Kur’ân-ı Kerim’de İsrâîloğullarını konu alan, bireysel veya toplumsal Yahudileşme sürecine yer veren surelerin o dönem hiçbir Yahudi kavmin yaşamadığı Mekke’de inmiş olması ashâb için muaccel, bizler gibi sonraki nesiller için de önleyici tedbir kabîlinden apaçık Rabbani uyarılardır. Kur’ân-ı Kerim’de Ben-i İsrâîl’e genişçe yer verilmesinin sebebi İslam ümmetinin önündeki muhtemel Yahudileşme tehlikesine dikkat çekmek, bu tehlikeden korunma bilincinin oluşması ve bunun canlı tutularak sürüdürülebilir kılınmasıdır.
Aslı tevhide dayanmayan ve kısmen de olsa özü değiştirilmiş bir dine inanan kimse, bu durumda samimiyeti ve dürüstlüğü ne kadar güçlü olursa olsun onun maksimum ölçekte elde edebileceği sıfat kendisini aldatılmaya elverişli hâle getirmiş inançlı bir müritten başka bir şey değildir.
İnancındaki samimiyet, bâtıl bir dine tabi olan kimsenin hidayet üzere olduğu anlamına gelmez. Bağlılık, itaat ve samimiyet tek başına hidayet üzere olunduğuna dair bir kanıt değildir, olamaz. Tevhidi bozan unsurlarla bina edilen inanca bu türden bir bağlılık ve samimiyet hiç kimsenin kurtuluşuna vesile olmaz. Zira mesele sadece inanmak meselesiyle sınırlı değildir. Meselenin esası “hidayet üzere” olmaktır.
Demokrasisiyle, milliyetçiliğiyle, laikliğiyle, gulat ircasıyla, ibâhiyesiyle, türbeleriyle, meydanlardaki veya kalplerdeki somut ve soyut putlarla “inançlı bir birey” olabilmenin en elverişli ve yaygın zemini, etnik veya dinî olarak Ben-i İsrâîl’e mensup olmadığı hâlde düşünce ve yaşam biçimi olarak Ben-i İsrâîl’i dahi aratacak ölçüsüzlükte Yahudileşmekte olan toplumdur. Günümüzün en ağır itikadi ve toplumsal travmalarının temel nedenlerinden biri de bu sorundur.
Onların ahlakıyla ahlaklanarak Yahudileşmek, yalnızca Ben-i İsrâîl’le sınırlı tarihsel bir olgu değildir. Bu problem aslında tarihin sonuna dek süregidecek olan ve özellikle de İslam ümmetini, günümüzde de gözlemlendiği üzere sonuçları itibarıyla çok büyük savrulmalara ve sapmalara neden olan bir yozlaşma sürecidir.
İslam’a aidiyetlerini dile getirmekle beraber muhafazakâr, maneviyatçı, mukaddesatçı ve dindar kimliğiyle öne çıkan ümmet bütününün parçası olan toplumların bireysel yahut toplu olarak Ben-i İsrâîl’in inanç, düşünce ve yaşam tarzıyla tezahür edip pandemik bir vaka hâline dönüşmüş olması insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri sayılmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’in yüzlerce ayetine konu olan Ben-i İsrâîl meselesi bizleri ve daha geniş halkalar hâlinde tüm ümmeti birinci dereceden ilgilendirmesi gereken bir konudur. Resûlullah’ın (sav) ashâbını ve Îsâ’nın (as) havârîlerini konu edinenlerin toplamından daha fazla ayette Ben-i İsrâîl’den söz edilmesinin hikmetleri üzerine yoğunlaşılması gerekir.
Geçmişin Tortusu, Geleceğin Nüvesidir
Kur’ân’da sıklıkla anlatılan Ben-i İsrâîl kıssalarında anahtar iki kavram vardır:
1- Muvahhid/Muttaki Önderlik
2- İsyankâr/Kaypak Kitle
İslam uleması ve Müslüman tarihçilere göre insanlık tarihi genel olarak hak ve batıl mücadelesinden müteşekkildir. Bir başka ifadeyle Firavun gibi müstekbir tağutlar ile Mûsâ (as) gibi muvahhid ve muttaki liderin önderlik ettiği kısmen de olsa bilinçlendirilmiş ve örgütlenmiş mustazaf kitleler arasındaki cidal veya cihadla beraber devrim ve karşı devrim çabalarıdır. Yakın tarihte Cezayir, Libya, Mısır ve Afganistan’daki hadiseler ile son olarak Suriye’de 8 Aralık 2024’te yaşanan “Halk Devrimi” de buna örnektir.
Bu hususun mutlak olmadığını belirtmek gerekir. Zira tarih boyunca yeryüzü coğrafyasında çarpışan orduların hepsinin hak ve batıl orduları şeklinde kategorize edilmesi mümkün değildir. Savaş tarihiyle ilgili mevcut metinlerde tarihte bilinen ilk meydan savaşı olarak nitelendirilen Kadeş Meydan Savaşı Hititler ile Mısırlılar arasında vuku bulmuş ve batıl-batıl arasında yaşanmış bir meydan muharebesidir. 14 ve 15. yüzyıllarda batı Avrupa’da yaşanan Yüzyıl Savaşları, Amerikan İç Savaşı, Finlandiya ile Sovyet ordusu arasında yapılan Kış Savaşı ve hâlen devam eden Ukrayna-Rusya Savaşı da öyle.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Batıl güçler arasındaki savaşlarda şüphesiz haklı haksız veya zalim mazlum ayrımı yapılabilir. Haklı olan her kesimin hak üzere olduğu da iddia edilemez. Büyük yıkımlara ve ölümlere sebep olan bu savaşlar haricinde düşman olarak merkezde genellikle Romalılar ile Haçlı-siyonist ardıllarının olduğu ve İslam ümmetiyle İslam coğrafyasının hedeflendiği savaşlar var ki bunlar sonuçları itibarıyla tarihin ve insanlığın seyrini değiştiren muharebelerdir ve tarihin bundan sonraki seyrini de değiştirme potansiyeli vardır.
İslam; özünde devrimci, değiştirici ve dönüştürücü bir güce sahiptir. İnsanlık tarihine istikamet çizen tevhid dini İslam; tarihin birçok döneminde olduğu gibi modern çağda da istikbar rejimlerinde kurulu düzenin güvenlik aygıtı düzeyine indirgenmiştir. İnsanı tekbirlerle uyandırıp küresel yahut yerel tuğyan karşısında inançlı kitleleri dinamik bir şekilde direniş ve devrim istikametine mobilize etme gücü olan İslam, Ben-i İsrâîlî renklerle ebrulaştırılan halklar için uyumanın ve uyutulmanın temel argümanlarından biri hâline getirildi.
Ben-i İsrâîl hakkındaki yüzlerce ayeti tarihte yaşamış olan ve geride bıraktıkları nesillerin insanlık âleminin başına bela olduğu bir kavmin hikâyesi olarak sınırlandırmak, Mekke müşriklerinin Kur’ân-ı Kerim’e sapkınca bir yaklaşım türü olan “اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ/eskilerin masalları” mantığını benimsemekten başka bir anlama gelmeyecektir. Her müminin her gün onlarca kez “Gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna iletme!”[1] duâsını tekrarlamak zorunda olması, Kur’ân’ın sıklıkla yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün bir başka işaretidir.
Fâtiha’nın sonundaki bu âyeti her okuyuş, “Allah’ım, bizi müşrikleştirme! Allah’ım, bizi Yahudileştirme! Allah’ım, bizi Hristiyanlaştırma! Allah’ım, bizi demokratlaştırma! Allah’ım bizi yozlaştırma!” anlamına da gelmektedir. Bu duanın namazın her rekâtında tekrarı, Yahudileşme tehlikesine karşı diri ve dikkatli bir bilincin sürekliliğini sağlar. Yahudileşmeye karşı kendisine iman edenleri sürekli olarak uyanık ve dinamik hâlde tutan Kur’ân, tarihin tekerrür etmemesi, zayıf bırakılan halkın zillet prangalarını kırması ve günümüz tuğyanının zulmünün sonlandırılması için İsrâîloğullarının Yahudileşme serüvenini bir ibret vesikası olarak gündemde tutar.
Onlar “Kavm-i Mel’un…” Ya İçimizdekiler?
Kur’ân’da genişçe yer tutan İsrâîloğullarının Yahudileşme sürecinin Müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp ibret alınmasının önündeki en büyük engellerden biri de “mel’un kavim” anlayışıdır. Kavmin lanetlenmiş olmasını yersiz bir biçimde kendileri için “paratoner bir alan” şeklinde algılayan ümmet için bu anlayış kötü akıbeti hızlandırıcı bir etken olmuştur. Ben-i İsrâîl; esasen Allah’ın (cc), meleklerin ve insanların lanetlediği biyolojik bir varlık, bir kavim ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır, karakter, eğilim, ahlak, eylem ve onlara kaynaklık eden mantıktır.
İsrâîloğulları, Allah (cc) kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini verdiği hâlde bu lanetli mantığa ve karaktere saplanıp Yahudileştiler. Ümmet içerisinden herhangi bir grup aynı tavır, amel, ahlak ve mantığa saplanırsa o zaman o da mel’un kavmin karartısına dâhil olmuş ve kaçınılmaz olarak Yahudileşmeye başlamış demektir. Allah (cc) bu sürece giren toplulukların elinden hilafet emanetini İsrâîloğullarından aldığı gibi alacaktır. Nitekim ümmet bugün böylesi büyük ve çok değerli bir nimetten mahrum bırakılmak suretiyle cezalandırılmıştır.
Yahudileşmenin en bariz göstergelerinden olan itikadi ve ahlaki marazlardan bazılarını sıralarken bir çoğumuzun aklına ilk ânda işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan gasıp Ben-i İsrâîl kavminden önce yaşadığımız toplumun içindeki memur, esnaf, müteahhit, “âlim” etiketli şeyhler, mollalar, hocaefendiler ve tuğyan meclislerinde yer alarak yalanlarının ve ihanetlerinin çetelesi tutulamayan demokratik siyaset yelpazesinin her kanadından politikacılar gelecektir.
Yahudiler, tarihleri boyunca şu karakteristik özellikleriyle diğer kavimlerden ayrılmışlardır: Allah’a (cc) muvahhid olarak yönelip iman etmekten yüz çevirirler, kendilerine bahşedilen nimetlere nankörlük ederler, çok kibirlidirler, kinlerinden dolayı Müslümanlara düşmanlık ederler, verdikleri sözleri yerine getirmezler, kıskanç ve hasetçidirler, mertçe savaşmaktan korkarlar, asla ölmek istemezler, diğer insanlarla alay eder ve onları küçümserler…
Bu sayılanların hepsi aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in bize tanıttığı Yahudi karakteridir. Evet, Kur’ân-ı Kerim bize sadece Ben-i İsrâîl’in özelliklerini değil, Yahudi davranış kalıbını/karakterini de tanıtıyor. Şaşırtıcı olan da yerilmiş ve mahkûm edilmiş bu karakterin nesillerdir sınırları aşarak avamından İslami cemaatlerin/hareketlerin saflarında mücadele ettiklerini iddia edenlere varana dek ümmetin büyük çoğunluğunda ortaya çıkmış olmasıdır.
Karakter Yahudileşirken ahlak da aynı rengi alır. Bunaltıcı ölçüsüzlükte müşahede olunan dalkavukluk, rüşvet, iltimas/adam kayırma, yalan konuşmak ve yalancı şahitlik, menfaat için yapılan yüzsüzlük, alay etmek, iftira, su-i zan, tecessüs/bir başkasının ayıp ve kusurlarını araştırmak, hile, aldatma, üçkâğıtçılık, ayak oyunları, dubara, lükse düşkünlük, israf, bencillik, İslami ve insani değerleri şahsi çıkarlara alet ederek istismar etmek, lüzumsuz işlere sınırsız ehemmiyet vermek, haset, ihanet, riya gösteriş, dünyevileşme ve tamahkârlık…
Bu türden ahlaki zafiyetleri okuyan birisi İsrâîloğullarından değil, onlar gibi Yahudileşmiş bir toplumdan söz edildiğini rahatlıkla anlayabilir. Çünkü Yahudileşmiş bir toplumun içerisinde yaşıyor ve söz konusu zafiyet listesinin en az bir veya birden fazla özelliğinin tozunu üzerinde taşıyan kimselerle teması bulunuyordur.
Toplum, esas itibarıyla temelde iki ana akıma yakın veya müntesip olarak sınıflandırılır. Bunlardan ilki ve en kalabalık ve etkili olanı Yahudileşmiş olanlardır. İkincisi ise sayıca az olmakla beraber âdeta akıntının tersine, yani dosdoğru istikamete kürek çekerek Yahudileşmeye karşı direnen inançta tevhid ve amelde sünnet ehli muvahhidler ve mücahidlerdir. Yani her ne pahasına olursa olsun Yahudileştirilemeyenlerdir. Temelde biri diğerine muhalif olan ve tarih boyunca birbirleriyle savaşıp aralarındaki savaşın hâlen sürdüğü iki dindir söz konusu olan.
Yahudileştirilemeyenlerin Maraba Güçlerle İmtihanı
Yahudileşme sorunu İslam coğrafyasında hüküm süren ve Nebevi menhecden yüz çevirmiş küresel şirk ve şer sisteminin boyunduruğu altındaki baskı rejimlerinin de şifa bulmaz bir hastalığıdır.
Her ne zaman mümin ve mustazaf bir grup inancından dolayı karşılaştığı baskılara ve keyfîliklere karşı dönemin köleci egemen (doğrudan veya dolaylı) siyonist oligarşisine, baskılarına, zulümle eş değer vergilere ve cezalara baş kaldırmış, inancına, değerlerine ve emeğine sahip çıkıp iktidar sahiplerinin artıklarını reddederek onurlu bir duruş sergilemişse Yahudileşmiş sistemin din baronları derhal tevhid dinini ve mustazaf kitlenin taleplerini gündemden düşürerek saltanat dininin “sorgulanamaz ilkeleri”ni dolaşıma sokup yeni sihirlerle etkisiz kılmaya çalışmıştır.
Bu hakikate binaen diyebiliriz ki kurumsal olarak en büyük ve en etkin Yahudileşmiş müesseseler, uluslararası sistemin ayrılmaz parçası ve siyonizmin marabası hâline getirilmiş rejimlerin kontrolündeki devletlerdir. Yahudileşmiş bir devletin ürettiği din, siyaset, ticaret, eğitim ve ekonomi düzeni yeni nesilleri daha koyu bir Yahudileşmeye yöneltmekte ve nesiller boyunca bu kronik maraza mahkûm etmektedir.
Böyle bir devletin tebaası olup kendilerini tevhid dini İslam’a nisbet ettiği hâlde itikadi ve fikrî mesajı ve çabası olmayan kitlelerin bizzat kendilerinin de içinde yaşadığı Yahudileşmiş topluma örnek olarak sunabilecekleri alternatif herhangi bir çözüm ve kurtuluş önerileri de olmaz. İtikadi ve fikrî olarak insanlara verebilecek bir şeylerin olmamasının sebebi böyle bir sisteme rızayla intibak etmek suretiyle kalplerinin ve zihinlerinin çıfıt çarşısına dönmüş olmasıdır.
Bu durumda bir varoluş meselesi olduğu hâlde Yahudileştirme dalgalarından salim olsa dahi gizli veya açık siyonist marabası yerel rejimler ve örgütlerle olan imtihan karşısında çok zorlanmakta veya açık naslara dayalı olmayan uçuk tevillerle onların rıza ve hoşnutluğunu arar hâle gelerek aynılaşma istikametine sapmaktalardır.
Yahudileşmiş Toplumda İbrâhimî Önderlik ve Nebevi Örneklik…
Allah (cc) İbrâhîm’i (as), kendisinden sonraki asırlarda tevhid çizgisinde yaşanan sapmalar ve kopmaların düzeltilerek yeniden sarih ve sahih istikamete kavuşması için onu diğer tüm peygamberler arasında farklı bir pozisyonda konumlandırmıştır. Öyle ki Resûlullah’ın (sav) muvahhid/muttaki/önder kimliği vurgulanarak tabi olmakla emrolunduğu yegâne peygamber İbrâhîm’dir (as).
“Sonra da sana: ‘Hanif olarak İbrahim’in milletine uy!’ diye vahyettik. O, müşriklerden değildi.”[2]
Resûlullah (sav) için İbrâhîm’in (as) örnek ve önder bir konumda gösterilmesinde şüphesiz ki birçok hikmetler vardır. İbrâhîm (as) tevhid akidesiyle, pazarlıksız imanıyla, tavizsiz bir şekilde icra ettiği davetçi kimliğiyle, beşer olarak yüksek ahlaki meziyetleriyle, imtihan olunduğu tüm hususlarda muvaffak kılınmasıyla, şefkati ve merhametiyle yaşadığı dönemde kendisine tabi olan bir ümmeti olmasa da “tek başına bir ümmet”[3] kılınıp insanlık âleminin imamı olarak kıyamete kadar gelecek tüm nesillere de tevhidde önder olmuştur.
Tarih boyunca devam edegelen tevhidî doğrusal çizgide ortaya çıkan sapmalar ve savrulmalar arasında vahiy yoluyla yapılan İlahi müdahaleyle insanların içinde dinin ihyası ve güçlü bir bağın yeniden oluşturulması çabasının önderi ve örneği olarak İbrâhîm (as) gösterilmektedir.
İbrâhîm’in (as) önderliği ve örnekliği, esasen tıpkı günümüzdeki gibi bölük pörçük bir hâlde üstelik Yahudileşme hususunda eksi değerlerde derinleşmiş topluluklar da göz önünde bulundurulduğunda her türlü ihtilafın istikamet üzere en sağlam ve sağlıklı şekilde çözüme kavuşturulabileceği güçlü bir zemindir.
Ben-i İsrâîl kavminin inanç, amel ve ahlak konusunda ortaya koyduğu tavırlar ile günümüz toplumunun inanç, amel ve ahlak konusundaki konumu büyük ölçüde benzeşmekteyken, içinde yaşadığımız Yahudileşmiş topluma yaklaşımımız Mûsâ (as) örnekliğinde mi olmalıdır? Hiç şüphe yok ki böylesi derin bir travma ve tükenmişliğin sağlıklı ve etkili ıslahı ve ihyası için uygulanacak program İbrâhimî önderlik ve Nebevi örneklikten başkası değildir.
İbrâhimî önderlikten kasıt itikad hususundaki imamlığıdır. Pratikte ise her bir mümin kimse ve cemai yapı için Nebevi örneklik haricinde sonuç odaklı uygulanabilir bir alternatif yoktur. Bugün yüz yüze kaldığımız Yahudileşme tehlikesinin daha önce hiç olmadığı kadar ciddi ve sinsi bir tehdit olarak etrafımızı kuşatmış olduğu hakikati asla unutulmamalıdır.
Davet usulünün Nebevi menhece uygunluğu gibi sonraki tüm aşamalarının da aynı istikamet üzere olması, hedeflenen maksadın hasıl olması açısından da gereklidir. Bu, cemai kurumsallaşma, davet çabaları ve diğer tüm hizmet ve çalışmalarda tam şeffaflık, kontrol edilebilirlik, sürdürülebilirlik vs. hususların gerçekleşmesi sürecinde güçlü bir motivasyon kaynağı ve katalizör bir güç olur, biiznillah.
“Resûl size neyi vermişse onu alın, neyi de yasaklamışsa onu bırakın. Allah’tan korkup sakının. Hiç şüphesiz ki Allah, cezası çetin olandır.”[4]
[1] 1/Fâtiha, 7
[2] 16/Nahl, 123
[3] bk. 16/Nahl, 120
[4] bk. 59/Haşr, 7
İlk Yorumu Sen Yap