih sahnesinden çekilmesine yarım yüzyıldan az bir süre kala Osmanlı Devleti’nde 1876 yılında kabul edilmiş olan Kanuni Esasi’dir. Tarihsel süreç içerisinde hangi devletin tarihine bakacak olsak o devletin bazı dönemlerde krizlerle baş başa kaldığını görürüz. Devletler bu krizlerden kurtulabilmek için kendi bünyelerinde bir takım idarî, hukukî ve kültürel reformlar ve iyileştirme hareketlerine yönelmişlerdir. Krizlerle boğuşan ya da bir var oluş mücadelesiyle karşı karşıya kalan devletlerde reform ve ıslahat hareketlerinin başarıya ulaşarak hedeflenen sonuçların elde edilebilmesi için (sanayi devrimi sonrası Avrupa’sına kadar) hiçbir yöneticinin herhangi bir toplumsal uzlaşma veya anayasa metnine ihtiyacı olmamıştır. Böyle kritik dönemlerde devlet yöneticilerinin toplumsal uzlaşmaya yahut herhangi bir anayasa metnine değil, esasen yetenekli ve ehil kimselerle istişare etmeye, güçlü bir iradeye, imkân ve dirayete ihtiyacı vardır.

1876 yılında yapılan Kanuni Esasi (Anayasa), Osmanlı Devleti’nde yazılıp yürürlüğe konmuş ilk ve tek anayasadır. Kanuni Esasi’nin ilk ayak sesleri hükmündeki Tanzimat Fermanı (1839) ile Islahat Fermanı (1856) o dönemlerde tefessüh etmiş, içten içe iyice bozulmaya başlamış olan Osmanlı Devlet yapısının şiddetle ihtiyaç duyduğu idarî, askerî ve iktisadî reformların gerçekleştirilmesi amacıyla hazırlanıp ilan edilmiş idi. Bazı maddeleri, çok kısa ve aynı zamanda çokta kötü bir anayasa metni taslağını andıran ilk ferman (Tazminat Fermanı) Osmanlı’da genel olarak yürürlükte olan şer’i şerifi (İslam Hukukunu) alt üst etmiştir. Şer’i şerifin örtülü bir biçimde kısmen yürürlükten kaldırılıp iptal edildiği Tanzimat Fermanı’nın ilanı töreninde ilginçtir, devrin sadrazamı ve Şeyhu’l İslam’ı ile beraber önde gelen ulema da hazır bulunmuştur. Tanzimat Fermanı’nın başta İngilizler olmak üzere Avrupalıların baskısıyla ilan edilmesinin ilk amacı, Hristiyan ve Yahudilere bir takım özel haklar tanınmasıydı. İkinci olarak bu ferman ile Osmanlı ve sonrasında da Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleştirilmesi yolunda uzun soluklu projelerin ilk adımı da böylelikle atılmış oldu. Islahat Fermanı da aslında gayri müslimlere (zımmîlere) Tanzimat Fermanı’yla örtülü olarak verilmiş olan imtiyazların halka duyurulması maksadıyla ilan edilmiş bir fermandır. Tanzimat Fermanı’nın daha önceki fermanlardan bir farkı da Padişah yetkilerinin sınırlandırılması ve ehlizimme gayrimüslimlere hukuken tüm Müslümanlarla tam eşitlik hakkının verilmesidir.

Müslümanlarla ehlizimme gayrimüslimler arasındaki itikadî temele dayalı farklılıkların ve bu farklılıkların tanımlanmasının Osmanlı gibi bir devlette, üstelik bu kadar kolay yapılabilmiş olması, üzerinde ayrıca durulması ve çokça düşünülmesi gereken önemli bir meseledir. 03 Kasım 1839 tarihinde başlayan bu süreç Osmanlı sonrası Cumhuriyet devrinde laiklik adıyla sistemleştirilip kurumsallaştırıldı. Osmanlı’nın 1876 tarihli Anayasası Kanuni Esasi’nin ilk nüvelerinden olan söz konusu fermanların üzerinde bir buçuk asır geçtikten sonra çağdaş şirk akidelerinin ortak zemini hâline gelen laiklik ideolojisi 1982 darbe anayasasında devletin dini olarak tüm anayasal kurumların işleyişinde temel referans kaynağı hâline getirildi.

Gayrimüslimlere ‘gavur’ demenin yasak kılındığı Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği yıllar, aslında bu topraklarda ümmet bilinci ve olgunluğuyla yaşayan halkların kamplaşıp kutuplaşmasının tetikleyicisi olan laikliğin zehirli tohumlarının saçılmaya başlandığı ilk dönemdir. Gavura ‘gavur’ demenin yasaklanmasıyla başlayan bu dönem, ileriki yıllarda özellikle de Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonraki süreçte öyle bir merhaleye geldi ki, ülkemizde muvahhid Müslümanların ‘Rabbim Allah’tır ve ben Müslümanlardanım!’ demesinin ‘örgütlü’ bir suç unsuru hâline getirildiği vahim bir noktaya ulaştı.

Toplumun farklı kesimleri arasında iktidar sahiplerinin ağabeyliğinde sözde bir denge kurma çabası rabbanî ölçülerle tesis edilmiş olan en sağlam yapıyı bozmuştur. Osmanlı, devlet işleyişinde ve toplumsal yaşamda tevhidî özgünlükten ve şer’i esaslardan uzaklaştıkça hükmettiği coğrafyada giderek küçülmüş ve o dönemlerde ismi tam olarak konulmamış olsa da Batılıların laikleştirme kapanına kısılı vermiştir. Tanzimat Fermanı’yla başlayan örtülü laikleşme süreci 05 Şubat 1937 tarihinde bu kez bir Cumhurbaşkanlığı (M. Kemal) fermanıyla laiklik ilkesinin anayasaya eklenmesi neticesinde resmen tamamlanmış oldu. Halen yürürlükte olan 1982 darbe anayasasındaki ilgili madde Tanzimat Fermanı’ndaki hükmün geliştirilip genişletilmiş son hâlidir: ‘Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, DİN, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.’ [1]

“Mümin kimse yoldan çıkmış kimse gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.” [2]

Allah’ın subhanehu ve teâlâ apaçık emrine muhalefet ederek müşrik ile muvahhidi birbiriyle eşitleyen ve hâlen yürürlükte olan 1982 anayasası 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde doksan bir’den fazla bir oranda evet oylarıyla kabul edilmiştir. Laiklik ilkesi T.C. Anayasasına tepeden bir müdahaleyle eklenmiş idi. Halk ise, başta laik eğitim müfredatıyla, Batı referanslı medenî hukukla, faize dayalı ekonomiyle, İslam’a ve fıtrata aykırı saptırıcı ideolojilerle, Batı’nın yoz kültürünün yaygınlaştırılmasıyla ve demokrasi şirkine bulaştırılıp yeni yetişen nesillerle beraber sisteme teveccüh gösterecek kıvama ge(tiri)ldiğinde adeta havada asılı kalmış bir çatı gibi duran laikliğe kitlesel olarak bir temel ve bir payanda olup bu şirk akidesine sahip çıkmıştır.

1876 Kanuni Esasi ile başlayan Anayasal süreç, hâlen yürürlükte olan 1982 anayasasıyla devam etmektedir. Anayasa, isminden de anlaşılacağı üzere temel/esas bir yasa metni olduğundan bir devletin hukuk sistemindeki en üstün yasadır. Bundan dolayı parlamentolarda çıkarılan kanunların hiçbirisi anayasaya aykırı olamaz. 1982 Anayasasına göre: ‘Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. / Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz’ [3]

Anayasal Demokratik sistemlerde, anayasanın diğer kanunlara göre bir başka üstünlüğü de, yürürlükte olan herhangi bir kanuna göre çok daha zor bir şekilde değiştirilebiliyor olmasıdır.

Anayasal Demokrasi denilen gayri İslami düzen yine Batılılar ve yerli işbirlikçileri eliyle İslam coğrafyasına sokulmuş ve birçok ülkede sistemleştirilmiştir. Anayasal Demokrasi denilen sistemin özünde laiklik/lâdinilik bulunmaktadır. Anayasal Demokrasi sistemi esas olarak şu iki unsurdan müteşekkildir:

1. Devlet adına güç ve yetki kullanan kurumların ve kişilerin anayasaya göre tanımlanıp sınırlandırılması, yani Anayasal Devlet.

2. Canlı bir bedendeki ruh gibi, devletin tüm kurumlarının ve yasalarının laik ve demokratik ilke ve anlayışla işletilmesi, kısaca Laik ve Demokratik Devlet.

Devlet ile toplumun farklı kesimleri arasında otorite ve özgürlük dengesinin kurulmasını amaçlayan ve tüm toplum kesimlerinin ortak aklı ve genel uzlaşısı iddiasıyla ortaya çıkarılmaya çalışılan yazılı hukuk metni Anayasa’ya mutlak manada ihtiyaç duyan toplumlar, şirk akidesiyle yoğrulan ideolojilere dayanan rejimlerle yönetilen toplumlardır. Son dönemdeki tartışmalarda olduğu gibi Anayasa metinlerinin yazılışı sürecinde taraflar arasında ortak akıl ve uzlaşma tabirleri sıkça dile getirilir. Anayasal Demokrasilerde ortak akıl denen şey aslında hüküm/iktidar sahipleri ile onlara yakın olanlardan oluşan seçkin(!) azınlığın kendi aralarında ortaklaştıkları ilkelerdir. Uzlaşma ise, esasen fertler veya gruplar arasında gerçekleşir. Aslında uzlaşma denen şey, yetersiz bir pozisyona gerileyip pas etmiş kişi ya da grupların çabasıdır. Dolayısıyla Anayasal Demokrasilerde ortak akıl ve ulaşma gibi söylemler hüküm/iktidar sahiplerinin cumhura/halka takdim ettikleri elmalı şekerden başka bir şey değildir.

Konunun başında da belirttiğimiz gibi İslam tarihinin hiçbir devrinde Daru’l İslam’da (Osmanlı Kanuni Esasi’si hariç) Anayasa adıyla bir Toplumsal Sözleşme yapılmamıştır. Zira doğumdan ölüme kadar hayatın var olduğu tüm alanlarda muvahhid ümmet için Tevhid ve Sünnet nizamının düsturu (anayasası) Kur’an’dır. Bu düsturun ulaştırıcısı, açıklayıcısı, uygulayıcısı ve öğreticisi de Rasûlullah’tır sallallahu aleyhi ve sellem. Birkaç yılda bir, gömlek değiştirir gibi yeni anayasa hazırlama arayışında olduğu hâlde günün ihtiyaçlarını karşılayamayan ve toplumun tüm kesimleri arasında adil ve hakkaniyete dayalı sürdürülebilir bir dengeyi sağlayamayan kuru akıl ürünü beşerî anayasal metinlerin yenilenip değiştirilmesiyle ömür tüketenler, iki büyük kayıpla karşı karşıya kalırlar:

1. Allah’ın muvahhid mümin kullarına bahşetmiş olduğu izzetten ve büyük nimetlerden mahrum kalmak.

2. Şeklî olarak bidat, asli olarak da şirk unsurlarıyla bezeli olan Batı ürünü beşerî anayasalarla iştigal edip Rabbanî hükmü iptal ederek haktan yüz çevirmek zilletine düçâr olmak.

“…Bugün kâfirler dininizden ümitlerini (tamamen) kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve İslam’ı sizin için din olarak beğenip seçtim…” [4]

Ayetteki ‘…Bugün…’ ifadesi herhangi özel bir güne değil, bu ayetin nazil olduğu döneme işaret eder. Hükmünün kıyamete kadar geçerli olduğu hakikatine binaen yaşadığımız an da ‘…Bugün…’ ifadesinin anlamı kapsamındadır. Muvahhid ümmet bu eşsiz nimete, (düstura, anayasaya) Tevhid ve Sünnet nizamı olarak müstakil bir nizam hâlinde ve bu üstün akideye yaraşır biçimde tâbi olduğunda işte o andan itibaren yeryüzünün bütün kafirleri, muvahhid ümmeti kendilerine benzetmekten ümitlerini tamamen kesmiş olacaklardır.

Tevhid ve Sünnet nizamına tâbi olan muvahhidler için yaşamın hiçbir alanında herhangi bir boşluk, çarpıklık veya istikrarsızlık söz konusu olmadığından insanlar arasında bir sözleşme niteliği taşıyan ve kişiler, kurumlar ve kanunlar üstü özelliğindeki yazılı hukukî bir metne itibar olunmamıştır. Çünkü dinimiz, yani hayat düsturumuz olan Rabbanî düstur ve Nebevî örneklik ve önderlik, her açıdan tam ve mükemmeldir.

Gayri İslami ve gayri fıtrî, akıl ve heva ürünü her çeşit bozuk ‘din’lerden ayrı müstakil bir hayat nizamı ve mükemmel medeniyet kurallarının ortaya konulmuş olması, Allah’ın subhanehu ve teâlâ İslam dinini ikmal etmesi demektir. Böylelikle insanlar, hayatta karşılaşabilecekleri hiçbir meselenin çözümü için, bu Rabbanî düstur ve Nebevî örnekliğin dışına çıkmaya ihtiyaç duymayacaklardır. Allah’ın bizler için din olarak İslam’ı beğenip seçmiş olmasını, üzerimizdeki sayısız nimetlerin görkemli bir şekilde taçlandırılmış olması olarak da anlamak mümkündür. İnsanlar Allah’a subhanehu ve teâlâ kulluk ve itaat sözünü samimi bir gayret ve ihlas ile ispat ettiğinde Allah da kendileri için din olarak İslam’ı seçip onlara yüce zâtı dışındaki yüzlerce sahte ve sentetik ilah taslaklarına kulluk zilletinden muhafaza eder.

Rabbanî düsturun (anayasanın) terk edilerek insanların birbirleri üzerine hüküm koymaları kesin olarak haram, dolayısıyla şirk olduğu gibi, aralarındaki münasebetlerin asıl çerçevesini ve genel esaslarını da tamamlanmış/mükemmel İslam dini tayin eder.

“Kim Allah’ın indirdiği kanunlara göre hüküm vermezse işte onlar kâfirlerdir.” [5] ayet-i kerimesi, hem hükmeden iktidar sahiplerine hem de hükme muhatap olan yönetilenlere ortak bir ölçüyü belirlemiştir. Yönetim gücünü elinde bulunduran hüküm sahipleri her halükârda hem itikadi, hem de hukukî (şer’î) olarak Tevhid ve Sünnet nizamını esas almak mecburiyetindedirler.

Bugün devletin en tepe makamlarında bulunan hüküm/iktidar sahiplerinin çoğu kendilerini herkesten daha çok İslam’a nispet etmekte ve zaman zaman ‘İslamcı’ pozlar verip bu yönde söylemler dile getirmekteler. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti’ olduğu ilkesi T.C. Anayasasının ikinci maddesinde belirtilmektedir. Mevcut Cumhurbaşkanı veya yeni anayasaya göre yeni seçilecek zat ‘İslamcı’ sıfatlı olsa dahi laiklik merkezli bir devletin ve demokratik bir sistemin başına oturacak bir ‘çarkçıbaşı’ olmaktan öteye geçemeyecektir. Böyle bir Cumhurbaşkanı’nın oluşturmaya çalıştığı toplum modelinin Kemalist bir toplum değilse de, laikleştirilmiş muhafazakâr bir cumhur (halk) olduğu kuşkusuzdur. İtikadi sapma ve savrulma öyle vahim noktalara varmıştır ki bundan birkaç yıl öncesine kadar dahi büyük tartışmalara sebep olabilen ‘laik sistem-İslamcı kesim’ arasındaki geniş makas artık tamamen kapanmak üzeredir.

Allah’tan subhanehu ve teâlâ dünyada da, ahirette de afv ve afiyet dileriz. Allah’a hamd, Rasûlullah’a salât ve selam olsun.

 

 

[1]       .   T.C. Anayasası, 1. Bölüm, Genel Esaslar, 10. Md

 

[2]       .   61/Saff, 12

 

[3]       .   T.C. Anayasası, Md. 11

 

[4]       .   5/Maide, 3

 

[5]       .   5/Maide, 44

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver