“Sahabe” kavramının içerisine yalnız erkekler mi girer? Asla! Allah Resûlü’nü (sav) görmüş, kendisine iman etmiş ve bu hâl üzere canını vermiş hanımlar da itikad, menhec ve ahlak hususunda kendilerine uymakla yükümlü olduğumuz o kutlu nesle dâhildir.[1] Onlar, tahayyül edilemez fedakârlıklarıyla kadın erkek tüm ümmete hüsnü misal olmuşlardır. Allah (cc) ve Resûl’ü uğruna ortaya koydukları gayretleriyle asrımızdaki cahiliyenin zifiri karanlığında dolunay misali yolumuzu aydınlatmaktalardır.
Bir öz eleştiri yapmak gerekirse, ne yazık ki hanım sahabileri gereği gibi tanımıyor, annelerimizin kıymetini hakkıyla bilemiyoruz. “On tane hanım sahabi ismi sayabilir misin?” diye bir soru sorulsa kaçımız “Evet.” diyebilir? Verilmesi geç kalınmış bir hakkın gereğini yerine getirmek adına Nesîbe binti Kâ’b’ı (r.anha) anacağız bu ay. Bir kadının takat sınırlarını zorlayarak davaya nasıl hizmet ettiğini, dünyanın iman ve salih amelle nasıl imar edileceğini onun rehberliğinde öğrenelim.
İslam Yurdunun Temelleri Atılırken
Allah (cc), 600 yıllık bir nadasın ardından semadan indirdiği vahiyle tevhid ağacını bitirmişti.[2] Allah Resûlü (sav), Rabbinin kendisine yüklediği tebliğ görevini hakkıyla yerine getirmek için canla başla mücadele ediyordu. Bir yandan sabahlara kadar gözyaşlarıyla dua ederek[3] semanın kapılarını aşındırıyor, bir yandan da “Lailaheillallah deyin, kurtuluşa erin.”[4] diyerek insanları İslam’a davet ediyordu. İnsanların hidayete ermesi hususunda dolup taşarken, hasretle semadan inecek kayrayı bekliyordu.
Her saniyesi çileyle dolu yaklaşık on yılın ardından Allah (cc) vaadini yerine getirmiş, Medine’nin kapısını müminlere açmıştı. Altı yiğidin[5] eliyle İslam, coğrafyaları aşacaktı. Tevhidin gür sedası olan bu gençler bir sonraki yıl on iki kişiyle birlikte Birinci Akabe Biatı’nı, bir sonraki yıl ise yetmiş beş kişiyle İkinci Akabe Biatı’nı gerçekleştirecekti. Böylelikle İslam; insanıyla, toprağıyla ve şeriatıyla bir devlet hâline gelecekti.
İhsan üzere icra edilen her çalışmanın temelinde kadın olduğu gibi, burada da kadın vardı. Hatice Annemizin (r.anha) Hüzün Yılı’na kadar sunabildiği muaveneti bundan sonra Akabe’deki mücahideler devam ettirecekti. Kıyamete kadar sürecek bir medeniyetin temellerinde onların olmaması zaten düşünülemezdi.
İşte Nesîbe bu ender şahsiyetlerden bir tanesidir. Görmeden sevmiştir Resûlullah’ı (sav). İkinci Akabe Biatı’nda iki hanım vardır. İlki Nesîbe’dir, elli yaşını aşmış olmasına rağmen Peygamber sevgisi onu oralara kadar getirmiştir. İkincisi ise Esma binti Amr’dır, dokuz aylık hamile olmasına rağmen o kutlu yola girmiş ve yol üzerinde doğum yapmıştır.[6] İkisi de Nebi’ye (sav) biat etmiş ve son nefeslerine kadar bu biatın gereğini yerine getirmek için tüm benlikleriyle mücadele etmiştir.[7] Aişe Annemizin (r.anha), “Allah, Ensar’ın kadınlarına rahmet etsin.”[8] ifadesiyle ilim ve amelde ne de güzel örnek olmuşlardır.
Ensar’ın o övülesi kadınlarından olan Nesîbe (r.anha), Hazrec Kabilesi’nin Beni Neccâr kolundandır. Babası Kâ’b ibni Amr, annesi Rebab binti Abdullah’tır. Bedir ehlinden olan Abdullah ibni Kâ’b, kardeşidir. İlk eşi Zeyd ibni Asım’dır. Bu evlilikten Abdullah ve Habib adında iki çocuk meydana gelmiştir ki ikisi de tarihte ayrı bir öneme sahiptir. Nesîbe daha sonra Gaziyye ibni Amr ile evlenmiş, bu evlilikten de Temim ve Havle isminde iki çocukları olmuştur.[9]
Yaşı Allah Resûlü’ne (sav) yakın olan Nesîbe (r.anha), Uhud’a katılmış ve muazzam bir mücadele vermiştir. Hudeybiye’ye, Huneyn’e ve Yemâme’ye katılmış, Rıdvan Biatı’nda ismini “razı olunanlar” listesine yazdırmıştır. Daha nice savaşlara katılmış, yaralar almıştır. Bu yüzden İmam Zehebi (rh), kitabında “الفَاضِلَةُ المُجَاهِدَةُ/Üstün Mücahide”[10] diye bahseder kendisinden. Peki, “Nesîbe’yi bu güzel mertebelere eriştiren hangi amelidir?” diye soracak olursak, hiç şüphesiz “Uhud Günü sergilediği o yüce kamettir.” diyebiliriz.
Uhud Günü’nde Resûl’ün Kalkanı Nesîbe…
Uhud! Allah Resûlü (sav) ve müminler en çetin imtihanlarından birini vermişlerdi o gün. Aişe Annemizin (r.anha) Resûlullah’a, “Sana Uhud Günü’nden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?”[11] diye sorduğu, zorluğu malum bir gündür. Zira o gün, müminler zafere ramak kala Resûl’ün emrini unutmuş ve bedelini aynı saatler içerisinde aynı sahada acı bir şekilde ödemişlerdi. Allah Resûlü, yiğitler yiğidi amcası Hamza’yı (ra) feci bir şekilde toprağa vermişti. İlk göz ağrısı, biricik talebesi Musab’ı (ra) defnederken üzerine örtecek bir kumaş parçası dahi bulamamıştı. Gözünün nuru, yetmiş küsur sahabisini şehit vererek üst üste gömmüş ve daha nice badireler atlatmıştı.
Rabbimiz (cc) durumu şöyle anlatır:
“Andolsun ki Allah, size verdiği sözde doğru söyledi. Hani (Allah’ın) izniyle onların kökünü kurutuyordunuz. Çok istediğiniz (zaferi) size gösterdikten sonra bozguna uğradınız, verilen emir hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. İçinizden kimi dünyayı kimi de ahireti istiyordu. Sonra (Allah) sizi denemek için onlardan çevirdi. (Yenilmeye başladınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütuf ve ihsan sahibi olandır. (Hatırlayın!) Hani siz dönüp hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Resûl, (savaşa dönmeniz için) arkanızdan sesleniyordu. Kaçırdığınız (hayırlara) ve başınıza gelen musibetlere üzülmeyesiniz diye (Allah) sizi keder üstüne kederle sınadı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[12]
En üzücü olanı ise Nebi’nin (sav) yanında kimsenin kalmayışı ve müşriklerle yüz yüze gelerek ölüm tehlikesi atlatmasıydı. Canım Peygamberim’in o gün dişi kırılmış, çukura düşmüş ve yanağına miğfer batmıştı. O sırada ashabına seslenen Nebi’nin çağrısına icabet edenlerden biri de Nesîbe’dir (r.anha) işte. Bir kadın olmasına rağmen en azılı kâfirlerin karşısına çıkıp eline kılıç alarak savaşmış ve ağır yaralar almıştı. O manzarayı birde kendisinden dinleyelim:
Ümmü Sa’d binti Sa’d ibni Rebi (r.anha) şöyle anlatıyor:
“Ümmü Umâre’nin yanına girdim ve ‘Bana Uhud Savaşı’ndaki olayını anlat.’ dedim.
O da şöyle anlattı: ‘Günün ilk vaktinde Uhud’a gittim. İnsanların yaptıklarını izliyordum. Yanımda, içinde su olan bir kap vardı. Resûlullah’ın (sav) yanına gittim, ashabıyla birlikteydi. Üstünlük ve hâkimiyet Müslimlerden yanaydı. Müslimler bozguna uğrayınca Resûlullah’ın (sav) yanına gittim. Savaşmaya, onu kılıçla korumaya ve ok atmaya başladım. Nihayet yaralandım.’
Ümmü Sa’d dedi ki: ‘Omzunda derin bir yara gördüm. ‘Ey Ümmü Umâre! Bunu kim yaptı?’ dedim.’
Şöyle dedi: ‘İbni Kamie geldi. İnsanlar Resûlullah’ın (sav) etrafından kaçtılar.
(İbni Kamie) şöyle bağırıyordu: ‘Muhammed’i bana gösterin. O kurtulursa bana yaşamak haram olsun.’
Musab ibni Umeyr ve beraberindeki kimseler ona engel oldu, ben de onların arasındaydım. O sırada (İbni Kamie) bana şu darbeyi vurdu. Bunun üzerine ben de ona birkaç darbe vurdum. Ancak Allah düşmanının üzerinde iki zırh vardı.’ ”[13]
Hurma ağacı gibi bir adamdı İbni Kamie.[14] O gün iki zırh giyip Allah Resûlü’nü (sav) öldürmeye ant içmişti. Musab’ı (ra) Resûlullah zannetmiş ve şehit etmişti. Nesîbe de (r.anha) işte böyle bir adamın karşısına çıkıp, elbisesini toparlamış ve kahramanca savaşarak on üç yerinden yara almıştı. Omzuna aldığı büyük darbe çok canını yakmıştı, sıcak bezlerle kanını durdurmaya çalışmış, sonrasında bir yıl boyunca o yarayı tedavi etmişti.[15] Tüm bunlara rağmen Allah Resûlü’nü (sav) terk etmemişti. Kutlu Nebi onun için şöyle diyordu:
“Sağa sola her baktığımda Ümmü Umâre’nin arkamda savaştığını gördüm.”[16]
Sadece kendisi de değil, tüm ailesiyle birlikte Resûl’ün etrafına etten duvar örmüşlerdi. Canları pahasına sarp kale misali tüm eziyetlerden koruyorlardı Allah Resûlü’nü (sav). Nasıl olduğunu Ümmü Umâre’den dinlemeye devam edelim:
“Baktım ki insanlar Resûlullah’ın (sav) etrafından dağılıyordu. Etrafında on kişiden az bir grup kalmıştı. Ben, iki oğlum ve kocam, Resûlullah’ın (sav) önünde onu savunuyorduk. İnsanlar bozguna uğrayarak kaçışıyordu.
Allah Resûlü (sav) kalkanımın olmadığını görünce, yanında kalkanı olduğu hâlde kaçan bir adama seslenerek, ‘Ey kalkan sahibi! Kalkanını bari savaşan birine bırak!’ dedi.
Adam kalkanı bırakınca ben aldım ve Resûlullah’ı (sav) kalkanla korumaya başladım. Başımıza gelenler, süvari grup sebebiyleydi. Eğer bizim gibi kahramanlık gösterselerdi onları yenerdik, inşallah. Atlı bir adam gelip bana bir darbe vurmak istedi. Ben ona kalkanla karşılık verdim, kılıcı bir şey yapamadı. Adam kaçtı. Ben de atının bacağına bir darbe vurdum. Adam sırtüstü yere düştü.
Nebi (sav) şöyle bağırıyordu: ‘Ey Ümmü Umâre’nin oğlu! Annene bak! Annene!’
Ümmü Umâre dedi ki: Resûlullah (sav) adama karşı bana yardım etti. Nihayet adamı öldürdüm.”[17]
Oğlu Abdullah ibni Zeyd ise (ra) o ânları şöyle anlatır:
“O gün (Uhud Savaşı’nda) sol pazımdan yaralandım. Hurma ağacı gibi uzun biri bana (kılıçla) vurdu. Adam ısrar etmeyip geçip gitti. Kanım ise durmuyordu.
Resûlullah (sav) ‘Yaranı sar!’ dedi.
Annem bana doğru geldi. Beraberinde, yan tarafında yaralılar için hazırlamış olduğu sargılar vardı. Yaramı sardı. Nebi ise (sav) ayakta bana bakıyordu.
Sonra (annem) şöyle dedi: ‘Kalk yavrum! Toplulukla savaş!’
Bunun üzerine Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘Ey Ümmü Umâre! Senin yaptığına kim güç yetirebilir?’
Ümmü Umâre şöyle devam etti: ‘Oğluma vuran adam yaklaşınca Resûlullah (sav), ‘Şu, senin oğluna vurandır.’ dedi.
Adamın karşısına çıkıp alt bacağına vurmak istedim (ve vurdum da sonra adam) yere çöktü. Resûlullah’ı (sav) gördüm, tebessüm ediyordu. O kadar ki azı dişlerini gördüm.
Şöyle buyurdu: ‘İntikamını aldın, ey Ümmü Umâre!’
Sonra adama silahla (kılıçla) vurmaya başladık. Nihayet adamı öldürdük.
Bunun üzerine Nebi (sav) şöyle buyurdu: ‘Seni muzaffer kılan, düşmanına karşı gözünü aydın eden ve (dünya) gözüyle intikamını sana gösteren Allah’a hamdolsun!’ ”[18]
Resûl’ün (sav) dediği gibi, “Kim Ümmü Umâre’nin yaptığını yapabilir?” Ne yazık ki bugün annelerimiz çocuklarını sabah namazına dahi kaldıramazken Ümmü Umâre savaş meydanında kan revan içindeki yavrusuna, “Kalk yavrum! Toplulukla savaş!” diyerek şehadete kaldırmıştır. Nerede eşi, Allah’ın dini uğruna birkaç saat eve geç gitti diye homurdanan kadınlar! Nerede çocuğunun Allah’ın dini uğruna birkaç damla ter dökmesine tahammül edemeyen anneler! Ne kadarda ihtiyacımız var bugün Allah (cc) için gözünü kırpmadan İsmail’ini feda edecek Hacerlere.[19] Ne kadar da ihtiyacımız var Meryem’ini mabetlere adayacak Hannelere.[20] [21] Ne kadar da çok…
Ebedî istikbalini, tadımlık heveslerin cilvesine terk etmemeli insan. Ertelememeli hedeflerini. Onurunu gaye-i ubudiyetle muhafaza etmeli. Denildiği gibi, “Allah’a itaat ederek ölüm, Allah’a isyan ederek yaşamaktan daha hayırlıdır.”[22] Öyleyse hayırlı olanı hayırsız olanla değiştirmemeli. Gerekirse tatlı yaşamını bile altın bir tepside rıza-i İlahiye sunmaktan çekinmemeli. Bu makama erişmek için fedakârca didinmeliyiz. Çünkü Resûl’ün (sav) Ümmü Umâre’yi müjdelediği gibi nicelerinden hayırlıdır bu makam:
Abdullah ibni Zeyd ibni Asım (ra) şöyle diyor:
“Resûlullah (sav) ile Uhud Savaşı’na katıldım. İnsanlar Allah Resûlü’nden (sav) uzaklaşınca ben ve annem ona yaklaştık ve onu korumaya başladık… Nebi (sav) ise bakıp tebessüm ediyordu.
Annemin omuzundaki yarasına bakınca bana dedi ki: ‘Annene yetiş, annene! Yarasını sar! Allah ailenizi mübarek kılsın! Annenin makamı, falan ve falanın makamından daha hayırlıdır. Allah ailenize merhamet etsin. Üvey babanın makamı, falan ve falanın makamından daha hayırlıdır. Allah ailenize merhamet etsin.’ ”[23]
Ümmü Umâre (r.anha) dedi ki:
“ ‘(Ya Resûlullah!) Cennet’te sana arkadaş olmamız için Allah’a dua et.’
Bunun üzerine (Resûlullah), ‘Allah’ım! Onları Cennet’te arkadaşlarım kıl!’ buyurdu.
Ümmü Umâre dedi ki: ‘Artık dünyada başıma ne gelirse gelsin aldırmam.’ ”[24]
Akabe’de verdiği sözü son nefesine kadar yerine getirmiştir Nesîbe (r.anha). Malından, canından, ailesinden… neyi varsa Allah’ın (cc) yoluna feda etmekten çekinmemiştir. Savaş meydanlarında aldığı yaralardan döktüğü kanlarla ödemiştir cennetin bedelini. Ve sonunda göğsünü ferahlatacak müjdeyi almıştır Resûlullah’ın dilinden. Dünyadayken onun (sav) yanında olduğu gibi ahirette de komşusu olmuştur. Belki bugün Resûlullah’ın, ismimizi anarak bizi cennetle müjdelemesine nail olamayız, fakat Nesîbe gibi fedakârlık edebilirsek, Kıyamet Günü bizler de onunla (sav) beraber olabiliriz.[25] Yeter ki bunu gönülden isteyelim. Şairin dediği gibi diyebilelim:
“Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.”[26]
Bir sonraki ay kaldığımız yerden devam edeceğiz biiznillah…
[1]. “Şayet onlar (misli misline), sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa, hidayete ererler…” (2/Bakara, 137)
[2]. “Allah’ın (tevhidi) nasıl örneklendirdiğini görmedin mi? Güzel söz (Lailaheillallah), kökü sabit, dalları ise gökyüzüne ulaşmış güzel bir ağaç gibidir.” (14/İbrahîm, 24)
[3]. Cesre binti Decace’den (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:
“Ebu Zerr’in şöyle söylediğini işittim: ‘Resûlullah (sav), bir gece namaza kalktı, sabah oluncaya kadar tüm namazında bir ayeti tekrarladı, durdu. O ayet, ‘Onlara azap edecek olursan hiç şüphesiz onlar, senin kullarındır. Şayet onları bağışlarsan şüphesiz ki sen, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’sin. (5/Mâide, 118)’ ” Nesai, 1010; İbni Mace, 1350; Ayrıca bk. Müslim, 202
[4]. Ahmed, 16023
[5]. Bu kimseler şunlardır: Esad ibni Zürare, Avf ibni Haris, Rafi ibni Malik Ez-Zureyki, Ukbe ibni Amir ibni Haram, Kutbe ibni Sevad ve Cabir ibni Abdullah; bk. Es-Sîretü’n Nebeviyye, İbni Hişâm, 1/429
[6]. Tabakat, İbni Sad, 10/414
[7]. Es-Sîretü’n Nebeviyye, İbni Hişâm, 1/441
[8]. Et-Temhîd, İbni Abdülber, 8/338
[9]. Tabakat, İbni Sad, 10/418-420; El-İsâbe, İbni Hacer, 8/441; Üsdü’l Ğābe, İbnü’l Esîr, 7/269; Siyeru A’lami’n Nubelâ, Zehebi, 3/515 Üçüncü evliliğini kiminle yaptığı tarih kaynaklarımızda belirtilmemiştir; bk. Tabakat, İbni Sad, 10/423
[10]. Siyeru A’lamin Nubela, Zehebi, 3/515
[11]. Buhari, 3231
[12]. 3/Âl-i İmran, 152-153
[13]. Tabakat, İbni Sad, 10/419
[14]. Tabakat, İbni Sad, 10/420
[15]. Tabakat, İbni Sad, 10/420
[16]. Tabakat, İbni Sad, 10/422
[17]. Tabakat, İbni Sad, 10/420
[18]. Tabakat, İbni Sad, 10/421
[19]. “Çocuk onunla beraber iş yapıp koşuşturma çağına erişince, dedi ki: ‘Oğulcuğum! Rüyamda seni kestiğimi görüyorum. Sen ne düşünürsün (bu konuda)?’ (İsmail) dedi ki: ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ İkisi de (Allah’ın emrine) teslim olup (İsmail’i) alnı üzere yere yatırınca, Ona: ‘Ey İbrahim!’ diye seslendik. ‘(Bu davranışınla) rüyayı tasdik etmiş oldun. Şüphesiz ki biz, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları böyle mükâfatlandırırız.’ ” (37/Saffât, 102-105) Bu imtihanı İbrahim (as) ile birlikte eşi Hacer Annemiz de kazanmıştır.
[20]. “(Hatırlayın!) Hani İmran’ın karısı demişti ki: ‘Rabbim! Şüphesiz ki ben, karnımdaki (çocuğu) hür (senden başkasına kulluk yapmayan) olarak sana adadım. (Adağımı) benden kabul et. Şüphesiz ki sen, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’, (her şeyi bilen) El-Alîm’sin.’ ” (3/Âl-i İmran, 35)
[21]. Hanne ismi için bk. Müstedrek, Hâkim, 4154; Tefsîrü’l Kur’âni’l Azîm, İbni Kesir, 2/28; Mevsûatü’t Tefsiri’l Me’sûr, 5/141
[22]. Mu’cemu’l Kebir, Taberani, 172; Allah Resûlü’nün (sav) sözü olarak nakledilen bu rivayetin senedi ihtilaflıdır.
[23]. Tabakat, İbni Sad, 10/421
[24]. Tabakat, İbni Sad, 10/421
[25]. “Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaştır bunlar!” (4/Nîsa, 69)
[26]. Yağmur, Nurullah Genç, Timaş Yayınları
İlk Yorumu Sen Yap